Adnan Özyalçıner öykücülüğünün dilsel portresiM. SADIK ASLANKARAAdnan Özyalçınerin Toplu Öyküleri (Evrensel Basım Yayın, 2001), yarım yüzyıldır üretimini sürdüren bir yazarın ürünlerini yeniden okuyup alımlama olanağının yanında, 1950 kuşağının dil konusuna yaklaşımını, özenini, kuşağın yazarıyla birlikte bir kez daha gözden geçirme fırsatı veriyor bize. Yayınevi, Özyalçınerin öykülerini dört ciltte bir araya getirmiş Toplu Öyküler 1 (Panayır, Sur), Toplu Öyküler 2 (Gözleri Bağlı Adam, Yağma), Toplu Öyküler 3 (Cambazlar Savaşı Yitirdi, Sağanak), Toplu Öyküler 4 (Alaycı Öyküler, Aradakiler)... Ayak İzleri bu dört cildin dışında yer alıyor (Evrensel, 2000).Adnan Özyalçınerin öyküleri, öykücülüğü, temel duruşu, öyküleme evreleri üzerinde Adam Sanatta, Agorada, yenisayfa.comda durdum da, dil konusuna hiç girmedim.Bütünlemeleri bu kez, Adnan Özyalçıner öykücülüğünün dil portresine özgülemek istiyorum.Özyalçıner, daha ilk öyküler demetinde dilde olgunlaşarak ürünler vermeye koyulduğunu gösteriyor bize. Nitekim Panayırdan sonraki öykü demetlerinde, bunun üzerine çıkıyor değil, bunu sürdürüyor. Bir yanıyla elbette şaşırtıcı. Ama asıl şaşırtıcı olan şu Bir öykücü, delikanlılık çağında, nasıl olur da böylesi dilsel olgunluğa ulaşabilir? Bu soru, 1950 kuşağı öykücülerinin tümü için geçerli bana göre.Dildeki olgunlukErdal Öz, Özyalçınerin dildeki olgunluğu üzerinde özellikle dururken bakın neler söylüyorAdnanla... yazılarıyla daha önce On Üç dergisinde tanıştım. Garip bir Türkçesi vardı. Yaşına başına bakmadan upuzun cümleler kullanıyordu. Ayrıntının yazıdaki önemini çok iyi biliyor, ayrıntıları kullanarak, şaşılası bir beceriyle, upuzun cümleler kuruyor, çok değişik görüntüler yaratabiliyordu. ... Müthiş zeki... Türk edebiyatının alışılmış öykülerinden çok değişik öyküler yazan garip bir yazardı Adnan Özyalçıner.Onun bir yanını kıskanmışımdır. (...) Bizleri anmadı Ataç. Erken öldü. Ama Adnanı, bizden çok önce tanımıştı, yakalamıştı Ataç; hem de 1954te. Günlük adlı kitabında Adnandan iki yerde övgüyle söz ediyor Ataç / (...) Bay Özyalçıner, Türkçeyi iyi kullanıyor, tatlı tatlı anlatmasını biliyor; okumaya başladınız mı bırakamıyorsunuz yazısını. Yarının iyi yazarlarından olacağını umarım. / Bir başka gün de şunları yazmış Ataç / On Üç diye bir dergi var... (...) Yazarları arasında bir Bay Adnan Özyalçıner var, şimdilik bir o biliyor yazı yazmasını; ötekiler öğreniyor daha. / Ataç, iyi yakalamıştı Adnanı. Adnan, gerçekten çok küçük yaşta öğrenmişti iyi yazmasını. Bu yeteneğini çok da iyi kullandı; -aralıklarla da olsa- sürdürdü iyi yazılarını.... Gencecik yaşında ustalığı yakalamış bir yazar... Adnan, daha o yaşta, o ortamda, uzun cümle kurma başarısı gösteriyordu. ... Yabancı sözcüklerden arındırılmış bir Türkçede uzun cümle kurma çabası bence ilk Adnanda görülür. İçimizde uzun cümleyi en başarılı kullanan oydu. (Öykücülüğümüzün 45 Yıllık Çınarı Adnan Özyalçıner, Evrensel Basım Yayın, 1999, 165, 166, 167, 171)Erdal Özün saptaması üzerinde önemle durulmalı. Gerçekten tümcelerini, upuzun katar gibi dizdiğinde, kimi anlı şanlı yazarlarımızda görüldüğünce ne kendini tuzağa düşürüyor Özyalçıner ne de aklınca okura tuzaklar kuruyor kimi toraman akıllıların yaptığı gibi.Erdal Öz, Adnan Özyalçınerin bir mektubundan alıntılar da aktarıyor bu arada, 1959dan gelen belgede Özyalçıner şunları söylüyor(...) Yazmak korkutuyor beni. Çünkü herkesin olabiliyor sözcükler. Yalnız benim olabilmeleri için ne yapmalıyım, bilemiyorum. Elbette herkes gibi ben de onları yığının içinden avuçlayacağım. Bu avuçlamaya kadar her şey yolunda gider her zaman. Bütün iş, avucunun içindekileri ortaya döküp sıraya koymaya, eğitmeye başladığında olup bitiyor. Bu öyle bir sıraya koyuş, öylesine bir eğitim olmalı ki, o bir avuç, bir daha eski, ortadaki yığına dönememeli. (Öykücülüğümüzün..., 171, 172)Aksamayan tümce düzeniAdnan Özyalçıner, daha genç bir öykücüyken olağanüstü bir dil işçiliği gösteriyor. Sözcük seçimi, sözdizimlerini senfonik yapıtla usul ezgi arasında gidip gelerek yayması, kapaması, yükseltip kısması, yaylalara salıp dağlara tırmandırması dikkate değer şölene dönüşüyor. Hiç aksamayan, tıkır tıkır işleyen bir tümce düzeni var yazarın. Zaten 1950 kuşağı öykücülerinin tümü, tümceler kadar bunların ses uyumlarını da çok önemsiyor.Adnan Özyalçıner, ilk öykü kitabıyla birlikte sözcükler, onların değerleri üzerinde çok çok durduğunu gösteriyor. Öte yandan bunları düşünsel anlamda iyice yoğurup yoğunlaştırdığını, alışılmışın üstünde dolulaştırdığını da...Bu arada yazarın, bir küçük oynamayla sözcüklere yeni dolanım olanakları sağladığı da görülmüyor değil!Yazarlığa tam bir inançla başlamasının rolü olabilir bunda. Söyledikleri bunu kanıtlıyor bir ölçüdeİyi yazı yazdığıma, yazacağıma daha orta birdeyken inanmıştım. Okul kompozisyonları dışında yazı yazmaya ortaokul sıralarında başladım. Beni ilk etkileyen öykücü, kalıpçılıktan uzak anlatımıyla Sait Faik oldu. (...) ...Anlatmayı seçtiği kişiler kadar anlatış biçimi de benim için önemliydi. Dili kıvraktı. Anlatımı görüntülemeye dayanıyordu. Orhan Kemal de benim yazarım oldu. (...) Anlattığı kahramanlarla aynı yerde yaşadı. Yaşadıklarını anlattı. Anlatımı katı ve sertti. Yanı sıra en karanlık ortamda bile ışık sızdıran bir yumuşaklığı da taşırdı. Umutlu, aydınlık bir yanı vardı anlatımının. Bir de Haldun Taner ilgimi çekmişti. İstanbulu, İstanbulun orta kesim insanlarını yarı alaycı bir tonda anlatışından etkilendim. En acıklı olaydaki gülünç yanın bile insanı nasıl düşündürebileceğini anladım. Acıklı bir olaydaki gülünçlüğü ortaya çıkarmak alay etmek anlamına gelmiyordu her zaman. Hepsi içiçeBen yaşadıklarımı, yaşadığım gibi anlattım. Öyle de anlatmayı sürdüreceğim. Gülünçlü, acıklı, gerçek, düş diye ayırmadan. Bugünü anlatırken geçmişi, geçmişi anlatırken geleceği unutmadan. Hepsi içiçe. Tıpkı yaşamda olduğu gibi. (Öykücülüğümüzün..., 20, 21, 46, 47)Belki ilk dönemle sonraki dönemler arasında dil, şöyle bir bölümlenmeyle alınabilir olsa olsa ilk evrede, Özyalçıner, dili öyküyü kurgulayan öğe olarak alıp bu, dünyanın her yakasında böyle de okunduğunda anlaşılabilirmiş gibi bir yaklaşım sergiliyor sanki; sonraki dönemlerinde ise öykünün kumaşına katılıyor dil, böyle olunca Türkçe, kendisini hep duyuruyor. Başta Türkçe, salt bir dil olarak değil öykü olarak da bağırırken sonradan dil, hep Türkçe olarak bağırıyor. Denebilir ki ilkin evrensel, genel bir temele yaslanmışken sonradan ulusal, yerel kimlik taşımaya koyuluyor.Özyalçınerin Yağma ile birlikte bu geçiş evresinde; dildeki seçiciliğini, baştaki özenini korumakla birlikte imgelemede somut olgularla ilinti kurmaya; karşıtlıklardan, nesnelerle insanlar arasındaki çelişkilerden yararlanmak üzere bir anlamda basitleştirmeye (yalınlaştırma değil, bu zaten vardı onda), bu arada tümcelerin başlarındaki ve sözcüklerini kaldırmaya yöneldiği gözleniyor.Adnan Özyalçıner, baştan sona, yani yarım yüzyıllık öykü yazarlığında hep soğukkanlı bir dile yaslanıyor. Duyguculuğa yol açmayan mesafeli bir anlatımı yeğliyor. Buna göre onun anlatımı, evet içtenlikli, sıcak, ne ki arada belli uzaklık barındıran soğukkanlı bir öyküleme. Ne duygulandırıcı sözcükler kullanıyor ne söz cambazlıkları yapıyor ne şairaneliğe bulaşıyor ne de tıkız, takır tukur bir anlatım çıkarıyor karşımıza... Tersine pırıl pırıl, her yanı temizlenip arıtılmış bir dille, sözdizimlerine gösterilmiş özenle, sözcük seçimlerindeki titizlikle öne çıkıyor ama bir yanardönerliğe, göz boyamaya, yanılsamaya yol açmıyor, bir yapaylığa olanak tanımıyor kesinlkle...Bir kimyacı gibiOnda, ille eylemi önceleyen, kısa tümcelerle kolayca kavranmayı hedefleyen, konuşma örgülerinin uçuruculuğundan yararlanmayı uman tutumlara da rastlanmıyor. Bir kimyacı gibi (simyacı değil!), her şeyi tek tek ölçüp öyle yerine koyuyor ama sonuçta ortaya bir kuru formül çıkmıyor yine de. Ustalık, burada gösteriyor işte kendisini! Böyle bir dile ulaşmada, yani sözcüklerle örgülenmiş böylesine bir yazılı dil ortaya koyabilmede, onun, bu dilin sözcükleri kadar düşünüşten, duyuş, davranıştan kaynaklanan dilsel tutumunun da büyük payı var. Özyalçınerin dilsel tutumu ne peki? O, ilkönce çok zeki, hatta yer yer cinliklere dayalı bir anlatıma sahip. Yaramaz bir oğlan çocuğu gibi her yanda cirit atıyor; mahallesi, kenti, ülkesi kazan o kepçe her yanı kolaçan edip gözden geçiriyor, her an her an arayışlarını sürdürüyor, sonra birini yakaladığında, birden, bir anda her şeyi anlatıvermek isteyen bir tutum bu! Dedikodu yapar gibi, ama bunun biçiminden yararlanan yalnızca. Arka arkaya aralıksız, söyleyeceklerini soluk almadan bir bir deyiveren, bu arada birbirine geçmeli, kilitlenmeli yöntemle çok gerilere kadar sarkan, dönüp güne, onun da önlerine, geleceğe uzanan, bitirince de birden çıkıp gitmeye davranan bir tutum...Bu noktada Konur Ertopun görüşlerine de yer vermek istiyorumÖykücünün anlattıkları, ayrıntılı bütün betimlemelerine karşın bir kent röportajı olmaktan uzaktır. Kent görünümlerini canlandırırken alabildiğine gerçekçi olan öyküler, bir yandan da masal izlekleriyle, doğaüstü yaratıklarla olağanüstü olaylarla beslenmiştir... Kimi öykülerde insanların Kafkasal aramalar içinde bunaldığı da gözlenir. Kişiler surların dışına bir türlü çıkamazlar; ne yapsalar denize ulaşamazlar... Bütün bu yıldırıcı, ürkütücü görüntülerin sıralandığı öykülerde yer yer alaysama da kendini belli eder. Öykülerin anlatımı gerçeğe dayanan verilerin yanı sıra masaldan, gerçekdışından, kara mizahtan da beslenir. (Öykücülüğümüzün..., 101, 102, 105)Özyalçıner, imgelemede de olağanüstü özenli. Bize her kezinde yeni imgelerle örülü tümceler, sözdizimleri armağan etmek için nasıl yoğun çaba gösterdiğine tanık olmamak olanaksız onun!Serimlemeye çalıştığım dilsel tutumun, sözcüklerle örgülenmiş biçimini kullanıyor Özyalçıner. Bu yüzden kıpır kıpır, fışkırıp köpüren, yer yer duygulandıran, acındıran, şaşırtan, güldüren ama bunları yapmak için hiçbir çabaya girişmeyen, sözcüklerle değil, dilsel tutumuyla buna ulaşan bir yazar o.Yazar, birörnek sözcüğünü belirgin bir yoğunlukta kullanıyor. Aslında onun kimi sözcükleri, vurgu için çokça kullandığı da sezilmiyor değil! Bu arada, örnekse dosdoğru, büsbütün, ıpıssız, oporta, upuzun, sipsivri vb. pekiştirmeli sözcüklere sıklıkla yer açtığı görülüyor yazarın. Bu sözcükler, öyküyü sıkılamasına, okurla arasına hafif bir uzaklık koymasına olanak veriyor görebildiğimce.Yerel söyleyişlere, hatta kimileyin baba memleketi Karamürsel çevresinin sözcüklerine çokça yer açıyor yazar. Örneğin mozalak, nakıl, uğmak, yarka, karartıklık, şenelmek, çabucak, şarpi vb.Sandalya, fasulya yazımları da ilginç yazarın; kimi tiyatro oyuncularımızın da bu biçimde seslendirdiklerini ekleyeyim bu sözcükleri. Sonra kullandığı kimi güzelim Türkçe sözcüklerin de altı çizilmeli onun çevrinti, yamak, arık, bayık, artık (Bu sözcüğü Erdal Öz gibi tıpkı, çöp yerine kullanıyor yazar, günümüzde yaygın yanlışlıkla söylenen atık yerine), ekleştirme, yönetimevi, suluk (sürahi / Tanrım, yayınevinin sözümona düzeltmenleri, bunu iki yerde sululuk [TÖ 3, 320, 325] yapmış, olacak iş değil!), deprenme, boğunuk, kesimyeri vb. Bütün bu güzelliklerin hiç aksamadığı düşünülmemeli elbette. Ama hangimiz, hangi yazar sergilemiyor ki bu tür yanlışlıkları? Doğru olan, gözümüze ilişen yanlışlıkları gösterip, birbirimizi uyarmak bana göre... Bunlardan da örnekler vermek isterim. Halk ağzında aylantus (kokarağaç, kaygusuz vb.) ağacına aylandoz denebilir (TÖ 1, 40) kuşkusuz, bunu yanlış bir yazım biçiminde almanın olanağı yok elbette. Ancak ölünün yıkandığı yer için gusülhane demek yanlış. (TÖ 1, 47) Bunun için gasilhane demeliydi yazar. Mustafa Nihat Özönün Osmanlıca-Türkçe Sözlükünde gâsl sözcüğüne şu karşılık verilmiş 1.Yıkama, temizleme, 2.Ölünün yıkanması; gassal ise ölü yıkayan adam. Şu karşılıklar da Dil Derneğinin Türkçe Sözlükünden. Gasil Ölü yıkama; Gasletmek (Ölüyü) Yıkamak. Aynı sözlük, gusülhanenin karşılığında şunları yazıyor Eski evlerde, içinde yıkanılabilir biçimde yapılmış çinko kaplı küçük bölme.Yayınevinin sorumluluğuYazarın bekleme yapmak biçimindeki söyleyişini de (Ayak İzleri, 58, 97) yadırgadığımı belirteyim. Dolmuş duraklarına bunu böylece yazan Türkçe düşmanı kuruluşlara kanmaya hakkı olabilir mi bir yazarın?Gökyüzünde Ayaklanma (Yağma) adlı öyküde baloncunun, öz soluğuyla (TÖ 2, 172 / içine üfürdüğü solukları [175]) şişirdiği balonları bileklerine bağlayıp havada tuttuğundan söz ediliyor. Açıkça belirtilmemekle birlikte uçan balon yapılıyor böylece. Ancak insan soluğuyla şişen balon uçmaz bildiğim, bunun için balonlara havadan hafif gaz dolduruluyor. Oysa öyküdeki balonlar havada uçmasa bile satıcının bileğine bağlı, yere inmeden havada kalıyor, bu olanaksız.Sonra yazım biçimlerinde bir birlikten de uzak görünüyor kitaplar. Bu yeni basımda yazımların gözden geçirilmediği anlaşılıyor. Bunu ille yazarın yapması gerekmiyor elbette... Yayınevinin sorumluluğu olarak düşünüyorum bunu daha çok, özellikle usta yazarlar konu olduğunda. Ama Toplu Öykülerde, belki önceki baskılardan gelen kimi yazım farklılıkları, elden geçirilmeksizin sürdürülüyor.Örneğin tereotu (TÖ 1, 201), dereotu (TÖ 3, 109) ; apdest (TÖ 1, 212; TÖ 2, 30), abdest (TÖ 2, 41), aptest (TÖ 3, 176); fotör (TÖ 2, 29, 90, 212, 237; TÖ 3, 103, 131; TÖ 4, 118, 152), fötr (TÖ 3, 250)...Öteki yanlış yazımlara değinmeyi gereksiz görüyorum, bana düşen bir iş değil bu! Ancak yine de yayınevini, Türk öykücülüğüne yönelik bu değerbilir tutumu nedeniyle kutlamamak elde değil. Ama hiç değilse dizgi yanlışlarından arındırılabilseydi kitaplar, bari heceleri bölmede, düzeltme imi kullanmada onca yanlışa rastlanmasaydı...Dilsel söyleyişlerÖzyalçınerin dilsel söyleyişlerinden kimi örnekleri de sıralamak istiyorum.Panayır Biber kesilen konuşma, susuz rakı yuvarlamış ses, kırpık sesli horoz, bir tutam duman, bakkal merhabası, arabasından ayrı düşmüş at, oturur oturmaz dalıp gidecek yorgunlukta işçi, yokuşu sürükleyen tramvay, kör duman, bin bir mırıltı çıkaran beyaz başörtüsü, yüze oturmuş güneş, keleş çınar, dur geç polisi, elifi oynatılmayan göz, yağmur çığırtkanı gökgürültüsü, sızıntı mahzen vb.Sur Tanrı artığı korkutucu, ağır ağır gelişen eskime, allı pullu gelinlik yatağında güneş, uçsuzlaşan deniz, eski zaman hayvanı leşi gemi, ulu genişlik, isli ilkçağ çırası, aktardan satın alınmışa benzeyen mavi boncuk göz, yağsız paslı gıcırtı tramvay, kara kalabalık, güneşe su sıçratan sabah fıskiyesi vb.Yağma Kirli bulutlar dolaştıran gök, burunlarında ışığın kırıldığı pırıl pırıl ayakkabılar, her türlü mavilikle uçsuzluğu Tanrı sanan inanmış, suskun aklık, kalabalıkta yitirilen kadınları severcesine, Tanrıyla şehrin yoksullaştırdığı yürek, dosya yığınağı, yağmur boğunukluğu, ölü ağız havuz, karası ışıltılı asfalt, ölüme atanmışlık, ak boynu soru işaretini andıran kuğu, yağmur sıkıntılı gün ortası karanlığı, sise batık ağaç vb.Sağanak İki denizi birleştiren geniş bulvar, dağa çıkıp uçurum inmek, bir damla ses, güneş içinde tüten deniz, üşüntülü gece, zeytinyağı yeşili aydınlık, kar çölü, resim gibi delikanlı, cüzdanlarına güvenen süs düşkünleri, çimdiklenmişçesine kıpırdanan deniz, şehvetin ağdalı uğultusu, tıkırında işleyen makinenin vurdumduymaz düzeni, ayaktan silkelenmiş ayakkabı, kısa uyku uzun düş, bitek bellek, porselen aklığında kar, ıslak sabah, ilkyaz bahçesi ılıklığında yatak, lekesiz cam bardak ışıl ışıl göz, dağılgın duman rengi, yorgun ılıklık, dağılgın duman kümeciği vb.Gözleri Bağlı Adam Karanlığı üstünden hafifçe sıyırmış gökyüzü, başları kızarmış bulutçuk, katı uyku, rüzgâr yemiş ince fidan salıntısı, çarktan yeni çıkmış makine adam havası vb.Cambazlar Savaşı Yitirdi Hep kışta kalmış sokak, ipe dizili tespih tanesi renk renk otomobil, su duruluğunda göz, taşları karartık yapı, kızgın yaz, yeniyetme apartman vb.Alaycı Öyküler Kırpık ses, ütülenmiş kumluk, odalarına kapatılmış kadın gölgeleri, ölü sarılığında lamba, kamburlaşmış sayfa, ışıldayan mavilik vb.Ayak İzleri Taşlardan sekerek akan su, aracın uçurumları koklayan burnu, kınalı söğüt, cetvel gibi uzanan asfalt yol, ak köpükle yıkanan el, uzun süren tutsaklık kış vb.Aradakiler Çıkmazdaki Yalancıdolma parmak, birbirinin içinde eriyen insanlar, güneş bulaşığı insanlar, arık at, güneş artığı yol, büyük büyük bakan çocuk, alaca akşam, ışıyıveren yarım ay, ışıltılı kavak, pide yatak vb.; Gezginci Seyfo Sokak lambasının yere zeytinyağı dökülmüş duygusu veren sarımsı ışığı vb.Adnan Özyalçınerin, tümce başlarına yerleştirdiği ve sözcüklerinin dağılımı da, yazarın dilsel tutumuna değgin ilginç bir ipucu sergiliyor. İlk öykülerinde tümce başlarında ve sözcüğünü kullanmaya çok iştahlı görünen yazarın, sonraları bu iştahını yavaş yavaş yitirdiği, hatta sonlara doğru bunu bıraktığı gözleniyor, son öykülerinde zaten hiç kullanmıyor. İlginçliği nedeniyle bu dağılımdan da örnekler vermek isterim.Ve sözcüğüyle başlayan tümcelerin kitaplara dağılımıPanayır 25; Sur 10; Yağma 4; Sağanak 5; Gözleri Bağlı Adam 1; Cambazlar Savaşı Yitirdi -; Alaycı Öyküler -; Ayak İzleri -; Aradakiler Çıkmazdaki (1962) 14; Batak (1977) 1; Gezginci Seyfo (1999) -Demir Özlünün dile getirişiyle, Adnan Özyalçıner hikâyeci olarak doğanlardan... Başlangıçtan beri hikâye yazmayı biliyordu. Gelişmiş bir anlatım sanatıyla çıkmıştı ortaya. Bugüne kadar hikâye sanatına bağlı kalışı da bunun göstergelerinden biri... (Öykücülüğümüzün..., 191)Zaman zaman, basbayağı şiir yarattığı savlanabilir Özyalçınerin. O, öykünün dilde başlayıp dilde bittiğini çok iyi biliyor çünkü, hemen her öyküsünde yeniden yeniden gösteriyor bunu. Ders kitaplarına alınabilecek, çocukları, gençleri derinden etkileyecek güzellikte pek çok kesite rastlanabiliyor onun öyküleri içinde.1950 kuşağı öykücüleri, dildeki egemenlikleriyle hâlâ göz kamaştırıyor zaten. 45 yıllık çınarBu anlamda dil bağlamında da önemli bir öykücü Adnan Özyalçıner bana göre. Ama biz bunun ayırdında mıyız? Umalım ki, yarım yüzyıl sonra, şu yıllarda yazarlığa adım atan gençler, Özyalçınerden, kuşağın öteki yazarlarından bu yolda dersler almayı, mesleğe girmenin zorunluluğu olarak değerlendirir...Bu açıdan Toplu Öykülerin çok önemli bir işlevinin, yararının olduğu kanısındayım. Bunların yanına Ayak İzleri de alındığında, Öykücülüğümüzün 45 Yıllık Çınarı Adnan Özyalçıner kitabı da eklendiğinde altı ciltlik bir toplam çıkıyor ortaya. Bu yapıtlar bir yandan usta bir öykücünün yaşamöyküsünü getiriyor önümüze, bütün ayrıntılarıyla birlikte; öte yandan yazarın, bunları, birer öykü gereci olarak nasıl kullandığını da gösteriyor bize. Nerelerden nasıl yararlandığını; bunları dümdüz öyküleştirmeyip nasıl dönüştürüme uğrattığını ortaya koyuyor. Yani yazar, kendi yaşam gereçlerini laboratuvara alıyor, orada nasıl öyküleştirdiğini gösteriyor bir açıdan.Öyküyü sevenlere, genç öykü yazarlarına, genç öykünün adaylarına önermek istiyorum bu yapıtları; üzerinde çalışmaları gereken bir takım bu aynı zamanda.
Adnan Özyalçıner öykücülüğünün dilsel portresiM. SADIK ASLANKARAAdnan Özyalçınerin Toplu Öyküleri (Evrensel Basım Yayın, 2001), yarım yüzyıldır üretimini sürdüren bir yazarın ürünlerini yeniden okuyup alımlama olanağının yanında, 1950 kuşağının dil konusuna yaklaşımını, özenini, kuşağın yazarıyla birlikte bir kez daha gözden geçirme fırsatı veriyor bize. Yayınevi, Özyalçınerin öykülerini dört ciltte bir araya getirmiş Toplu Öyküler 1 (Panayır, Sur), Toplu Öyküler 2 (Gözleri Bağlı Adam, Yağma), Toplu Öyküler 3 (Cambazlar Savaşı Yitirdi, Sağanak), Toplu Öyküler 4 (Alaycı Öyküler, Aradakiler)... Ayak İzleri bu dört cildin dışında yer alıyor (Evrensel, 2000).Adnan Özyalçınerin öyküleri, öykücülüğü, temel duruşu, öyküleme evreleri üzerinde Adam Sanatta, Agorada, yenisayfa.comda durdum da, dil konusuna hiç girmedim.Bütünlemeleri bu kez, Adnan Özyalçıner öykücülüğünün dil portresine özgülemek istiyorum.Özyalçıner, daha ilk öyküler demetinde dilde olgunlaşarak ürünler vermeye koyulduğunu gösteriyor bize. Nitekim Panayırdan sonraki öykü demetlerinde, bunun üzerine çıkıyor değil, bunu sürdürüyor. Bir yanıyla elbette şaşırtıcı. Ama asıl şaşırtıcı olan şu Bir öykücü, delikanlılık çağında, nasıl olur da böylesi dilsel olgunluğa ulaşabilir? Bu soru, 1950 kuşağı öykücülerinin tümü için geçerli bana göre.Dildeki olgunlukErdal Öz, Özyalçınerin dildeki olgunluğu üzerinde özellikle dururken bakın neler söylüyorAdnanla... yazılarıyla daha önce On Üç dergisinde tanıştım. Garip bir Türkçesi vardı.... tümünü göster