Tanrının öldürüldüğü bir cinayet mahallinde olan bitenleri acımasızca söze dökmüştü Nietzsche. En yüce değerleri bile yoksaymış güç istemini biricik doğru saymış, insanla yetinmeyip üstüninsana yönelmiş, olanaklı tek ufuk olarak bengi dönüşü göstermişti. Nietzscheden sonra hiçbir şey eskisi gibi olamazdı, olmadı da. Heidegger artık yeryüzünde duyulmayanı, unutulmuş olanı anımsamak için durmadan varlığa duyulan özlemin kol gezdiği geçit vermez ağaçlarla kaplı ormanlarda varlığın çobanı olarak, ola ki bir başkasının bir daha yürüyemeyeceği sapa düşünme yolları açtı. Foucault unutulmuş, unutturulmuş, üstleri iyiden iyiye örtülmüş aşırılıkları gün yüzüne çıkartmak amacıyla bıkıp usanmadan tarihin olağan, yerleşik, bildik toprak katmanlarını kazdı. Derrida söke söke bitiremiyor iki bin yıldır örüle gelmiş düşünce ilmeklerini, biri diğerine hep üstünlük taslayan biribirine kenetli karşıt kavramları; dilimize doladığımız, başımıza sardığımız Batı metafiziğinin tasarım kördüğümlerini. Ama aralarında bulunan onca ayrıma karşın ortak bir aşırılığı buluyoruz dördünde de: Düşüncenin yatağını değiştirme isteğinin dışavurumu; çekiçle, açmakla, kazmakla, sökmekle yapılan bir düşünme savunusu; üstelik çoktan sona ermiş bir öyküye rağmen.Allan Meglll, bu dört düşünürün bıraktığı izleri daha geniş bir bağlama yerleştirerek, didiklenmemiş estetizm leri üzerine yoğunlaşarak çıkarıyor aşırılığın soykütüğünü. Yükseklerden gelen sağaltıcı seslerine kulak vermemizin gereğini, içine tıkılıp kaldığımız benliklerimizi, sıkışıp kaldığımız durumları aşma yetimizi nasıl, ne ölçüde geliştirdiklerini açımlayarak tanıtlıyor. Aşırılıkları ışığında dört düşünüre ilişkin verdiği tüm açımlamalarını, günümüzün canalıcı tartışma konusu modernizm ile postmodernizm açmazının art-yöresinde geliştirdiği oldukça özgün denebilecek kriz-odaklı çözümleyişi doğrultusunda yürütüyor.Hep sınır boylarında dolaşmış uçbeylerinin gezintilerini, yakın geçmişimizin belleği olagelmiş bu dört düşünürün aşırılıklarını bir de Megillin dillendirişinden izlemeye
Tanrının öldürüldüğü bir cinayet mahallinde olan bitenleri acımasızca söze dökmüştü Nietzsche. En yüce değerleri bile yoksaymış güç istemini biricik doğru saymış, insanla yetinmeyip üstüninsana yönelmiş, olanaklı tek ufuk olarak bengi dönüşü göstermişti. Nietzscheden sonra hiçbir şey eskisi gibi olamazdı, olmadı da. Heidegger artık yeryüzünde duyulmayanı, unutulmuş olanı anımsamak için durmadan varlığa duyulan özlemin kol gezdiği geçit vermez ağaçlarla kaplı ormanlarda varlığın çobanı olarak, ola ki bir başkasının bir daha yürüyemeyeceği sapa düşünme yolları açtı. Foucault unutulmuş, unutturulmuş, üstleri iyiden iyiye örtülmüş aşırılıkları gün yüzüne çıkartmak amacıyla bıkıp usanmadan tarihin olağan, yerleşik, bildik toprak katmanlarını kazdı. Derrida söke söke bitiremiyor iki bin yıldır örüle gelmiş düşünce ilmeklerini, biri diğerine hep üstünlük taslayan biribirine kenetli karşıt kavramları; dilimize doladığımız, başımıza sardığımız Batı metafiziğinin tasarım kördüğümlerini. Ama aralarında bulunan onca ayrıma karşın ortak bir aşırılığı buluyoruz dördünde de: Düşüncenin yatağını değiştirme isteğinin dışavurumu; çekiçle, açmakla, kazmakla, sökmekle yapılan bir düşünme savunusu; üstelik çoktan sona ermiş bir öyküye rağmen.Allan Meglll, bu dört düşünürün bıraktığı izleri daha geniş bir bağlama yerleştirerek, didiklenmemiş estetizm leri üzerine yoğunlaşarak çıkarıyor aşırılığın soykütüğünü. Yükseklerden gelen sağaltıcı seslerine kulak vermemizin gereğini, içine tıkılıp kaldığımı... tümünü göster