Röportajlarıyla tanıdığımız Nuriye Akman, sorgulayıcı üslubunu bu kez edebiyata taşıyor. Mekân, Güneydoğu Anadoluda kayıp bir köy. Kahramanlar, Sırrı, babalığı Gaffar, analığı Tâbende ve Amerikalı Jonathan. Ağaçlara, rüzgâra, böceklere sevdalı Sırrı, köydekilerin anlayabileceği düzgün tek bir cümle kuramıyor, ama yüreği dünyanın bütün dillerinden sözcüklerle dolu. Köyün gassali Gaffar, Sırrıya ölüm hikâyeleri anlatıyor ve asla birleşemediği sevdalısı Tâbendeyle onun üzerinden konuşuyor. Sırrı, köyün ebesi analığı Tâbendeden de doğum hikâyeleri dinliyor. Bu gizemli üçlüye, yeryüzündeki ölmüş dilleri bile bilen bir dilbilimci katılıyor. Akman, röportajlarında gösterdiği cesareti kendini sorgularken de gösteriyor. Kendisi üzerinden insanoğlunun derinlerine dalıyor ve bu arayıştan eli boş dönmüyor.Öyle bir hikaye çıkarıyor ki dipten, karanlığında kalmış, labirentlerinde takılmış, derinliğinde boğulmuş insandaşlarına kendi tıkanıklıklarını açma umudu veriyor.Nefes alışageldiğimiz bir dille kaleme alınmamış. Şeffaflıkla ketumluğun kesiştiği yerde duruyor. Sırrını tam faş ederken vazgeçiyor. Bir masal gibi akarken birden gerçekliğin duvarına çarpıyor, geri dönüp yeniden masal diline bürünüyor. Nefeste kişiler, sözler, olaylar, duygular tıpkı dalgalar gibi üzerinize gelirken, birden geri çekiliyor. Akman, olmanın ölmeye kayışını izletirken, birden yön değiştirip okuru, ölmenin olmaya varışına getirip bırakıyor. Nefes inancının rengine, idrakinin derinliğine ve hatta ölü mü canlı mı olduğuna bakmıyor insanın. Kollarını herkesin ve herşeyin boynuna doluyor ve insanı, tüm akrabalarını tanımaya çağırıyor.Nefes ölü ya da diri tüm dillerin penceresinden baktığında gördüğü varoluş manzarasını anlatıyor. Dil, gerçeği taşıyamayacak kadar güçsüz, bunu iddia edecek kadar zalimdir diyor. Çünkü bir şeye ad vermenin onu öldürmek olduğu düşüncesinden hareket ediyor. Kelimelerin dili yerine gönül dilini öğrenmeyi öneriyor. Akman, sanki Hayat tek bir nefesten ibarettir diyor. Doğarken alınan ve ölürken verilen tek bir nefes. Akmana göre dünya her nefeste yeniden yaratılıyor. Her an ölüyor ve diriliyoruz. Her an mucizelerle dolu, görmeyi istemek şartıyla herkese açık. Ayrıca nefes bir büyücü. Onu iyi kullanarak insan her şeyi yapabilir. Tek şart: saflaşmak. Herhangi bir kategori içine sokulamayacak, şaşırtıcı bir roman.
Röportajlarıyla tanıdığımız Nuriye Akman, sorgulayıcı üslubunu bu kez edebiyata taşıyor. Mekân, Güneydoğu Anadoluda kayıp bir köy. Kahramanlar, Sırrı, babalığı Gaffar, analığı Tâbende ve Amerikalı Jonathan. Ağaçlara, rüzgâra, böceklere sevdalı Sırrı, köydekilerin anlayabileceği düzgün tek bir cümle kuramıyor, ama yüreği dünyanın bütün dillerinden sözcüklerle dolu. Köyün gassali Gaffar, Sırrıya ölüm hikâyeleri anlatıyor ve asla birleşemediği sevdalısı Tâbendeyle onun üzerinden konuşuyor. Sırrı, köyün ebesi analığı Tâbendeden de doğum hikâyeleri dinliyor. Bu gizemli üçlüye, yeryüzündeki ölmüş dilleri bile bilen bir dilbilimci katılıyor. Akman, röportajlarında gösterdiği cesareti kendini sorgularken de gösteriyor. Kendisi üzerinden insanoğlunun derinlerine dalıyor ve bu arayıştan eli boş dönmüyor.Öyle bir hikaye çıkarıyor ki dipten, karanlığında kalmış, labirentlerinde takılmış, derinliğinde boğulmuş insandaşlarına kendi tıkanıklıklarını açma umudu veriyor.Nefes alışageldiğimiz bir dille kaleme alınmamış. Şeffaflıkla ketumluğun kesiştiği yerde duruyor. Sırrını tam faş ederken vazgeçiyor. Bir masal gibi akarken birden gerçekliğin duvarına çarpıyor, geri dönüp yeniden masal diline bürünüyor. Nefeste kişiler, sözler, olaylar, duygular tıpkı dalgalar gibi üzerinize gelirken, birden geri çekiliyor. Akman, olmanın ölmeye kayışını izletirken, birden yön değiştirip okuru, ölmenin olmaya varışına getirip bırakıyor. Nefes inancının rengine, idrakinin derinliğine ve hatta ölü mü canlı mı o... tümünü göster