Okuduğum her kitapla tanışma hikayem farklıdır. Bazı kitapları konusu dikkatimi çektiği için okuyorsam bazı kitapları da yazarları dikkatimi çektiği için okuyorum. İşte yazarı dikkatimi çektiği için okuduğum "Şibumi" buna en güzel örnek.Yazarı niye dikkatimi çekti çünkü kitaplarını kendi ismini kullanmadan "Trevanıan" takma ismiyle yazan, kim olduğu, nerede yaşadığı ve mezarının yeri dahi bilinmeyen bu gizemli adamı merak ettim. Gerçi kimmiş,
nerdeymiş, neymiş bunlar önemli değil aslonan eserdir ama gizemli, enterasan birde kafadan problemli asosyal yazarların yazdığı eserlerde kayda değer oluyor hani :) Mesela başka ilginç detaylarda var yazarın bir kitabında anlattığı bir dağa tırmanma macerasını birisi uygulamaya kalmış ama başaramamış ölmüş. Başka bir kitabında birisi müze soygunu hikayesinden etkilenmiş ve kitapta anlatılan yöntemle Milano müzesinden üç tablo çalmış.O yüzden bu kitabında Nicholai Aleksandroviç Hel'in çıplak elle, oyun kartıyla, kurşun kalemle adam öldürme konusunda sahip olduğu üstün yeteneklerinde detaya inilmeden anlatılmış.
Yazarın Japon hayranlığı hemen göze çarpıyor.Amerikalılar, Araplar, Avrupalılar, Ruslar dahil nerdeyse Japon olmayan herkesi aşağılamış.Genelinde Faşişt bir yaklaşım söz konusu olsa da kapitalist ülkelerin içi boş insanlar yarattığı düşüncesine katılmamak elde değil..
Türkçesi zarafet, nezaket anlamına gelen Şibumi ne demek peki? Kitap buna şöyle cevap veriyor:
-"insan Şibum’i düzeyine gelmek için çok şey mi öğrenmeli?”
-“Daha çok, bilgilerden geçip basitliğe varmak gerek. O kadar doğru bir söz ki cesaretle söylenmesine gerek yok…O kadar dokunaklı bir olay ki güzel olmasına gerek yok…O kadar gerçek ki sahici olmasına gerek yok… Bilgiden çok anlayış. İfade dolu bir sessizlik. Kendini kanıtlama gereği duymayan alçakgönüllülük. Zarif bir basitlik. Büyük bir ruhsal rahatlık ama pasiflik değil. Hakimiyet peşinde olmayan otorite…”
Adeta bir ütopya..Hakimiyet peşinde olmayan bir otorite ne kadar çekicidir hiç düşündünüz mü? Tamamen doğal, kendiliğinden, içinde insan açgözlülüğü, egosu, hırsları ve kıskançlığı olmayan bir otorite.Tıpkı tanrısal otorite gibi. Tanrısal otorite hakimiyet peşinde değildir, zaten hakim olduğunu bilir, hakimiyet peşinde olan tanrısal otoriteyi kendi hakimiyetleri için kullananlardır.
Kitapta Generalle Nicholai arasında santranç benzeri japonlara özgü bir oyun oynanıyor.İsmi GO. 181 tane beyaz taşla oynanan, yerleştirilen taşın yerinin değişmediği ve geri alınmadığı bir oyun. Oyunun kuralı hayatta yaptığımız yada ağzımızdan çıkan bir sözden de geri dönülmeyeceği ilkesiyle bağdaştırılıyor.(tabi oyunda bu ilke de Japonlara özgü zira bizde söz ağızdan çıktı bir kere sadece bir deyim :)
Kitaptaki en güzel bölümler Nicholai Aleksandroviç Hel'in hocası Oteka San’la konuştuğu bölümler.İşte bunlarda en sevdiklerimden hatta "insan nasıl mutlu olur?" bunun cevabı bile var kitapta..
- “İnsanı en mutlu eden şey, ihtiyaçları ile varlıkları arasında bir denge bulunmasıdır. Bütün sorun, bu dengenin nasıl sağlanacağı. İnsan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. Ama bu budalalık olur. Bunu yapmak, arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. Pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi. Öyleyse? Öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. Bunu yapmanın da en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. Dağların,
kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın…”
"Kimseyi bilhassa düşmanını hafife alma" felsefeside kitapta çok güzel anlatılmış.
- “Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık
orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür… Fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder. Hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır…”