Kitap açıklaması henüz eklenmemiş.
Fransada yaşayan ve anadili islam dininin kutsal dili arapça olan, hristiyan lübnanlı yazarımızın kendi kimlik arayışıyla yola çıkarak yazdığı bu muhteşem denemeyi herkesin ama istisnasız herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
Sene olmuş 2016.Hala "yunanlılar ebemizi ermeniler dedemizi kesti" şeklindeki nefret kültürünün bir nebze de olsa giderilebilmesi için. Ortaokul müfredatına bile sokulası bir kitap.
Daha önce Sefiller kitabını anlatırken; hikayenin gerçekliğini daha doğrusu samimiyetini kitapla ilişkilendirmede yazarın yaşantısını baz aldığımı, bunu da “Sefiller” kitabını “Victor Hugo yerine, yine Fransız ama aristokrat bir yazar olan Marquis de Sade yazsaydı nasıl olurdu?” diye irdelemiştim. Her zaman yaşanmışlıklardan çıkan hikayelere inanırım. Elbette hayal gücünü kurguyla başarılı bir şekilde harmanlayan yazarlar vardır ama yineleyerek söylüyorum benim açımdan sadece edebiyat değil sanatın her alanında tecrübe edilerek ortaya konmuş eserler makbuldür. Mesela Frida Kahlo tabloları… Acıyı hem Frida’da hem de tabloda görürsünüz veya René Magritte tabloları gibi. Ya da “Olgunluk Çağı” eseriyle Rodin’e olan imkansız aşkını ve acısını bir taşa resmeden ünlü heykeltıraş Camille Claudel gibi... Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir.
İşte bu bağlamda kimlik meselesini, Lübnan’da Hıristiyan Arap bir anne babadan doğan, 27 sene orada bir Lavanten olarak yaşayan –bir Lavanten dedim çünkü öyle ya Lübnan’da Hıristiyansanız azınlıksınızdır- daha da kökenine indiğinizde anneannesinin bir Osmanlı olduğunu, Fransız klasiklerini ilk kez Arapçaya çeviren dedesinin Mısır’da doğduğunu söyleyebiliriz. Hal böyleyken 1975’te çıkan iç savaş nedeniyle Lübnan’dan kaçmak zorunda kalarak Fransa’ya yerleşen dolayısıyla bir mülteci olarak yaşantısına halen orada devam eden, eserlerini Fransızca yazan Amin Maalouf’tan başkası olamazdı. Hatta öyle ki 21. yy klasikleri arasında aday gösterilen “Afrikalı Leo” eseriyle Fransız-Arap dostluk ödülünü almasına, Fransa’nın ünlü akademisinde yer almış sayılı insanlardan olmasına rağmen Maalouf, bu Hıristiyan-Arap Lübnanlı kökeni nedeniyle Fransa’da halen bir azınlıktır. İşte bu renkli kimlik inşası, Maalouf’un eserlerinde sıklıkla İstanbul, Türkiye, Akdeniz ve Doğu’yu anlatmasını tesadüfî değil, köklerine bağlı imgelerin ruhuna işlemesi sonucu olduğunun göstergesidir.
Kitaba geçmeden önce kimlik kavramını tanım olarak ele alacak olursak; kimlik, “toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirtiler, nitelikler ve özelliklerle, bir kimsenin belirli bir kimse olmasını sağlayan koşulların, onun kişiliğine ilişkin özelliklerin tümü, bir insanın kim olduğu” şeklinde tanımlanır.
Kimliği felsefede ele alırsak; Parmenides varlığı, felsefenin başlangıç noktası olarak tanımlar. Her insan doğada biricik ve özgün bir varlık olduğundan dolayısıyla insan; “ben”i anlamadan “ben” le başlamadan başka soruları soramaz. İşte ölümcül kimlikler burada baş gösteriyor. Çünkü kişi, “ben”i ararken “biz”e gidiyor, “biz”i ararken “ırk”a, “ırk”ı ararken “ulus”a derken ayrışmalara kadar gidiyor.
Anthony D. Smith; “milli şuuru, secereyi oluşturmak için bir başkasının tarif edilmesi gerekir” der. Ancak burada milli şuur, kendini neye göre konumlandırıyor bu önemli. Normalde dil, tarih, kültür gibi kurduğu değerler üzerinden konumlandırması gerekirken, kendisinden farklı olandan hareketle kendi şeceresini oluşturma yoluna gittiği için öteki ortaya çıkıyor.”Maalouf, bunu “kimlik” kavramı akıllara geldiğinde ya da söylendiğinde insanların bu kavramı, salt bir kabileye ait olma gibi algılanması temeldeki problem olarak görmektedir.
Özetle kişilerin kimliği yığın öğeden oluşur. Bu tehlikenin farkına varan Nietzsche “Şen Bilim” kitabında “Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir,” derken Adorno bunu dekonstrüksiyon ederek “Minima Moralia” kitabında “ kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi “evimizde” hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır.” diyerek bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu biraz olsun gösterir.
Maalouf, “Ölümcül Kimlikler” kitabında yukarıda sözünü ettiğim bu azınlık olma durumunun sıkıntılarından yola çıkarak, insanları; kendi kararlarının dışında, doğumuyla birlikte yaşadığı toplum tarafından yüklenen dil, din, mezhep, siyasi kimlik inşasıyla değerlendirmenin ne kadar zehirli, ne kadar ölümcül olduğunu dile getiriyor. Çünkü kimlik meselesi antropolojik ve sosyolojik bir mesele olması bir tarafa aynı zamanda siyasal bir mesele de olduğundan her daim sıkıntılı yerlere çekilmeye müsait bir kavram olmuştur. Mesela Güney Amerika’da siyah-beyaz bir anne babadan doğmuş bir çocuk melezken, Amerika’da siyah-beyaz bir anne babadan doğan çocuk siyahtır hatta zencidir. Amerika’da zencilerin yüzyıllar boyunca nasıl sömürülüp aşağılandığı halen konuşulurken, yine bir taraftan aynı ülke zenci bir devlet başkanı idaresindedir. Hayat ironiler zinciridir. Şöyle ki;
Özellikle 20. yy küreselleşme süreciyle birlikte yeni kimlikler inşa edilip siyasal, kültürel, etnik ayrışmalara neden olsa da günümüzde kültürel kimlikten daha egemen bir kimlik vardır ki o da ekonomik kimliktir. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ironik anlatımlı kült eseri “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün verdiği mesaja değinecek olursak; “bugün kafa yorduğumuz; kendimiz olma, etik ve ahlaki değerler, dil, din, ırk, mezhep, Doğu-Batı sentezi, yüksek medeniyet, sosyal problemler, insan ilişkileri v.s. aslında dünyada insanlar için bunların hiçbir önemi yok. Yani; insanlar ancak çıkarları ortak olduğunda aynı yöne bakıyor. Menfaatleriniz ortak değilse aynı yöne bakmıyorsunuz.” Hal böyle olunca bugün zenci birini hem aşağılayıp hem de başınıza taç edebilirsiniz ya da kadınları bir taraftan taciz ederken diğer taraftan kraliçe ilan edebilirsiniz. Daha önceki yazılarımda belirttiğim İbn Haldun’un şu sözünü tekrar yinelemek istiyorum. “Coğrafya kaderdir” ancak bu kader meselesinde coğrafyayı önemli kılan bir diğer unsur da dönemdir.
Maalouf’un da yaşadığı yukarıda bahsini ettiğimiz kimlik inşası, kişinin seçimi/tercihi değildir. Kimlik meselesini ölümcül hale getiren insanlar sanıyorlar ki, insan bir kimlik üzerine inşa ediliyor buna göre değerlenip ya da değersizleştiriliyor. Hayır, durum öyle değil. Kimlik değişken bir kavramdır. Maalouf; kitabında etnik ayrışmalar yüzünden Yugoslavya’nın dağılışıyla buna çok güzel bir örnek veriyor. 1980’lerde bir Yugoslav gururla ben Yugoslav’ım derken aynı insan 1992’de ben Müslümanım der, daha sonra katliamla birlikte bugün yolda çevirdiğiniz aynı insan önce Boşnak sonra Müslüman ama aynı zamanda Avrupa’nın bir parçası olduğunu Avrupa Birliğine girmeyi umut ettiğini söyler. Şimdi bu insan aidiyetlerinden hangisidir? 20 yıl sonra tekrar sorduğumuzda kendisini nasıl bir kimlikte tanıtacaktır?
Yugoslavya'daki ayrışma meselelerinden yola çıkarak ülkemizi ele alırsak; Türkiye’de bu durum 1960’lara bakıldığında sağ/sol kimlikler olarak kendini gösterirken, 1990’ların başından itibaren etnik anlamda Kürt kimliği, dinsel anlamda İslamcı kimliği olarak kendini göstermektedir.
Kitapta çok yerinde bulduğum bir tespitle bu ayrışmaların insan üzerindeki etkisine değinmek istiyorum. Kimlik; başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklendiği yamalı bir bohça değildir, kimlik insanı oluşturan aidiyetlerin bütünüdür. Birine dokunduğunuzda tüm kişiliğe dokumuş sayılırsınız. Ve kişi en çok kendisini saldırıya uğradığı kimliğiyle tanımlar. Yani Bir başka şeyin tepkiselliği karşısında kendimizi inşa ederiz. Ulus olduğunu iddia eden kitle, etnik olarak addettiği kitleyi yok saydığında, aslında ortada bir mesele yokken bir mesele ortaya çıkar. İşte bu durumu ülkemiz için ele alırsak, kimlik sadece dil ile ilinltili olarak değerlendirildiğinde; Türkler ulus, Kürtler etnik olarak sınıflandırılmaktadır. Tarih boyunca düşmanlara karşı cephede birlikte mücadele ettiğimiz ve bir arada yaşarken sorun teşkil etmeyen bu durum; birinin, bir diğerini ötekileştirdiği veya yok saydığı vakit sorun halini almıştır.
Bugün hala bu ayrışma yüzünden ülke içinde neredeyse iç savaşa sürüklenecek kadar sancılı bir süreç geçirmemize ramak kala anlar yaşamamıza neden olan Türk-Kürt diye bir mesele peyda olmuştur. Evet aynı ülke içinde yaşarken, aynı kimliği taşırken birbirini öldürmeye çalışan insanlar dedim! İç savaş dedim! Sanki mümkün değilmiş gibi görünen bir şeyden söz ettim gibi geliyor değil mi? Değil. Mümkün! Okuyanlar bilir Stevenson’ın “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” isimli eserinde Dr. Jekyll insanın içindeki iyiyi, Mr. Hyde ise insanın içinde bastırdığı saklı duyguları, kendine yönelik bir tehdit gördüğünde fırsat bulduğu ilk anda acımasızca püskürten kötülük yapabilen diğer yüzünü temsil ediyordu. Demem o ki; hepimizin içinde bir Mr. Hyde var. Ya da Shakespeare’in “Fırtına” eserindeki Caliban gibi… Yeter ki onu ortaysa çıkaracak koşullar gündeme gelmesin. Gerçi biz bunu 15 Temmuz olaylarında gördük. Vatana karşı dışarıdan bir darbe olduğu düşüncesi, insanları normalde görmemizin mümkün olmadığı hallere sokmuştu. Bıçaklar, silahlar, taşla, sopayla, tankla insan kafası ezmeler falan… Görüntüler korkunçtu ve bir insanın yapabileceği şeyler değil gibiydi. Tüm güç içten gelir dolayısıyla cüsse hiçbir şeydir. Normalde bir karıncayı incitmeye kıyamayan insanoğlunu, insanı döve döve öldürürken gördük. İnsanın insanı öldürmesi ne ki, beyinler öyle yıkanıyor ki insan canlı bomba haline gelerek başka insanları öldürmek için kendini yok ediyor. Emmanuel Levinas’; “Sonsuza Tanıklık” kitabında “öz” ün “öteki”ni nasıl öldürmeye kışkıttığını şöyle açıklıyor.
“Yüzle ilişki, aynı zamanda tamamıyla zayıf olanla, tümüyle sergilenmiş, çıplak ve soyunmuş olanla ilişkidir, soyunma ve bunun sonucunda da yalnız olanla ve ölüm diye adlandırılan en derin yalnızlığa uğrayabilecek olanla ilişkidir. Dolayısıyla sonuçta Ötekinin Yüzünde daima Ötekinin ölümü vardır ve böylece bir biçimde, cinayete kışkırtma, sonuna dek gitmeye, ötekini tümden göz ardı etmeye eğilim vardır.” Yani ötekinin cinayeti işte böyle başlıyor. Maalouf der ki; “dünya bugün dahi eziyet çeken ya da eski çilelerin acısını içinde saklayan ve intikam anını düşleyen yaralı toplumlarla doludur.”
Kimlik meselesi; esasen benzerlik ve ayrışmanın bir arada olduğu paradoks üzerinedir. Ülkemizde “bu kimlik meselesinde bir çözüme varılabilir mi?” diye yapılan çalışmalar seçim vaatleriyle sınırlı kalsa da, bu tip konularda Maalouf gibi ben de kendime şu soruyu soruyorum.
Dünya kime ait? Bunu düşündüğünüzde aslında üzerimize yapışmış olan kimliklerimizin hiçbirinin insanı yok etmeye yönelik olmadığını, aslolan şeyin “insan kimliği” olduğunu ve bu çeşitlilikleri bir ayrışma olarak değil de zenginlik olarak ele alıp gerek ülke gerekse dünyada insanlık için olumlu yöne çevirmemiz gerektiğini düşünüyorum. İlle de bir ayrışma yapacaksak, kimlik bizim dostumuz mu yoksa düşmanımız mı bunun ayrışımını yapıp kendi kültürel kimliğimizi korumalı ancak aynı zamanda diğer kültürlerle kaynaşmalıyız. Çünkü insanlık söz konusu olduğunda, kimliğimizle değil kişiliğimizle anıldığımızı/anılacağımızı unutmamamız gerektiğini belirtmek istiyorum.
Kitaptaki kimlik ve aidiyet kavramından sonra dikkat çeken diğer bir önemli konu da dinler meselesi. Maalouf, mensubu olduğu Hıristiyanlık dininden İslamiyet’e bakıyor ve geçmişte hoşgörü dini olan İslamiyet’in bugün geldiği noktaya dikkat çekiyor ve ekliyor.“İslamiyet özgürlükle, demokrasiyle, insan ve kadın haklarıyla bağdaşır mı?” Bugün bu sorunun bendeki cevabı hayır! Çünkü bize empoze edilen İslamiyet; kadına bakış açısıyla, düşünmenin, araştırmanın, sorgulamanın günah sayılmasıyla, diğer dinlere yaşam hakkı tanımamasıyla hayli ürkütücü duruyor. Benim gözümde, İslam mensubu ülkelerde bir geri kalmışlık söz konusu olmakla birlikte, cennet vaadiyle kandırılmış İslami cihad adı altındaki terör örgütleri yüzünden dünya hayli huzursuz. Aslında bunun dinlerle ilgili değil dine bakış açımızla ilgili bir durum olduğunu da biliyorum. İlk emri “oku” olan kutsal bir kitapta yani Kuran-ı Kerim’de, bize empoze edilen şeylerin aslında tam tersinin yazıldığı fakat menfaatler dünyasında günümüze böyle uyarlandığının farkındayım. Ya da en azından öyle olduğunu düşünmek istiyorum. Bu konuyu hiç araştırmadım çünkü din ve dine ait öğeler, tıpkı etnik öğeler gibi benim kimliğimi ya da kişiliğimi yönlendirmiyor. Yani İslamiyet’in ne söylediğiyle değil, insanların buna verdiği tepkilerle ilgileniyorum.
Maalouf genellikle kitaplarındaki hikayeleri; Orhan Pamuk, Umberto Eco gibi ilginç tarihi olaylarla harmanlayarak anlatır. “Ölümcül Kimlikler” kitabı ise deneme türünde bir kitap. Kitabın geneline katılmakla beraber, Maalouf’un bazı düşüncelerine özellikle başörtüsüyle ilgili görüşlerine katılmıyorum. Doğu-Batı sentezinde düşünmeye, her ne kadar ayrışmamaya çalışsa da, Fransa’da büyümüş ve modernlik anlayışında oranın ilkelerini benimsemiş biri olmasından olsa gerek bazı satırlarında düşünce olarak tam bir batılı söylemleri var.
“Şarkiyatçılık” eseriyle bu meselelere değinen Edward Said modernleşme çabasındaki ülkeler için tehlikeyi şu şekilde anlatır. “Batı’nın tek gayesi; popüler kültürlerini yayarak, Doğu toplumlarının tarihleriyle, kimlikleriyle, ana dilleriyle dahası bellekleriyle oynayarak onları aptallaştırıp, iradelerini ele geçirmektir.” der. Görünen o ki pek de haksız sayılmaz.
Maalouf kitabın son bölümünde; kendi kafasındaki ütopyasını ortaya koyar ve “herkesin, kendi kimlik dili, İngilizce ve özgürce seçilmiş genellikle bir başka Avrupa olmak üzere üç dil bileceğini böylece bir sevgi dili oluşturacağını, bu oluşumun “yeni Avrupa’yı“ oluşturacağını söyler. Ve benimde insanlık adına temennim olan şu sözlerle kitabını noktalar.
"Genelde bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dileği, kitabının yüz yıl sonra, iki yüz yıl sonra hala okunuyor olmasıdır. Kuşkusuz bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlencesi olsun diye yazıldığı sanılan bir başkası ayakta kalır. Ama daima umut edilir.
Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için o dileği tersine çevireceğim:
"Torunum yetişkin biri olup da, günün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde biraz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hala böyle şeylerin konuşulmasına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun."
Sahiplenilen kimlikler fazla sahiplenildiğinde ya da fazla ayrıştırıldıklarında nasıl ölümcül hala gelebililer, okudum.
okurken boynuma ip geçirilmişte boğuyorlar beni sandım hani kitap ın sayfa sayısı biraz fazla olsa kesin yarım bırakırdım tabi amin maallof un ilk okuduğum semerkat kitabıyla aynı kategoriye girmeselerde ben semerkant ı çok beğenmiştim fakan yazarın bu denemesi için aynı şeyleri söyliyemiyecem sonuçta okudum ve bitti o kadar...
Amin Maalouf un diğer kitaplarına göre oldukça sönük bir kitap.
özellikle bölge coğrafyası açısından yaşanan kimlik bunalımlarını ve nedenlerini özetleyen bir deneme olmuş..
Kimliklerle ilgili okumayı umduğumuz kitapta, Hıristiyan bir adamdan Müslümanlığın eleştirisini okumuş olduk. Üstelik Arap olduğundan ötürü, İslamla ilgili söz söyleme cüretini kendisinde fazlasıyla bulan, buna rağmen İslamla ilgili Fransız 5 haberlerinde çıkan uçak düşürme sahnelerinden başka neredeyse hiçbir şey bilmeyen biri. Çok kötü. Zaman + para israfı. Sinirlerinize yazık.
Amin Maalouf Doğu ve Batı dünyasını harmanlayarak güzel bir sosyolojik analiz yapmış. Yazarın kendi sözlerini aktarayım kitap ile ilgili " Bu deneme, ne önceki sayfalarda ne de bundan sonrakilerde, dünyalılaşma kavramının kapsadığı durumların -ekonomik, teknolojik, jeopolitik... - bütününü kucaklamaya çalışmıyor: tıpkı ilk bölümlerde geniş kimlik kavramını didik didik incelemeye çalışmadığı gibi. Burada da hedef çok daha alçakgönüllü, çok daha belirgin: şu dünyalılaşma denen şeyin kimliğe ilişkin davranışları nasıl azdırdığını ve günün birinde bunları nasıl daha az ölümcül hale getirebileceğini anlamayı denemek."