Kitap yazacakken destan yazmak böyle bir şey olsa gerek. Geleceğe yapılmış bir arkeolojik kazı gibi. Bir toplum yaratmak; diliyle, kültürüyle, gelenekleriyle, tarihiyle… Müthiş bir şey. Aslında kitabın başında notlar kısmına gelene kadar neden bilimkurgu sınıfına girdiğini çözememiştim. Böyle tüketim çağında yaşayınca bu kadar doğal adeta yerliler gibi yaşayan bir toplumun gelecekte var olacağını düşünemedim tabi. Olabilir miyiz gerçekten? Her şeyi tamamiyle tükettikten sonra bir başlangıç şansı daha olursa bu sefer doğa ile ama en çok da kendiyle barışık bir toplum olabilir miyiz tüm gezegence? Buradan bakınca gerçekten tam bir ütopya gibi geliyor kulağa. Yalnız bir noktada farklı düşünüyorum. “Ütopyalar imkansızdır. Ama yazabiliriz” demiş Le Guin. Ve yazmış da. Fakat bu yalnızca ütopya değil. Zira Keş toplumu ne kadar ütopik ise Akbaba toplumu da o kadar distopik. Anaerkil ve ataerkil iki toplum örneği var karşımızda. Biri Kızılderilileri hatırlatan felsefe ile doğayla uyum içinde, teknolojiyi yalnızca temel ihtiyaçları kadar kullanarak yaşayıp giderken diğeri Ortadoğu’yu anımsatır şekilde savaşlara, yıkımlara ve tahribata doymayan bir yaşam sürüyor. İnsanoğlu en ütopik ortamda bile rahat durmuyor yani. Sorun gezegende değil bizde. Akıl Kenti ise aslında gayet basit bir mantıkla çalışıyor. Sınırsız bilgi önünüzde, nasıl kullanacağınıza karar vermek de elinizde. Doğaya kafa tutmak mı bir parçası olmak mı? Kulağa bolca küpe ekleyebilecek bir eser.