Adana'da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce. Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu ve Beyrut ile Fransa arasında yaşamı sürüklenen İsyan. Doğunun Limanları bu yüzyılın başını, bir insanın trajik tarihinin içinden anlatıyor. Grubun dışında kimsenin, eylemlerimden kuşkulanmadığından emindim. Ancak bir gün, son sayıyı almak için Ballon dAlsace birahanesine gittiğimde, jandarmanın bira kamyonunu sardığını gördüm. Askerler gidip geliyor, gazete tomarlarını taşıyorlardı. Birahane, çınar ağaçları ile çevrili bir meydana bakıyordu ve patron, güzel havalarda dışarıya masalar koyardı. Meydana altı küçük sokaktan çıkılırdı. Gerekli bir önlem olarak, her zaman aynı sokaktan gelmezdim. O gün, birahaneye bir hayli uzak bir sokaktan gitmiş ve neler olup bittiğini zamanında görebilmiştim. Dümdüz yürümeye devam etmiş, önce yavaş, sonra hızlı daha sonra da koşarak yoluma devam etmiştim. İçimde korkudan başka, başarısız olmanın verdiği üzüntüden başka, bir de suçluluk duygusu vardı. Böyle durumlarda bu her zaman hissedilir ama bende hafif bir duygudan öte bir şeydi. Jandarmaların dikkatini çeken ve peşine düştükleri ben miyim, birahanedeki gizli yerin ortaya çıkması benim yüzümden mi diye durmadan düşünüp duruyordum. Neden ben? Çünkü birkaç hafta önce beni endişelendiren ama daha sonra üzerinde durmadığım bir olay olmuştu. Bir öğleden sonra, evden çıktığımda, nöbet tuttuğu açıkça belli olan bir jandarma ile burun buruna geldim; beni görünce allak bullak olmuş, merdivenin altına saklanmaya kalkışmıştı. Önce merak etmiş, dikkatli olmam gerektiğini düşünmüş ama sonra omuzlarımı silkmiş, bu olaydan ne Brunoya ne Bertranda söz etmiştim. Oysa şimdi vicdan azabı çekiyordum. Bu gerçek bir işkenceydi. O gün, birahaneden uzaklaşınca, oturduğum semte yöneldim, Montpellierde adına Yumurta denilen Komedi Alanının yanıbaşına... Ama doğrusu bu muydu? Aslında, üç türlü hareket edebilirdim: hemen yok olabilir, gara gidip ilk trene atlar, yakalanmaktansa bilinmeyen bir yere gidebilirdim. Soğukkanlılıkla odama gider, tehlikeli olabilecek her kâğıdı yok eder, kimse beni ihbar etmeyecek ümidiyle normal yaşamıma dönebilirdim. Bir de orta yol vardı: odama gider, düzene sokar, ihtiyacım olabilecek birkaç parçayı yanıma alır, ev sahibi Madam Berroya arkadaşlarımın beni sayfiyeye davet ettiklerini söyler, bu da aniden yok oluşumla ilgili kuşkuları dağıtmış olurdu. Bu sonuncusunu seçtim. Panik ile güven arası bir duyguyla. Yolda sağa sola sapmış, beni izlemiş olanların işlerini zorlaştırmak istemiştim...
Adana'da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce. Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu ve Beyrut ile Fransa arasında yaşamı sürüklenen İsyan. Doğunun Limanları bu yüzyılın başını, bir insanın trajik tarihinin içinden anlatıyor. Grubun dışında kimsenin, eylemlerimden kuşkulanmadığından emindim. Ancak bir gün, son sayıyı almak için Ballon dAlsace birahanesine gittiğimde, jandarmanın bira kamyonunu sardığını gördüm. Askerler gidip geliyor, gazete tomarlarını taşıyorlardı. Birahane, çınar ağaçları ile çevrili bir meydana bakıyordu ve patron, güzel havalarda dışarıya masalar koyardı. Meydana altı küçük sokaktan çıkılırdı. Gerekli bir önlem olarak, her zaman aynı sokaktan gelmezdim. O gün, birahaneye bir hayli uzak bir sokaktan gitmiş ve neler olup bittiğini zamanında görebilmiştim. Dümdüz yürümeye devam etmiş, önce yavaş, sonra hızlı daha sonra da koşarak yoluma devam etmiştim. İçimde korkudan başka, başarısız olmanın verdiği üzüntüden başka, bir de suçluluk duygusu vardı. Böyle durumlarda bu her zaman hissedilir ama bende hafif bir duygudan öte bir şeydi. Jandarmaların dikkatini çeken ve peşine düştükleri ben miyim, birahanedeki gizli yerin ortaya çıkması benim yüzümden mi diye durmadan düşünüp duruyordum. Neden ben? Çünkü birkaç hafta önce beni endişelendiren ama daha sonra üzerinde durmadığım bir olay olmuştu. Bir öğleden sonr... tümünü göster
Hiç Amin Maalouf okumamış olmanın verdiği ağırlık üzerimden kalkarken, tanıştığıma memnun olduğumu ve devamının geleceğini söylesem şimdilik yeterli olur sanırım.
Sevgili eşimin (o zamanlar sevgili idik tabii =)) beni ağına düşürmek için kullandığını düşündüğüm, Amin Maalouf'un o harika tarihsel dünyasına ilk adımı attığım roman. Amin Maalouf'un tüm kitaplarını şiddetle tavsiye ederim.
Harika bir kitap, bir baba çocuğunun adını isyan koyar mı hiç? aşk hüzün ve vuslat..
Önce neden Amin Maalouf okumak için bu kadar geç kaldığımı sorguladım, sonra kitabın kurmaca mı gerçek bir hikaye mi olduğunu. En sonunda ise bir insanın bir insanı ne kadar bekleyebileceğini.. Kesinlikle atlanmaması gerekiyor...
Lübnan asıllı Amin Maalouf 1975’te çıkan iç savaş nedeniyle Fransa’ya gitmiş ve hâlâ orada yaşamaktadır. Eserlerini Fransızca yazan yazar, Orta Doğu'yu ve Batı'yı iyi tanıyan ve bu iki kültürü eserlerinde çok iyi harmanlayarak yazar. Kitapları kırktan fazla dile çevrilen yazarın Doğunun Limanları adlı kitabı Semerkant'tan sonra okuduğum ikinci kitabı. Bu kitapta içinde bulunduğumuz, kimimizin sağır dilsiz olup gözünü kapadığı, kimimizin uzaktan izlediği, kimimizin de bizzat yaşayarak canının yandığı hayatları, tarihi olayları, savaşın insanlar üzerindeki etkilerini, yazarın konuyu ele alış biçiminden ve hikayenin oryantalist pembe dizi kıvamında yazılmış olmasından yola çıkarak bizzat yaşamış gibi hissediyorsunuz. Anlatım öyle etkileyici ki gözümü kapattığımda Orta Doğudayım. İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” diye çok sevdiğim bir sözü vardır. Evet, Orta Doğu’nun kaderi savaş demek, kan demek, sevdiklerinden ayrı düşmek demek… Stefan Zweig Satranç kitabında savaşın etkilerinden bahsederken, Orta Doğudaki savaşın sonuçlarının nereye gideceğini kestiremediğim bir noktaya temas ediyor. Diyor ki, “20. yüzyıl savaşlarında tahribat ağır olsa da insanlık üstesinden gelmeyi başarmıştır. Biraz daha uzun sürseydi insanlık kaybedecekti."
Doğunun Limanları'nın hikayesi kahramanımız İsyan’ın babaannesi İffet Hanım'ın Osmanlı padişahlarından birinin kızı olması nedeniyle İstanbul’da başlıyor. Kitap bir kurgu fakat kurguda esinlenen olayların tarihin sayfalarından alındığını görüyoruz. Örneğin; tahttan indirildiği için bunalıma girdiği söylenen ve bilekleri kesilmiş olarak odasında bulunan ve artık cinayet mi yoksa intihar mı olduğu noktasında tarihçilerin de üzerinde durmadığı padişahın Sultan Abdülaziz, İffet Hanım'ın da Sultan Abdülaziz’in kızı Nazime Sultan olduğu söyleniyor. İstanbul’dan başlayan hikaye de olay örgüsü Adana-Beyrut-Fransa’ya kadar uzanıyor. Kitabında; Türk, Ermeni, Yahudi ve Arapları bir araya getiren Maalouf “İnsanlar; acaba dil, din, ırk, mezhep ayırımı gözetmeksizin, sadece “insan” olarak coğrafyanın tüm renkleriyle bir arada yaşayamaz mıydı? ” sorusunu düşündürüyor.
Kitabın finali etkileyici ve gizemli olmasına rağmen bir bakıma sonunun okuyucuya bırakılmış olduğunu düşünüyorum. Maalof’un anlatımındaki samimiyet yine Orta Doğu'yu anlatan Hosseini’nin “Uçurtma Avcısı” kitabındaki gibi okuyucuyu derinden yakalıyor. Her iki kitaptaki edebi nitelik tartışılır olmasa da duygu bazında acıyan, kanayan yaralarımıza temas niteliği taşıdığından hikayeyi duygusal boyutta unutulmaz kılıyor.
Ve son olarak Yapı Kredi Yayınları'ndan aldığım bu kitabın çeviri problemini dile getirmek istiyorum. Benim kitabım, Esin Talu Çelikkan çevirisiyle “Doğunun Limanları” ismiyle çıkmış. Bu kitabı okuyan Kaan Maraba ile altını çizdiğimiz yerleri karşılaştırırken aynı yayınevinin Can Yayınevi'nden transfer ettiği Saadet Özen’in çevirdiği "Doğu'nun Limanları" nı daha başarılı olduğunu belirtmek istiyorum. Ayrıca kitabı önerdiği ve yorumlama konusundaki fikir, eleştiri ve dilbilgisi düzenlemesi için kendisine teşekkür ederim.
Kitaptan altını Çizdiklerim:
- Aşk, el değmemiş olarak kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse! Hayat bıkılacak kadar uzun değil!
-Sana en değerli kitaplarımı verebilirdim; her şeye sahip birine bile eski bir kitap hediye edilebilir.
- Yolda durmuş merakla, şefkatle onları seyredenler var. Ben böyle bakamam onlara. Ben, yoldan geçen biri değilim.
-Gelecek, geçmişin duvarlarının ardında değildir.
-Geleceği kuran, geçmişe dönük özlemlerimiz değil de nedir?
-İnsan özlemini çektiği sevinçlere ulaşamadığı zaman sıkılır.
-Bazen aşklarında sonbaharı vardır.
- Gelmemenin bir vakti yoktur. İnsan coşkuyla beklerken ne kadar zaman geçerse, o büyük günün yaklaştığına o kadar inanır.
Osmanlı prensliğinin birer eyaleti olan Lübnan ve Filistine dayanan bir babanın ve yahudi bir kadının oğlu olan Kitabdar adlı hayali kişinin hayat hikayesini anlatmaktadır.
Kitabın yazarı olan Amin Maalouf bu kitabı 60’lı yılların sonuna doğru tanıştığı bir kişinin hayatından esinlenerek yazıyor.
Bu kişi Lübnan’da doğmuş Paris'e giderek direniş hareketine katılmış tekrar Lübnan’a döndüğünde ise bir kahraman gibi karşılanmıştır.
İlk okuduğum kitabı olmasına rağmen,şimdiye kadar neden Amin Maalouf'un kitaplarını okumadığıma pişman oldum.Kitaptaki olay örgülerinin bağlantıları ve geçişleri bir film edasıyla gelişiyor.Kesinlikle okunulacak bir kitap.
amin maalouf'un hemen bütün kitapları mutlaka okunmalı.
Dili,dini ne olursa olsun insanların birlikte yaşayabileceğini anlatan her dil ve dinde insanın olduğu –kocaman-bir kitap.
http://bestemina.blogspot.com/2012/12/dogunun-limanlari.html
Karton Cilt, Saadet Özen çevirisi., 183 sayfa
2007 tarihinde, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı