Maalesef siyasi görüşleri yüzünden ülkemizin aydın (?) kesimi tarafından görmezden gelinmiş, sadece kısıtlı bir okuyucu kitlesi tarafından bilinen ve sevilen, bence ülkemizin yetiştirdiği en önemli yazarlardan biridir Mustafa Necati Sepetçioğlu. 12 kitaptan oluşan Dünkü Türkiye Dizisi, Türkler’in Anadolu’ya gelişiyle başlar, İstanbul’un fethiyle sona erer. Aslında bu seri dört adet üçlemeden oluşur. Selçuklu Devleti’nin gelişimini ve yıkılışını, Anadolu Selçuklu Devleti’ni, Beylikler Dönemi’ni, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu okuruz. “Günümüzün Dede Korkutu” olarak anılan Sepetçioğlu’nun öyle bir üslubu var ki sanki o dönemde yaşamış, karakterlerin konuşmalarına şahit olmuş da öyle yazmış hissine kapılıyorsunuz. Tarih kitaplarında birer satır veya birer paragraf olarak okuduğumuz olayların aslında çok daha derinlikli olduğunu gösteriyor okuyucusuna. Hatta bu konuya karakterlerinden birinin ağzından da değiniyor. Kimilerinin şuursuzca savunduğu ve toz kondurmamaya çalıştığı padişahları zaafları ve eksik yönleri de olan birer insan olarak anlatır. Sadece beyler, paşalar, padişahlar değildir anlattığı karakterler. Sıradan bir askeri, tüccarı, köylüyü, dervişi de anlatır. Türkler’in Anadolu’daki tarihleriyle birlikte, onlarla birlikte bu topraklara gelen tasavvuf felsefesini de öğreniriz. Bu güne dek Tolkien’den, David Eddings’ten, Margeret Weis ile Tracy Hickman ikilisinden, R.A. Salvatore’den ve daha pekçok yazardan üçlemeler, beşlemeler, yedilemeler halinde nice fantastik kurgu romanı okudum. Ancak hiçbiri şu 12 kitaplık seriden aldığım keyfi vermeyi başaramadı. Kitap sayısı gözünüzü korkutmasın. Üstadın o muhteşem derecedeki akıcı anlatımı karşısında sayfalar sel oluyor, bir kitap en fazla birkaç günde bitiveriyor. En azından ilk kitabı denemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Çünkü gerisini de getireceğinizi biliyorum. Kitap sıralaması: Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler Yediler Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Geçitteki Ülke, Darağacı, Ebemkuşağı, Sabır, Gündönümü http://zerothh.wordpress.com
Bir baba, lise çağındaki oğlunun okula karşı ilgisizliğinden ve derslerindeki başarısızlığından dolayı oldukça endişelidir. Bir gün oğluyla bir anlaşma yapar: Bundan böyle okula gitmesi veya bir işe girip çalışması gerekmemektedir. Sadece kendisiyle birlikte haftada üç film seyredecektir. Son zamanlarda okuduğum en keyifli kitap.Elbette bu kitabı sadece sinema tutkunlarına tavsiye ediyorum. İzlediğiniz bir filmle ilgili yapılan muhabbet yüzünüzde bir tebessümün oluşmasını sağlıyor. Bazı sevdiğiniz filmlerle ilgili bilmediğiniz şeyler öğrendiğiniz gibi bahsedilen bazı filmleri de izleyesiniz geliyor. Elbette kitap tamamıyla film muhabbetinden ibaret değil. Bir baba ile oğul arasındaki sıra dışı ilişki etrafında şekilleniyor.
Kitabın ressam olan başkarakteri bir gün eski bir okul arkadaşından bir davet alır. Kendisi muazzam bir servete sahiptir ve Asya’da bir yerde bir ülkeye sahiptir. Karakterimiz eşiyle birlikte bu davete icabet etmeye karar verir. Oldukça zahmetli bir yolculuğun ardından Rüya Ülkesi’ne varırlar. Dış dünyanın haberdar olmadığı bu ülkeye giriş kadar bu ülkeden çıkış da zordur. Ülkede her şeyde bir geçmişe dönüklük vardır, dolayısıyla ülkedeki her şey 1860 ve öncesine aittir. Ayrıca bu ülkenin insanları, ekonomisi, yönetimi, kısacası her şeyi son derece nevi şahsına münhasırdır. Alfred Kubin sadece ülkemizde değil, dünyada da fazla bilinmeyen bir yazar. Diğer Taraf ise kendisinin tek romanı. Asıl mesleği ressamlık olan Kubin’in ağırlıklı olarak ekspresyonist tarzda tablolar ortaya koyduğu görülür. Çoğu resminin ürkütücü havası, gotik korku hikâyelerine yakışır cinstendir. Kubin’le ilgili olarak bahsedilmesi gereken enteresan bir ayrıntı da şudur: Das Cabinet des Dr. Caligari’nin senaristlerinden Hans Janowitz, Kubin’e hayrandır ve set tasarımları için kendisinden yardım ister. Fakat Kubin meşgul olduğunu bahane ederek bu teklifi reddeder. Seti tasarlayacak yeni ressama, dekorların “Kubinische” (Kubinvari) olması söylenir. Ancak tanımın “Kubistische” (Kübik) yanlış okunması sonucu ortaya bugün hepimizin çok iyi bildiği o meşhur görsel yapı çıkar. Kitaba dönecek olursak… Kubin’in anlattığı ülke bir ütopya olamayacak denli grotesk bir havaya sahip. Dolayısıyla yazarın mükemmel bir ülke değil de tuhaf bir ülke anlatma derdinde olduğu anlaşılabilir. Kısa ve basit tutulan giriş bölümünden sonra gelen bölümler enteresan ve şaşırtıcı. Ancak sonuç bölümü beni pek de tatmin edemedi. Kubin’in aynı zamanda ressam da olması hasebiyle kitaptaki çizimlerin kendisine ait olduğunu belirtmem şaşırtıcı olmayacaktır. Ayrıca yer yer Kafka ve Mervyn Peake tadı hissettiğimi itiraf etmeliyim.
Jason Taverner, ünlü bir şarkıcı ve televizyon yıldızıdır. Her hafta yayınlanan programı milyonlarca hayranı tarafından izlenmektedir. Bu zenginlik ve lüks içindeki yaşamı, eski metresinin intikam alma girişimiyle sekteye uğrar. Kıskanç kadının saldırısından sonra hastaneye kaldırılan Taverner, gözlerini sefil bir otel odasında açar. Oraya nasıl geldiğini hatırlamamaktadır. Üzerinde hiçbir kimlik bulunmadığı gibi ne onu hatırlayan bir tek kişi vardır ne de var olduğuna dair bir kayıt. En sevdiğim bilim kurgu yazarlarından biri olan Philip K. Dick’in oldukça enteresan gelişen ve şaşırtıcı bir sonuca bağlanan bu romanı maalesef rezil edilmiş. AltıKırkBeş Yayınları tarafından basılan kitap, son zamanlarda değil, hayatım boyunca okuduğum en kötü tercümelerden birine sahipti. Kitapta çeviri hatalarının olmasının yanı sıra anlatım bozukluğu demenin bile yetersiz kalacağı dil yanlışları diz boyu. Görülen o ki kitabın çevirmeni İngilizce’ye hâkim olmadığı kadar Türkçe’den de bîhaber. Kitabın içeriğinden çok çevirisinin berbatlığından bahsettim, farkındayım ama cidden çok kötüydü. Anlatılan hikâyeye odaklanmanızı engelleyecek ve can sıkacak ölçüde kötü. İleride başka Philip K. Dick romanlarının farklı bir yayınevi (tercihen İthaki) tarafından basılması dileğiyle.
“Yetmiş beşinci doğum günümde iki şey yaptım. Önce karımın mezarını ziyaret ettim. Sonra da askere yazıldım.” Evrenin bir başka ucunda, Dünya’dan uzakta bir savaş devam etmektedir. KSG isimli savunma gücü sadece yetmiş beş yaşına ulaşmış yaşlı insanları orduya almaktadır. Hayattan fazla bir beklentisi kalmamış ve sağlığını kaybetmiş bir bedenin içine sıkışıp kalmış yaşlı insanlar, bir şekilde gençleştirilecekleri hayaliyle askeriyeye katılmaktadırlar. Romanın kahramanı John Perry de bu insanlardan biridir. Son zamanlarda okuduğum en iyi, en keyifli bilim kurgu romanı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Biraz Robert A. Heinlein’ın Starship Troopers’ını anımsatsa da çok daha farklı ve detaylı bir öykü. Oldukça eğlenceli olması da cabası. Aynı evrende geçen Hayalet Tugay, Son Koloni, Zoe’nin Öyküsü’nün de yine aynı keyiflilikte olduğunu belirtmek isterim. Bilim kurgu seviyorsanız muhakkak okuyun.