Filibeli Ahmed Hilmi; batılaşma sürecinde Osmanlı aydınlarının bilime yönelmesindeki keskin geçişi kabul etmeyerek bilim ve hikmeti bir arada savunan felsefi düşünürlerimizdendir. Üniversitede felsefe öğretmenliği yaptığı sırada oradaki bir sempozyum da “Eserlerinde bazı maddeci, pozitivist düşünürleri savunan Celal Nuri'nin "hakikate ulaşmak için bir tek aracımız vardır: “Bilim" görüşünü, "acaba hakikat nedir?", "hakikatin ölçüsü nedir?" ve "bilim ne demektir ve değeri nedir?" sorularıyla bilimin aslında varsayımlara dayandığını, bu yüzden de değerinin göreceli olduğunu, araştırma ve inceleme sonsuz olduğundan bilimin hiçbir zaman son sözü söylememiş bulunduğunu ve dolayısıyla bilimim hikmetten ayrı olmayacağına dair sorgulayıcı bir düşünce geliştirmiştir. Tabi ben İslamiyetin hakim olduğu bir coğrafyada mantığıma denk düşen kendi inanç sistemimden dolayı konu hakkında kesin bir yargıya varamayacağım zira çok derin bir konu. Kesin olan Filibeli Ahmet Hilmi’nin İslam felsefesini edebi bir dille anlatmaya çalışmış olduğudur. Neyse Filibeli siyasi bir meseleden sürgün edilir daha sonra Meşrutiyetin ilanıyla İstanbul’a geri döner . Gazete ve dergilerde yazmaya başlar. Hatta bu A’mâk-ı Hayâl o dergilerde yayınlanan kısa hikayelerdir. Ölümünden 11 yıl sonra birleştirilerek kitap olarak basılmıştır. Ölümüne gelince zehirlenerek öldürüldüğü bilinir ancak ölümüyle ilgili çeşitli söylentiler vardır. “Masonlukla ve siyonizmle “ ilgili mücadele eden ilk kişilerden olduğu bunun için de Masonlar tarafından zehirlendiği diğer bir söylentiye göre de gazetede yazdığı yazılarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ağır bir şekilde eleştirmesinden dolayı cemiyet tarafından zehirlendiği söylenir. Laiklik anlayışına ters düşen ülkemizde Filibeli gibi yazarları ve yahut ta düşünürleri tanıma şansımız olmuyor ne yazık ki…
Tasavvuf, doğuya yönelme gibi konularda fikir sahibi olmadığım için kitabı belki 5 aydan fazladır okuma işini erteliyordum. Bir alt yapı olmalı, bir zemin oluşturmalıyım derken doğu edebiyatı ve şiire ilgi duymamı sağlayan biri ile tanıştım. Gerçi iki senelik bir arkadaşlık ama ben iki aydır ancak tam anlamıyla farkındayım. Sanırım okumak, birinin varlığını gerçek anlamda fark etmek de dahil her şey “o şey”e hazır olmakla alakalı… Şiire, doğuya ve divan edebiyatına ilgi duyma derken kendiliğimden bu kitabı okumaya karar verdim. Kitabı bir gece oturup sabaha kadar fonda Masar - Le Trio Joubran, Bab-ı esrar ve günlerdir dilimden düşürmediğim Abdülhak Hamit Tarhan’ın “Bir Gazup Şair” dinletileri eşliğinde okudum. Son zamanlarda madde ile mana arasına sıkışıp kaldığım bir dönemde sanırım çıktığım en derin yolculuktu. Bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum ama devamı için nasıl yol alacağımı bilemiyorum o ayrı bir durum. İdrak edebildiğim kadarıyla kitaba gelirsek;
A’mâk-ı Hayâl; “Hayat; sekr anında görülen bir düş değil midir? ...kim bilir ? “ sorusuyla aklımıza yer etmiş sorusuyla felsefe ve tasavvuf üzerine 23 fantastik öyküyü içinde barındırmakla birlikte iki bölümden oluşuyor. Bu hikâyelerden benim en beğendiğim karınca hikâyesidir. Birinci bölümde; kitabın kahramanları dindar bir ailede yetişmiş, iyi bir eğitim almış, içkiden gezip tozmalardan, kendisini tatmin edemeyen arkadaşlarından bunalmış hakikati arayan Raci ile Raci’nin evinin önünden geçerken uğradığı mezarlıkta karşılaştığı Aynalı baba. Hakikat peşindeki Raci; Aynalı babanın çaldığı ney eşliğinde hayal aleminde dokuz gün süren yolculuğa çıkıyor. Bu yokluk tepesinden hiçlik zirvesine oradan alimler meclisine uzanan ilahi yolculukta bugün materyalist anlamda gerçek olmayan ama maneviyatta bir çoğumun ulaşmaya çalıştığı derinliklere yelken açıyor. İkinci bölümde; Raci’nin aklını kaybetmesi ve Manisa tımarhanesindeki günlerini anlatır. Delirmiştir ama huzurludur da. Aynalı baba burada da onu yalnız bırakmaz ve Aynalı babanın ölümünün ardından o da insanlara hakikati gösteren bir mürşit olarak hayatına devam eder. Kitap böyle bilindik bir yol gösteren ermiş hikâyesi gibi görünüyor ama aslolan eserdeki Aynalı babanın anlattıkları. Hatta bir tane de Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u yazarken A’mâk-ı Hayâl’den yola çıkarak yazdığı şu hikayeyi anlatayım.
Bir gün Allah peygamberleri çağırıp sormuş saadet nedir demiş? Her biri kendilerine göre cevap vermişler. Musa : Arzı Mev'uda gitmektir , İsa : Bir yanağına vurana ötekini uzatmaktır , Buda : Hayatta hiçbir arzusu olmamaktır , yollu şeyler söylemiş. Sıra bizim Muhammed' e gelince : Saadet , hayatı olduğu gibi kabul etmektir... demiş. Ne doğru söz! Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona ne bir şey ilave etmeli, ne de ondan bir şey eksiltmeli.
Kitaptan altını çizdiklerim:
- "Görünebileceğin başkasının olmaması ve seni görebilecek başkasının olmaması gerçeğinin verdiği boşluğu bilir misin? Nereden bileceksin? "
- Bu âlemde olan her şey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben “hep”im ya da “hiç”im. Ben “hiç”im ya da “hep”im. Zaten “hiç” ve “hep” aynıdır, tek şeydi