Yazdıklarında yarattığı Kafkaesk dünyayla modern İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyetten Türkçede ilk çeviri Varlık dergisinin 1 Aralık 1957 tarihli sayısında çevirmen adı belirtilmeden yayımlanan Üç Damla Kan öyküsüydü (1957). Yirmi yıl sonra ise başka bir öyküsü, bu kez Behçet Necatigilin çevirisiyle, Türkçeye kazandırıldı: Sahipsiz Köpek (Varlık, Aralık 1977).Necatigilin değerlendirmesiyle Roman ve hikâyelerinin konularını yoksul halk kesimlerinden alan, gerçekleri sosyal-devrimci bir yaklaşımla ve korku yüklü fantastik bir hava içinde değerlendiren ... , bir yandan da yalnız adamın varlık nedenlerini araştır(an) Sâdık Hidâyetin Türkçede ilk kitabı ise, yine Behçet Necatigilin unutulmaz bir çeviriyle dilimize kazandırdığı başyapıtı, tek romanı (ya da novellası) Kör Baykuş (Bûf-i kûr, 1936; Varlık, 1977) oldu. (Hidâyetin, Rıza Şahın baskı yönetimi yüzünden gittiği ve eski İran tarihinin metinlerini aslından okuyabilmek için Pehlevice öğrendiği Hindistanda yayımladığı bu kitap, İranda yasaklanmıştı.) André Rousseauxnun yüzyılımız edebiyat tarihinde bir kilometre taşı diye övdüğü Kör Baykuş, Fransızca, Rusça, İngilizce, Almanca, Macarca ve Çekçeden sonra aktarıldığı Türkçede, aynı zamanda çağdaş İran edebiyatından ilk roman örneğini oluşturuyordu. Necatigil, 1978de yazdığı Türkiyede Çağdaş İran Edebiyatı / Doğumunun 75. Yılında Sâdık Hidâyet yazısının sonunda şu dileğini dile getiriyordu: Ben, Sâdık Hidâyeti Türkçedeki iki hikâyesi ve tek romanı Kör Baykuşla sevdim. Vakti gelse de başka hikâyeleri ve masalları da çevrilse, diyorum. Bu dileğin gerçekleşmesi yolunda ilk adım, Kör Baykuşun önceli sayılan, ayrıca bu kitapla ve Üç Damla Kanla birlikte Hidâyetin üçlemesini oluşturan Diri Gömülenin (Zinde be-gûr, 1930) 1995 yılında Mehmet Kanarın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınlarından çıkmasıyla atıldı. (Kör Baykuş dışında, Türkçede şimdiye kadar yayımlanan bütün Sâdık Hidâyet kitapları Kanarın çevirisiyle YKYden çıkmıştır.)1997de ise Hidâyetin çok yönlü insan ve yazar kimliğinin önemli bir yanını açığa çıkaran Vejetaryenliğin Yararları (Fevâid-i giyahhârî, 1927) yayımlandı. Kendisi de vejetaryen olan Hidâyet, Hazret-i Alinin Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın sözüyle başladığı bu kitapta vejetaryenliği bütün boyutlarıyla ve nerdeyse bir dünya görüşü düzeyinde inceliyordu.1998de çıkan Hacı Agada (Haci Aga), Sâdık Hidâyetin, İranın sermaye çevrelerinin ve dini bile çıkarlarına alet etmekten çekinmeyen yüzsüz politikacıların ipliğini pazara çıkaran gerçekçi taşlama yazarı yanıyla karşılaştık. 1999da Üç Damla Kanın (Se katre hûn, 1932) yayımlanmasıyla Hidâyetin üçlemesi tamamlanmış oldu. Hidâyet bu kitabında da, Kafka gibi modernlerin izinde bir yazar kimliğiyle, bunaltılı, karabasanlı bir dünya çiziyor, yalnızlık, gerçek dünyadan kaçış, boşluk duygusu ve ölüm gibi temel izleklerini sürdürüyordu. Aynı yıl çıkan Hayyamın Terânelerinde ise Ömer Hayyamı ve rubailerini bütün boyutlarıyla inceleyen bir araştırmacı olarak gördük Hidâyeti. Sâdık Hidâyetin Türkçede şimdilik son kitabı, adını Necatigilin yıllar önce Sahipsiz Köpek adıyla dilimize çevirdiği öyküden alan Aylak Köpek (Seg-i vilgerd, 1942). Üçlemesinin devamı sayılabilecek kitaplarından biri olan Aylak Köpek, Hidâyetin yaşam ve toplum görüşünün İkinci Dünya Savaşının getirdiği yıkımla çok olumsuz bir havaya büründüğü, inziva ve intiharın kaçış yolu olarak gösterildiği, mutluluğu bu dünyada bulmanın mümkün olmadığının ele alındığı yedi öyküden oluşuyor.Hidâyet bu öykülerinde geniş ölçüde Freuddan yararlanıyor. İnsanın doğal ihtiyaçları ile insani ve mantıki ihtiyaçlarının çeliştiğini gösteriyor. Bütün yazdıklarında yaptığı gibi, bir bakıma kendini anlatıyor. TADIMLIKZerrinkülah Gulbebûnun karısı olma umudunu besleyebilir miydi acaba? Oysa henüz kocaya varmamış iki ablası vardı. Üstelik annelerinin gözünde öbür ikisinden de bahtıkara değil miydi? Çünkü o dünyaya gelmeden babası ölmüştü. Annesi Sen yedin babanın başını! diye başına kakar durur, kademsizlikle suçlardı onu. Fakat aslında, annesi Zerrinkülahı doğurduktan sonra sıtmaya yakalanmış ve iki ay boyunca yatmıştı. Bu yüzden hoşlanmazdı annesi ondan. O gün gurub vakti bütün işçiler paydos edip engebeli arazi üstünde kahverengi sicimlerle örülmüş gibi duran asmalıkların arasından çıktılar; Siyahâb ırmağına doğru yönelip üzümleri her günkü gibi köyün aksaçlısı Mandegar Aliye teslim ettiler. Zerrinkülah, annesi ve Mihribanu yolda karşılaştıkları Gûgul ile beraber yüksek burçlu kerpiç kalelerine doğru yürümeye başladılar. Zerrinkülah yolda Gulbebûya olan aşkından söz etti Mihribanuya. Mihribanu da onu teselli etti ve elinden gelen yardımı esirgemeyeceğine söz verdi. Zerrinkülah için ne çetin bir gece geçmişti! Gece mehtaplıydı. Uykusu tutmuyordu; su içmeye kalktı. Sonra sundurmaya çıktı. Hayır, hiç uyumak gelmiyordu içinden. Hafiften bir esinti vardı. Göğsü açık olsa da soğuğu hissetmiyordu. Odada bir ejderha gibi uyuyan annesinin horultusunu işitiyordu. Her an uyanıp ona seslenebilirdi; ama ne önemi vardı? Çünkü tüm vücudunun coşup kaynadığını hissediyordu. Ayaklarının ucuna basa basa havuz başına gitti, nar ağacının altında durdu. Bu saatte ağaç, yer, gök, yıldızlar, mehtap, hepsi özel bir lisanla konuşuyorlardı sanki onunla. Şimdiye kadar hissetmediği hüzün ve zevk verici bir haldi bu. Ağaçların, suların, meltemin, hatta evin yüksek duvarlarının ve içine hapsolduğu kalenin, havuz yalağındaki yoğurt çömleğinin dilini pekala anlıyor ve yüreğinde hissediyordu. Yıldızlar havaya saçılmış çiy taneleri gibi titrek aydınlıklarıyla zayıf ve korkak korkak ışıldıyordu. Bütün bunlar ve sıradan, önemsiz her şey tuhaf, olağandışı ve gizemli gelmeye başladı ona. Uzak ve bilinmez anlamları vardı ve kavrayamıyordu. Gayri ihtiyari elini göğsünde, memelerinde ve kollarında gezdirdi. Gece meltemi saçlarını dağıtmıştı. Nihayet havuz başına oturdu. Boğazı düğümlenmişti. Başladı ağlamaya. Ilık gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Bu yumuşak ten, bu ince bel Gulbebûnun sarması için yaratılmıştı. Küçük memeleri, kolları, tüm vücudu toprağın altına girse ne iyi olurdu! Annesinin evinde küfürle, talihsizlikle kırış kırış olup, memelerinin sarkmasından, yaşamının boşu boşuna, amaçsız ve aşksız yitip gitmesindense toprağın altında çürümesi daha iyiydi. Bu öfkenin, boğazında düğümlenen şu bedbahtlığın şerrinden kurtulmak için toprakta sürünmek, üstünü başını paralamak istiyordu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Yaşamı boyunca karşılaştığı tüm acı olaylar gözünde canlandı. İşittiği küfürler, yediği dayaklar. Henüz küçük bir çocukken annesi kafasına bir yumruk indirir, eline bir parça ekmek verir, kapının önüne oturturdu. O da kel, gözü illetli çocuklarla oynardı. Bir güleryüz, en küçük bir şefkat dahi görmemişti annesinden. Bütün bu talihsizlikler on kat daha büyümüş, korkunçlaşmıştı gözünde. Yine de Mihribanu ile annesi onu teselli ediyor ve ne zaman annesinden dayak yese, onların evine sığınıyordu. Zerrinkülah gözyaşlarını giysisinin yeniyle sildi ve birazcık yatıştığını hissetti. Izdırabı ve içindeki isyan ateşi sönünce rahatladı. Bilinmez bir sakinlik kapladı ansızın tüm vücudunu. Gözlerini kapayıp ılık havayı kokladı. Ama Gulbebûnun yüzü gitmiyordu gözünün önünden. On on iki batmanlık denkleri saman çöpü gibi kaldırıp eşeğin sırtına koyan güçlü kolları, kumral dik saçları, kızıl kalın ensesi, bitişik gür kaşları, gür ve dolaşık sakalı. Artık anlamıştı tasarladığı sınırlı dünyanın ötesinde bir başka dünya olduğunu.
Yazdıklarında yarattığı Kafkaesk dünyayla modern İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyetten Türkçede ilk çeviri Varlık dergisinin 1 Aralık 1957 tarihli sayısında çevirmen adı belirtilmeden yayımlanan Üç Damla Kan öyküsüydü (1957). Yirmi yıl sonra ise başka bir öyküsü, bu kez Behçet Necatigilin çevirisiyle, Türkçeye kazandırıldı: Sahipsiz Köpek (Varlık, Aralık 1977).Necatigilin değerlendirmesiyle Roman ve hikâyelerinin konularını yoksul halk kesimlerinden alan, gerçekleri sosyal-devrimci bir yaklaşımla ve korku yüklü fantastik bir hava içinde değerlendiren ... , bir yandan da yalnız adamın varlık nedenlerini araştır(an) Sâdık Hidâyetin Türkçede ilk kitabı ise, yine Behçet Necatigilin unutulmaz bir çeviriyle dilimize kazandırdığı başyapıtı, tek romanı (ya da novellası) Kör Baykuş (Bûf-i kûr, 1936; Varlık, 1977) oldu. (Hidâyetin, Rıza Şahın baskı yönetimi yüzünden gittiği ve eski İran tarihinin metinlerini aslından okuyabilmek için Pehlevice öğrendiği Hindistanda yayımladığı bu kitap, İranda yasaklanmıştı.) André Rousseauxnun yüzyılımız edebiyat tarihinde bir kilometre taşı diye övdüğü Kör Baykuş, Fransızca, Rusça, İngilizce, Almanca, Macarca ve Çekçeden sonra aktarıldığı Türkçede, aynı zamanda çağdaş İran edebiyatından ilk roman örneğini oluşturuyordu. Necatigil, 1978de yazdığı Türkiyede Çağdaş İran Edebiyatı / Doğumunun 75. Yılında Sâdık Hidâyet yazısının sonunda şu dileğini dile getiriyordu: Ben, Sâdık Hidâyeti Türkçedeki iki hikâyesi ve tek romanı Kör Baykuşla... tümünü göster
Birbirinden ilginç öyküler barındıran Sadık Hidayet eseri. Ölüm ise öykülerindeki gizli baş karakter.
Karanlık Oda en beğendiğim öykü oldu. Hoş bir dil, bitirdiğinizde bir sonraki öyküye geçebilmek için birkaç dakika durmanız gereken sizi kendi içine çok kolay çeken öyküler. Tavsiye olunur.
Birbirinden bağımsız gibi görünüp, aynı yola çıkan yedi ayrı hikayenin bulunduğu bir kitap. Karanlık Oda, Çıkmaz ve Aylak köpek isimli hikayeler diğerlerinden sıyrılarak daha çok beğenimi topladı.Hikayelerin kısa olması, kısa bir zamanda güzel bir kitap okumanızı sağlayacak.
Kitap yedi farklı hikayeden oluşuyor ve hepsi de birbirinden karamsar.İlk hikaye Aylak Köpek'te bir köpeğin geçmişe duyduğu özlem ve özgür olabilmesi için geçmişinden kaçışını anlatıyor.Kerec Don Juanı hikayesinde piyasa aşklarıyla alay ediliyor.Beni en çok etkileyen hikaye Karanlık Oda oldu.
Sadık Hidayet çok sıkıcı bir yazar. Bir de öykü finalleri çok kötü.
84 sayfa