1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almış bu kitap adından da anlaşılacağı üzere okuduğum en ilginç kitaplardan birisi. Hani kimi zaman “ ölümsüz olsam ya da öleceğim günü bilsem ne güzel olurdu “ diye düşündüğümüz zamanlar olmuştur. Benim ölümsüzlük değil ama öleceğim günü bilmek gibi bir arzum var mesela Gerçi bu kitapta ondanda vazgeçtim ama neyse Kitaba gelecek olursak bu hikâye iki bölümden oluşuyor. İlki adı bilinmeyen ülkenin birinde bir yılbaşı gününün sonrası ülkede kimsenin ölmemesi ile başlıyor. Bir anda ülkeye sevinç yayılıyor fakat sevinmek için erken çünkü kimsenin ölmemesi zamanın durmasıyla değil aksine hayatın tüm sorunları, hastalıkları, kazalarının devam etmesiyle devam ediyor. İnsanları bekleyen ebedi bir yaşlılık, hastalık ve acı…
Tabi cenaze hizmetleri işsiz kaldığı için ilk tepki onlardan geliyor Sonra sigorta şirketleri, huzur evleri, hastaneler, devlet yetkilileri derken ülkenin içine düştüğü kaosu, insanların ölüm ve ölümsüzlük karşısındaki çelişkili tepkilerini, ahlaki çöküşlerini görüyoruz. Tüm bunlar yaşanırken 7 ay geçiyor bir anda işte bu ikinci bölümde ise ölüm geri geliyor ve ölemeyen herkesi alıp götürüyor. Ama artık ölüm eskisi gibi değil daha ilginç bir halde geliyor. Ölecek kişilere 8 gün önceden öleceğini haber veren bir zarf gönderiyor ve insanların ölümü beklerken neler yaşadığını, düşüncelerini okuyoruz. Yalnız tek bir kişiye gönderilen zarf geri dönüyordu işte oradan sonra yaşananlar işi biraz karıştırıyor inanmayacaksınız ama bir aşk doğuyor ama kim kime okuyun değerlendirin
Kitapta kişi hep bir sorgulama içine giriyor en azından bende öyle oldu ve bu ilginç hikâyeyle birlikte bazı gerçekler gün yüzüne çıkıyor.Gerçeklerle yüzleşmek bu olsa gerek. Hayal kırıklığı diyemeyeceğim zaten bildiğimiz şeyler ama yinede insanlık nereye gidiyor diyebileceğiniz iki sonuç çıkardım.
Birincisi; insanlar ölmüyor diye başta cenaze hizmetleri olmak üzere birçok kurum parasızlığın derdine düşüp yasadışı guruplarla işbirliği yaparak insanları ölmesi için sınır dışına çıkarırken yada sahte ölüm raporları hazırlarken görüyoruz ki temelde iyilik, insanların huzur içinde uzun yaşamaları tezi; çıkarlar ve sistem söz konusu olduğunda ikinci plana itiliyor. Sistemin çalışması için gerekli kararlar; ahlaksız, acımasız hatta zarar verici olabilir ama sistemin çalışması her zaman önceliklidir.
İkincisi ise; hani kurumlar bu işin içinde dedik ya ilk başta başkaları konu-komşu bizim için ne düşünür diye kurumların kararlarına tepki gösterenler yaşlı yakınları sonra mesela evlerindeki yaşlıların altını temizlemekten, her şeyi unutmalarından, onlara hizmet etmekten bıkmış olmalarından dolayı onlarda kurumlar gibi yakınlarından vazgeçmek için yasa dışı guruplarla anlaşıyorlar. Ama unuttukları şey “insan eti ağırdır”.
Benim bu kitaptan anladığım en güzel şeyse; ölüm düşüncesinin insana “varlığını” hatırlatıyor ve bunu üzerinde düşünmeye itiyor oluşu. Ölüm aynı zamanda hayatımıza anlam vermedeki en önemli etken.
Ölüm insana çaresizlik ve soğuk gelir ya o hissiyat bu kitabı okurken de kitap bana “benim kurallarım dahilindesin" diyordu adeta. Yazar esprili bir anlatımla kara mizah yapmış ve bunu ölüm temasıyla ustalıkla birleştirmiş. Sayfaları çevirirken yüzümde çoğu kez tebessüm vardı ancak ben bu kadar uzun cümle kuran bir yazar okumadım Kitapta başına ne gelecek diye merak edeceğimiz bir karakter bir kahraman kullanmadan, cümlelerin uzun noktalama işaretlerine yer verilmeden konuşmaların düz bir metinde yazılmış olması kitaptan zaman zaman kopma yaşamanıza neden oluyor zaten o noktada yazar “ şimdi bunu mantıksız bulacak okuyucular için bir açılama yapalım” diyerek okuyucusunu kendisine getiriyor
Kitaptan Altını Çizdiklerim:
•İnsan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz.
•Hayat böyleydi işte, kaşıkla verir sonra bir gün kepçeyle verdiklerinin tümünü geri alırdı.
•Yaşam, enstrümanları akortlu da olsa akortsuz da olsa, devamlı çalan bir orkestradır…
• "...hem nalına hem mıhına vurarak.." bunun altını çizdim çünkü böyle bir cümle İspanyolcada var mı yoksa bizim çevirmenin uydurması mı merak ettim