Geç 15. Yüzyıldan beri Avrupa’daki politik söyleminin, ağırlıklı olarak polis kavramı etrafında şekillenmiş olduğunu belirterek metni açan yazar; feodalizmin çöküşünden sonra, politik ve hukuki dayatmaların merkezileşmiş ( ve askerleştirilmiş ) bir odağa kayarak oturduğunu, daha önce kilisenin karar verme yetkisi olan birçok konunun şehirlerin gelişmesiyle beraber kent otoritelerinin yetkisine girmeye başladığını vurguluyor. Politik düzenin sağlanması için yeni araçlara gereksinim ortaya çıktığı zaman, zümre temelli düzenin çöküşü “polis” kavramını oluşturduğunu, lordlarından bağımsızlaşan “efendisiz” bireyleri kontrol altında tutmak için polise gereksinim duyulduğunu söyleyen yazar, polisin mandasının idari, ahlaki, hukuki ve sosyal tüm etkileşimlere müdahele edecek kadar toplumsal hayat nüfuz ettiğinin altını çiziyor.
17. yüzyılda ticaret, eğlence gibi alanlarda da polis gözetiminin altına girmeye başlaması ve eğlencelerin kısıtlanması, yasaklanmasının sıklaşması, toplum üzerinde artan polis kontrolünün işareti olduğunu ifade eden yazar, sansür ve politik görüşlerin takibini de üzerine alan polisin varlık nedeninin hiçbir zaman suçun önlenmesi olmadığını belirtiyor. Doğası itibariyle polisin kanunun uygulanmasının değil yönetmenin bir biçimi olduğunu, döneme ait düşünce yapısının toplumsal düzenin doğal ve ilahi olarak takdir edilmiş daha büyük bir düzenin parçası olarak görüldüğü için polis gibi yönetim unsurlarının 17. Yüzyılda düzen fikrinin dönüşüme uğramasıyla ilahi olmaktan çıkan düzen insani olarak algılanmaya başlayınca daha etkin biçimde toplumsal hayata girdiğini söyleyen metin toplumsal düzenin yaratılabileceği, inşa edilebileceği görüşünden destek almakta.
Yazar, düzenin temeli olan refah halinin denetiminin altında yoksulun mevkiine ve bu yeni sınıf tarafından ortaya çıkabilecek özel mülkiyetin yapılarına yöneltilen tehdide ilişki kaygının yattığını, iş gücünün şekillendirilmesi güvenlik ve denetim açısından giderek daha önemli hale gelmesiyle de meşrutiyet kazanarak ; zenginliğin üretilmesinin bir yerde zabt edilmesinin yoksulluk sınıfının zabt edilmesi anlamına geldiği ve polis idaresinin esas nedeni olduğunu açıklıyor. Polis düzenlemeleri çoğunlukla, oluşturulacak ve muhafaza edilecek olan düzenin hiyerarşik bir doğada olduğu algısının dayandığını ancak 18. Yüzyıl liberalizminin bireysel aktörü vurguladıkça mal sahipliği ve egemenlik arasındaki bağları daha da kopardığını da ekleyen metin,feodalizm çökünce ortaya çıkan “efendisiz” insanın “sermayeye” yeni efendisine terk edildiğini belirtiyor.
Uygulamada yükselen liberalizmin görmezden geldiği noktanın daha önceden polis tarafından uygulanan hakimiyet ve disiplinin giderek sermayenin özelliği haline geldiği ve sermaye tarafından uygulanmaya başlandığını; bunun temelinin ise burjuva toplumuna ait olan bağımsız ve salt kendi çıkarı peşinde koşarak mülkiyet edinme özgürlüğünün ideolojik garantisinden aldığının altını çizen yazar, işçi sınıfının ağır ağır politik bünyeye dahil edilmesiyle güvenlik sorunu bir sınıf meselesi haline getirildiğini ifade ediyor. 17 yüzyılın başında çıkan “ yeni yoksulluk yasası” nın gerçekten düşkün olanlar hariç devlet yardımını herkese yasaklayarak toplumun dönüştürüldüğünü, tüm çalışan sınıfın ücretli işçi haline getirildiğini tarihsel kanıtlarla destekleyen metin, ayni ödemelerin ( tekstil işçinin kumaş, medencinin kömür olarak ücret alması gibi üretim girdilerinin ücret olarak verilmesi ) hiçbir yasal dayanak olmadan kesilmesi ve yasalaştırılmasının ardında sermaye dayatmasını ve polis idaresinin olduğunun bu şekilde modern düzenin inşa edildiğini de okuruyla paylaşıyor.
Nakdi ücretin pekiştirilmesi ve emeğin metalaştırılmasının özel mülkiyete dayalı toplumsal düzenin inşasını kolaylaştırdığını belirten yazar, Calquhoun ve Hegel alıntıları yapıyor. Yazar, polise bahşedilen sokak gücü, devletin sınıf şekillendirilmesine ve aynı zamanda sınıf tahakkümüne olan katkısının ifadesi olduğunu, modern anlamda polisin bir sınır bekçisi olduğunu idaresini ise vatandaşları ve sınıflar arasındaki sınırları denetleyerek bazılarının “vatandaş” kategorisinden alınıp “ suçlu” kategorisine alarak ve daha az haklar tanıyarak yapıldığını vurguluyor. Yoksulların dilencilerin en kötü özellikleriyle yüklenmesinin sürekli dilenci, işçi sınıfının ise suçluların en kötü özellikleriyle yüklenerek daima potansiyel suçlu kategorisine alınarak, polis mandasının korkuyla güçlendirildiğini belirten metin, suç üzerine yapılan tartışmaların üstü örtülmüş sınıf tartışmaları olduğunu, egemen sınıfın aktörleri olan şirketlerin düzenleme ve yönetmeliklerle uygulamalarının “ suç” olmaktan çıkarılması yoluyla hakim sınıfın kendini suçlanmaktan öteye taşıdığını belirtiyor.
Yazar, 19. yüzyıldan önce kovuşturucu gövde olmayan polisin, tutuklama ve sorgulama yetkisi olmadığını ancak başarılı bir mahkumiyete dair artan ilgiyle bu yetkileri üzerine çektiğini, parlamento polisin uygulamalarını yasal hale getiren yasalar çıkararak, “ yasal reform “ adı altında tüm kanunsuz uygulamaları zamanla meşru kıldığını ifade ediyor. “ Adalet” ve “polis” kavramlarının birbirlerine fazlasıyla yaklaşarak adaletin varlığı için polisin gerekli olduğu varsayılmasının ön kabul haline geldiği süreçte, devletin şiddet üzerindeki tekelinin polis tarafından miras alındığını belirten Neocleous, sınıflı bir toplumda bu polis şiddetinin burjuva sınıfı adına sağladığından başka anlama gelemeyeceğini ekliyor. Polis ve devleti Foucaultçu analize uygun olarak birbirinden ayırarak incelemenin sağlıklı sonuç vermeyeceğini tüm metni boyunca savunan yazar, Marksist analizlerin jargonunu sıklıkla vurguluyor. Neoliberal dünyada karşılığı bulunmayan küflü ifadeler okuru metinden soğutma riski taşısa da tarafsız ve detaylı yapılan politik analizler ilgiyi canlı tutacaktır.