Bolano, 50 yıllık ömrünün son beş yılında, ölüme adım adım yaklaşırken 2666‘nın üzerinde çalışmaktaymış. Editörünün açıklamalarına göre, yazar öldüğünde metinde düzeltmeler dışında eksik kalmış bir kısım yokmuş. Daha sonra dosyaları ve notları toparlayıp yayına hazırlayan ekip, çok belirgin hataları düzeltmek dışında kayda değer bir değişiklik ya da ilave yapmamış. Yine de 2666, Bolano’nun bitmemiş romanı olarak biliniyor. Oysa kitapçıda kapağını beğenip kitabı satın alsanız, ne olduğunu bilmeden okusanız, bu açıklamalardan da haberiniz olmasa, bitmemiş bir roman olduğunu aklınıza bile getirmezsiniz.
Bir başka ilginç detay ise kitabın yayımlanma biçimiyle ilgili. Bolano, beş ayrı bölümden oluşan 2666‘nın, birbiriyle bağlantılı beş ayrı roman halinde basılmasını tasarlamış. Editörü ve ailesi ise tek bir roman halinde basmaya karar vermişler. Bana kalırsa çok da iyi yapmışlar. Doğrusu koskoca kitabı bu haliyle okumak, hele yatarak okuyanlardansanız havada tutmak hiç kolay değil. Ama her türlü rahatsızlığı çekmeye değiyor. Birbirlerinden tamamen faklı tarzdaki beş kısmı bir seferde okuyunca kitabın gerçek gücü ortaya çıkıyor. Hem Guernica‘nın makul boyutlarda beş ayrı tablo olduğunu ve beş ayrı odada asılı durduğunu düşünün. O zaman Guernica olur muydu?
* * *
Klasik bir Bolano romanından bekleyeceğimiz her şey var 2666‘da. İlk olarak kayıp yazarlar ve dedektif gibi iz süren edebiyatçılar var. Bir görünüp bir kaybolan, bir daha da ortaya çıkmayan yüzlerce karakter var. Birbirinin içine giren ve çoğu zaman hiçbir yere varmayan öyküler var. Bol miktarda seks ve insanın tüylerini diken diken edecek dozda şiddet var. Sanat tarihine, dünya tarihine, felsefeye ve popüler kültüre son derece eğlenceli göndermeler var. Arka planda ise olabildiğince karanlık ve bir o kadar da eğlenceli bir mizah var. Tarantino’nun bütün senaryoları Borges tarafından birleştirilip yeniden yazılsa ve Lynch tarafından çekilse, ortaya çıkacak film, sanırım insanın üzerinde bu kitabın yarattığı etkiyi yaratırdı.
* * *
Konusu o kadar karmaşık ki, anlatması çok zor bir roman 2666.
Birinci bölümde, Avrupa’nın dört farklı ülkesinden üç erkek ve bir kadın akademisyen/eleştirmenin başlarından geçenleri okuyoruz. Dördü de kariyerlerini Benno von Archimboldi adında bir Alman yazarı araştırmaya adamışlar (bu arada Bolano daha en başta romanın yapısı ile ilgili okuyucuya göz kırpıyor: bkz. Archimboldi’nin isim babasına ait meşhur resimler). Archimboldi, önceleri neredeyse hiç kimsenin duymadığı bir romancıyken, kahramanlarımızın yıllarca süren çabaları sayesinde zamanda bütün dünyada tanınıyor. Edebiyat çevrelerinde o kadar başarılı bulunuyor ki, yakında Nobel ödülünü alacağı konuşuluyor. Ancak Archimboldi gizemli bir yazar. Kim olduğunu, nerede yaşadığını bilen yok. Bu da ününe ün katıyor.
Eleştirmenler bir konferanstan bir başkasına koşup Archimboldi hakkındaki tezler sunarken doğal olarak birbirleriyle tanışıyorlar. Başta arkadaş oluyorlar, sonra iyice samimileşiyorlar ve çok geçmeden dört kişilik bir takım oluyorlar. Birlikte Archimboldi’nin peşine düşüyorlar. Derken erkeklerin ikisi kadına aşık oluyor, kadın ikisiyle birden sevişmeye başlıyor (önce ayrı ayrı, sonra bir arada), ve adamlar da bu çok eşli durumu kabullenmeye çalışıyor. İlk bölümün sonunda kahramanların yolu Meksika’nın bir sınır şehrine, Santa Teresa’ya düşüyor. Buldukları ipuçlarına göre Archimboldi’nin en son görüldüğü yer burası.
O çok rahatsız edici şey, 2666‘nın Kalbini oluşturan bölüm; dördüncü bölüm oluşturuyor. Eğer bu roman hakkında herhangi bir şey duyduysanız, büyük olasılıkla meşhur dördüncü bölümle ilgili uyarılar, söylentiler ya da övgülerdir. Gerçekten de çok zor okunan, çok rahatsız edici bir metin, ve bütün heybetiyle 2666‘nın kalbini oluşturuyor. Yaklaşık 300 sayfa boyunca Santa Teresa’daki cinayetleri anlatıyor. Birer birer, boğucu ve monoton bir tempoyla hiç abartısız yüzlercesini… Dizilerden ve gazetelerden aşina olduğumuz polis raporlarının duygusuz diliyle kurbanların kimliklerini, fiziksel tasvirlerini, parçalanmış kanlı giysilerini, başka bir köşeye atılmış iç çamaşırlarını, öldürülmeden önce maruz kaldıkları tecavüz ve işkencelerin bedenlerinde bıraktığı bütün izleri öğreniyoruz. Otopsi raporlarından ne şekilde öldürüldüklerine dair, çok detaylı ve derin şekilde olmasa da ayrıntıları okuyoruz. Ardından aynı klinik, soğuk dille kurbanların hayatlarına ait bir iki satır, bir iki ufak detay geliyor. Belki onların yolunu gözleyen yakınlarının tepkileri, belki arkadaşlarının ağzından bir iki dedikodu, ya da günlük ev hayatlarından bir iki detay… Kurbanların çoğu fabrikalarda çalışan kadınlar, bazıları ise okula giden genç kızlar. En korkuncu ise, aralarındaki birkaç tane küçücük kız çocuğu. Bu sinir bozucu anlatının içine polis memurları, dedektifler, avukatlar, uyuşturucu patronları, gazeteciler karışıyor. Cinayetleri çözmeye çalışanlar, örtbas etmeye çalışanlar bir belirip bir kayboluyor, fakat vahşet ve vahşetin ruhsuz tasviri hiç durmuyor. Bir önceki bölümde yakalanan Alman asıllı, uzun boylu, beyaz tenli adamın bu olup bitenlerle alakası var mı?
(Birilerini öldürmüş olabilir ama cinayetler o yakalandıktan sonra da devam ediyor.) Televizyona çıkan medyum kadının iddia ettiği şeyler doğru mu? Görgü tanıklarının anlattığı, kurbanların kendi rızalarıyla binip ortadan kayboldukları siyah camlı cipler neyin nesi? Bütün cinayetler bir çetenin elinden çıkma mı, yoksa daha büyük bir olayın habercisi, başlangıcı mı, ya da sonu mu? (Romanın başka bir yerinde, çölde beliren atlılar imgesi ister istemez aklımıza geliyor.) Telefonlarda duyulan tekinsiz sesler ve aynalarda beliren sahipsiz suratlar neyin nesi? Bir bakışta herkesin kanını donduran o uzun boylu, beyaz tenli adam, insan mı, değil mi, ondan bile şüphe eder duruma düşüyoruz.
Fakat bütün bunların arasında belki de en rahatsız edici şey, bütün o cinayetleri okurken kendi kendimize verdiğimiz tepkiler: Başta merakımız kabarıyor, sürekli daha fazla detay öğrenmek istediğimizi fark ediyoruz. Sonra detaylar rahatsız etmeye başlıyor, merak ettiğimiz için kendi kendimize kızıyoruz. Bu durum da uzun sürmüyor, bu sefer anlatıcının duygusuz dili bizi olaylara yabancılaştırıyor. Artık kurbanları baştaki kadar umursamadığınızı, hatta sıkılmaya başladığınızı hissediyoruz. Ve o zaman içimizde bir tür suçluluk duygusu beliriyor. Bolano bizi tam da bu noktaya getirmek istiyor zaten; matematiksel bir zekayla satır satır bu etkiyi oluşturuyor. Romanın kurgusu karşısında okuyucu olarak çaresiziz elbette, tıpkı Santa Teresa’da yaşayanlar gibi biz de çaresiziz, hem çaresiziz hem de sıkılıp kafamızı çevirebiliyoruz, bakışlarımızı kaçırabiliyoruz. Oysa hiçbir işe yaramıyorsak bile tanık olmak zorunda değil miyiz? En azından bu kadarının ahlaki bir görev olduğuna dair tuhaf ve sanal bir sorumluluk duygusu kaplıyor içimizi.
İkinci bölüme geçtiğimizde dört eleştirmen bir daha geri dönmemek üzere romandan kayboluyor, ancak Santa Teresa kitabın merkezi halini alıyor.
Bolano bu hayali şehri Meksika’nın Teksas sınırındaki Ciudad Juarez isimli gerçek şehirden esinlenerek kurgulamış. Juarez tıpkı romandaki Santa Teresa gibi global sermayenin ucuza işçi çalıştıran dev fabrikalarıyla ve uyuşturucu trafiğiyle dolu bir şehir. Dünyada suç oranın en yüksek olduğu yer olduğu söyleniyor. Kötü ününün sebeplerinden biri de, son on yıldır o civarda ortadan kaybolan kadınların gizemi. Juarez’de yaklaşık 400 tane kadın kayıplara karışmış; bazılarının çöplüklere ya da boş arsalara atılmış cesetleri bulunmuş, çoğunun başına ne geldiği bilinmiyor. Cinayetler bir türlü çözülemiyor, bunca zamandır niye çözülemediği de anlaşılamıyor.
İkinci bölümün baş karakteri Ciudad Juarez’in 2666‘daki yansıması olan Santa Teresa’da yaşayan Şili’li Profesör Amalfitano. O da bir Archimboldi meraklısı; zaten bir önceki bölümde dört eleştirmene bir süre rehberlik de yapmıştı, fakat onlar kadar meşhur olmadığı için fazla yüz bulamamıştı.
Şehirdeki cinayet dalgası o kadar korkunç bir boyuta ulaşmış ki Amalfitano kızı için aşırı derecede endişeleniyor, hatta bu yüzden yavaş yavaş aklını yitirmeye başlıyor. Bu bölümde bir yandan Santa Teresa’nın tekinsiz atmosferine alışmaya başlarken, bir yandan da yıllar önce Amalfitano’yu terk etmiş olan karısının öyküsünü öğreniyoruz.
Üçüncü bölümde Oscar Fate adındaki Amerikalı siyah bir gazeteci, Kara Panterler’le ilgili bir iş üzerinde çalışırken, başka bir meslektaşının yerine, bir boks maçını izleyip yazmak üzere Santa Teresa’ya gönderiliyor. Maçı beklerken o da şehrin ve cinayetlerin karanlık çekimine kapılıyor.
Bu arada ikinci bölümdeki profesörün genç kızıyla tanışıyor. Uyuşturucu partileri, boksörler, menajerler, fahişeler, çeteler, silahlar ve Robert Rodrigez tarafından çekilmiş bir porno film hakkındaki şehir efsaneleri arasında roman tam anlamıyla bir karabasan halini alıyor.
Fate, boks maçı yerine Santa Teresa’da öldürülen Amerikalı bir kadın ve seri katiller hakkında bir makale yazmaya niyetleniyor ama bir türlü editörünü razı edemiyor. Sonunda boks maçının pek bir önemi kalmıyor, onun yerine bir kaçış öyküsü okumaya başlıyoruz. Hala tam olarak kimden ya da neden kaçtığını anlamıyorum ama çok rahatsız edici bir şeyin kıyısında durduğumuza artık eminim.
Beşinci ve son bölümde bambaşka bir Bolano karşılıyor bizi.
Kitabın dili, temposu ve atmosferi yine değişiyor; bu defa gayet sürükleyici bir epik roman halini alıyor. Yarım yüzyıl öncesine gidiyoruz ve neredeyse bin sayfa önce izini sürmeye başladığımız gizemli yazar Beno von Archimboldi’nin çocukluğuna dönüyoruz. Yazarın yaşam öyküsünde sürükleyici bir romanda arayabileceğiniz her şey var:
İkinci Dünya Savaşı, Naziler, ormanların içindeki terk edilmiş şatolar, gizli geçitler, kayıp defterler, baştan çıkarıcı bir barones, Paris, Venedik, İtalya'da deliliğin kıyısında gezinen, hastalıklı bir kadınla yaşanan zor bir aşk… Elbette yine hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Fakat romanın sonlarında ufak da olsa bir ışık beliriyor. Archimboldi’nin yazma tutkusu ve yazarken bu kaosa bir anlam verme çabası, onu delilikten biraz uzaklaştırıyor. Belki tam olarak iyileştirmese de en korkunç zamanlarda bile ayakta tutuyor.
Archimboldi’nin hayatı, romanın ilk dört bölümdeki zaman dilimlerini yakaladığında 2666‘nın çemberi de tamamlanıyor. En başından beri beklediğimiz gibi, yazarın yolu da Sonora çölünde, ( Archimboldi’nin Kız kardeşi oğlunun peşinde olması nedeniyle) lanetli Santa Teresa’da son buluyor ve neden devamını da yazılmamış diye hayıflanıyorsunuz.
* * *
Başka bir romancı Jonathan Lethem’in The New York Times’daki eleştiri yazısında dediği gibi, siz 2666‘yı okurken 2666 da sizin aklınızdan geçenleri okuyor. Bolano bilinçaltınızla o kadar güzel oynuyor ki, kitabı elinizden bırakana kadar neye uğradığınızı anlamıyorsunuz. Bıraktıktan sonra ise, 1000 sayfalık gerçek üstü bir deneyim yaşadığınızı düşünüyorsunuz, yine de nasıl olduğunu açıklayamıyorsunuz.
2666 kusurlarıyla, kaprisleriyle, zorluklarıyla kuşkusuz bir sürü insanı kendinden uzaklaştıracak bir kitap. Hele sırf kafa dağıtmak için roman okumayı sevenlere, ağza alınmayacak küfürler ettirecek bir kitap.
Kendi adıma, bugüne kadar okuduğum en zeki, en seksi, en büyüleyici ve de en rahatsız edici az sayıdaki kült romanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
http://www.hikmethukumenoglu.com
Not: Edebiyatçı olmadığım için, (sadece okurum), Bu kadar uzun konu hakkında içerik sahibi olmam mümkün değil tabiki de.
Bu yorum silinmiş
Yukarıda kaynak verilmeden aktarılan yazı Hikmet Hükümenoğlu'na aittir: http://www.hikmethukumenoglu.com/index.php/blog/2666dan-sonra-2/
doganozmurat'ın kendi yazısıymış gibi koyması hoş değil.