Eylül ayı sanırım en çok bu kitaptan sonra anlamlı oldu. Çünkü en önemli olaylar o ay da oldu. Diğer ayların da anlamlarını, isimlerini nereden aldıklarını o sayfalarda görmek çok hoştu.
Esasa gelirsek, kitabı beğendiğimi söyleyeyim ama yine şu gereksiz uzunluktan yana dertliyim. Tanem’ in hastane süreci çok fazla uzatılmış ve sıkılmama neden oldu. Neyse ki sonradan uyandı da asıl olaylar başladı. Ve diğer bir nokta, birçok karakterin anlatılması dikkatimi dağıttı. Hangisine odaklanacağımı şaşırdım. Doruk ve Asya’ya mı Ahmet ve Sena’ya mı Burak ve Yağmur’a mı? Bilemedim. Bir de üstüne Ailenin büyük sırrı ve biri tarafında Taneme zarar vermek istenmesi eklenince iyice karmakarışık oldu her şey. Ama yine de her karakter kendini sevdirdi. Yağız’ı şu cümleyle anlatabilirim size “Sevmeyi bilen, sevginin en güzel halini yaşatan bir gün gelecek sevdiğini de söyleyebilecekti. Sevdiğini söyleyemeyen, sevmesi güzel Abime.” Bu sözler küçük kardeşine ait. Son sayfaları okurken Yağız’ı kafamda hangi cümlelerle anlatmam gerektiğini bilmiyordum Kalın Kafalı? Belki. Ama bu sözler cuk diye oturdu adama.
Tanem ise çekingen tavırlarıyla ve yağızın peşinden koşmasıyla sinirlerimin odak noktası oldu. Ama yavaş yavaş kendine gelmesi ve elinde ki gücü fark etmesiyle toparladı. Takıldığım bir yer var hafıza kaybı yaşamıyormuş gibiydi. Arada gördüğü geçmişe dair kesitler olmasaydı bu nasıl hafıza kaybı derdim.
Peki, o nasıl bir sondu? Doruk sana etmediğim küfür kalmadı söylemeden geçemeyeceğim. Sırf bu yüzde hemen diğer kitaba geçmem gerekecek.
Son olarak yazarın özel anlarda kullandığı şiirsel anlatımı sayesinde duygusallaşıyorsunuz. Bazı kelimeler çok özenli ve duygu doluydu. Ama şu karışık ve herkesi anlatan tarzını maalesef benimseyemedim. Ve uzatmış olduğu süreçlerde bir ara yeter dedirtmedi değil.
“Ben bir Eylül günü düşlerimi kaybettim. Şimdi de şairin dediği gibi, yüklemi olmayan bir aşkın öznesi oldum. Peki, aşk neydi? Düşlerimi, geçmişimi, kısaca beni, geleceğin karanlık suretine gömmüşken, onlardan vazgeçip yüzümü döndüğüm mü aşktı? Aşk isyan mıydı, yoksa Nazım Hikmet’in dizelerinde betimlediği gibi ‘Gelsene dedi bana, kalsana dedi bana, gülsene dedi bana, ölsene dedi bana. Geldim. Kaldım. Güldüm. Öldüm. ‘ diyen içtenliğin adı mıydı aşk? Yoksa mağrur bir hoşça kal mıydı aşk; yıl yorgunu bedenim bir ‘hoşça kal’a daha hazır mıydı? “