Öndeyiş "Efes! İkilikler şehri. Aynı anda hem Artemis’e, hem de Meryem Ana’ya ev sahipliği yapan şehir. İçinde hem egoyu, hem de ruhu barındıran, kibrin ve tevazuun, esaretin ve özgürlüğün iç içe geçtiği şehir. Efes! Zıtların birbirine dolandığı, insan gibi bir şehir. Bir ekim aksamında, işte o şehrin, Efes’in yakınındaki Meles suyu kıyısında oturuyorlardı. Güneş kızıla boyadığı Bülbül Dağının ardına saklanmak üzereydi. Göklerin dilini konuşanlar, yaklaşan yağmuru müjdelemişlerdi her ikisine de. “Saint John halka Meryem Ana’dan bahsediyor,” dedi genç kız. “Ağlayan, homurdanan, küfreden kalabalığı sen de duyuyor musun? Binlerce insan, yeni gelen dinin, tapındıkları tanrıçayı yasaklamasına isyan ediyor; ayaklarım yere vurarak tempo tutuyor, hep bir ağızdan bağırıyorlar: ‘Meryem de kim? Biz Artemis’e tapanlarız!”’ ”’Artemis?” diye sordu genç adam. “Şu tanrıça? Hani Romalıların Diana dedikleri”’ “Boş ver onu,” dedi genç kız. “Halkın önce şekillendirip, sonra da taptığı bir hayal o sadece.” “Onun hakkında çok şey biliyor gibisin?” “Onu kendimi bildiğim gibi bilirim.” “Madem öyle, biraz ondan bahsedemez misin?” “Uzun hikâye.” “Dinleyebilirim.” “Pekâlâ,” dedi genç kız. “Dinle o halde… Artemis. Nam-ı diğer Diana. Okçu tanrıça. Okunu ‘ansızın gelen tatlı bir ölüm’ sunmak için kullanırmış. Özgür ruhlu ama tutsak, bağımlı fakat yine de kibirli. Sancılarla kıvranan annesi Leto, bir zeytin ağacına yaslanarak doğurmuş onu ve…” Biran durdu, derin bir nefes aldıktan sonra ekledi: “Ve ikizini…” Kayip Gül - Serdar Özkan