Büyük Fransız şairi ve yazarı Victor Hugo 1802 yılında Besançon, Fransada doğdu. Victor Hugo gençlik yıllarından itibaren edebiyata ilgi duydu. Victor Hugo edebiyat alanında genç yaşta üne kavuştu. 17 yaşındayken yazdığı bir şiir Toulousedeki Jeux Floraux Akademisince birinci seçildi. O yıldan sonra ağbeysinin yayınladığı Le Conservateur Litteraire gazetesinde yazmaya başladı. Victor Hugo dünya edebiyatındaki ölümsüzlük tahtına oturduğu 1830 yılına kadar birçok eserler verdi. Bunların en önemlileri Cromwell, Odes et Roesies Diverses, Marion de Lormedur. Marion de Lorme kısa bir süre içinde sansürce sahneden kaldırıldı. Buna karşılık, 1830da sahneye konan Hernani piyesi Victor Hugonun büyük bir zafer kazanmasını sağladı. 1831de en büyük eserlerinden Notre Dame de Paris romanını yayınladı. 1833te Lucrece Borgia sahneye konuldu. Bu piyesin temsili sırasında aktrislerden Juliette Drouetye aşık oldu. Genç kadın da bütün varlığıyla ona bağlanmıştı. Juliette Drouet, Hugonun bazı eserlerinin ilham kaynağı oldu. 1851de Bonaparteçıların hükümeti devirmesi üzerine tevfik edilmesine ramak kalmışken, sevgilisi Juliette Drouetnin yardımıyla kılık değiştirerek, Belçikaya kaçmayı başardı. Büyük yazar 1870e kadar süren bu sürgün hayatında da en değerli eserlerini, bu arada Les Miserables Sefilleri yazdı. Yurda dönüşünde yeniden senato üyeliğine seçildi. Fransızlar onu deli gibi seviyordu. 80. yaşgünü kutlamalarına 600.000 kişi katıldı. Kendisine sonuna kadar sadık kalan Juliette Drouet 1883te, Hugo da 1885te hayata gözlerini yumdu. Cesedi bir gece Zafer Anıtı altında bekledikten sonra Pantheona gömüldü.
Büyük Fransız şairi ve yazarı Victor Hugo 1802 yılında Besançon, Fransada doğdu. Victor Hugo gençlik yıllarından itibaren edebiyata ilgi duydu. Victor Hugo edebiyat alanında genç yaşta üne kavuştu. 17 yaşındayken yazdığı bir şiir Toulousedeki Jeux Floraux Akademisince birinci seçildi. O yıldan sonra ağbeysinin yayınladığı Le Conservateur Litteraire gazetesinde yazmaya başladı. Victor Hugo dünya edebiyatındaki ölümsüzlük tahtına oturduğu 1830 yılına kadar birçok eserler verdi. Bunların en önemlileri Cromwell, Odes et Roesies Diverses, Marion de Lormedur. Marion de Lorme kısa bir süre içinde sansürce sahneden kaldırıldı. Buna karşılık, 1830da sahneye konan Hernani piyesi Victor Hugonun büyük bir zafer kazanmasını sağladı. 1831de en büyük eserlerinden Notre Dame de Paris romanını yayınladı. 1833te Lucrece Borgia sahneye konuldu. Bu piyesin temsili sırasında aktrislerden Juliette Drouetye aşık oldu. Genç kadın da bütün varlığıyla ona bağlanmıştı. Juliette Drouet, Hugonun bazı eserlerinin ilham kaynağı oldu. 1851de Bonaparteçıların hükümeti devirmesi üzerine tevfik edilmesine ramak kalmışken, sevgilisi Juliette Drouetnin yardımıyla kılık değiştirerek, Belçikaya kaçmayı başardı. Büyük yazar 1870e kadar süren bu sürgün hayatında da en değerli eserlerini, bu arada Les Miserables Sefilleri yazdı. Yurda dönüşünde yeniden senato üyeliğine seçildi. Fransızlar onu deli gibi seviyordu. 80. yaşgünü kutlamalarına 600.000 kişi katıldı. Kendisine sonuna kadar sadık kalan Juliette Drouet 1883te... tümünü göster
MUHTEŞEM. Dünya klasikleri arasında neden olduğunu okuyunca anlamak hiçte zor değil.
Kim demiş klasikler okunmaz diye! Bu kitap tüm düşüncelerimi değiştirdi ve ettiğim onca lafın boş olduğunu bana gösterdi...Eğer klasikleri okumaktan sıkılıyorsanız sefillerden başlayabilirsiniz.
İnce ince örülmüş bir roman.Okurken kahrolur insan .çok düşündürücü bir kitap boşuna klasik olmamış
Defalarca bıkmadan okuyabilirim.Eğer dünya klasiklerini sevmiyorum diyorsan Sefilleri okumamışsındır daha derim.
Sefiller.. Keşke hiç bitmese dediğiniz kitaptır. Karakterler o kadar canlıdır ki bazen elinizi uzatıp yardım etmek istersiniz.
Toplum eleştirisidir, suç ve cezadır.
İyi ile kötüdür.
Devrimdir.
Hakdır, hukukdur, adalettir.
Sefilliğin kaynağında yatan sebebi anlatır, sisteme ve yöneticilere göz kırpar, selam söyler.
Çocukluğunuzda okuyun, büyüdüğünüzde bir daha okuyun, yıllar anılarını katman katman biriktirdiğinde yine okuyun, yaşlandığınızda son kez okuyun.
Afgan asıllı yazar Khaled Hossini ve Lüblan asıllı yazar Amin Maalouf; romanlarındaki karakterleri ve geçen olayları öylesine derin işler ki yüreğinizin bir yerine acı çöreklenir. Çünkü Orta Doğu’yu anlatır. Onun kalemindeki Orta Doğu, kan ve gözyaşı demektir. İki yazarında ortak noktası, 1970’lerde savaş ve yönetim şekilleri nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalıp Paris’e yerleşmeleridir. Bugün ki Paris’ten bakıp bize bugün ki Orta Doğu’yu anlatırlar. Bu anlatımı şuraya bağlayacağım. İbn Haldun’un çok güzel bir sözü vardır. “Coğrafya kaderdir” der. Evet, coğrafya kaderdir ancak bu söz ifadede biraz eksik kalır. Kader meselesinde coğrafyayı önemli kılan bir diğer unsur da dönemdir. Bugün Orta Doğu’yu terk edip Paris’te refaha kavuşan insanoğlu bakın 1800’lü yılların Paris’inde neler yaşamış.
Konuya geçmeden önce böylesi derin meseleleri ve hikayeleri konuya vakıf kişilerden öğrenmeyi yeğlediğimi belirtmeliyim. Çünkü herkes algısı dahilinde, kullandığı kelime kadar dilinin döndüğünce anlar ve anlatır. Victor Hugo’nun yaşam hikâyesiyle bu anlamda dönemin Paris’ini okura nufüz ettirmede iyi bir yazar olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize Nişantaşı çocuğu Orhan Pamuk bize yoksulluğu anlatıyor! Bu bağlamda Hugo’nun biyografisinden söz ederek yazıma başlamak istiyorum.
Romantik akımın öncülerinden Fransız yazar Victor Hugo’nun doğduğu dönem itibariyle Fransa; Krallık ve Napolyon İmparatorluğu’nun baş gösterdiği politik anlamda karmaşaların yaşandığı bir ülkeydi. Hugo’nun inanç yönünden zayıf olan babasının subay olması nedeniyle sürekli yer değiştirmesi, sıkı katolik olan annesini rahatsız ediyordu. Annenin, bir süre sonra çocuklarını kendi inançlarına göre yetiştirmek istemesi üzerine Hugo kendisini Paris’te Katolik Krallık yanlısı okullarda bulur. Bu yönde eğitim alan Hugo’nun ilk yazılarında Katolik inanca ve Kraliyet’e olan bağlılık hissedilse de; Fransız Devriminde, Cumhuriyeti ve özgür düşünceyi savunmuştur. Zaten III. Napolyon askeri darbesinde ülkesinden sürgün edilmiş, genel af çıkmasına rağmen, 19 yıl ülkesine geri dönmeyip başka ülkelerde yaşamıştır. Sefiller’i de bu sürgün zamanlarında tam 17 yılda yazmıştır. Sefiller öncesinde yine Sefiller kadar bilinen, o dönem Hugo’nun parasızlık nedeniyle alelacele yazdığı ilk eseri “Notre Dame’nin Kamburu” vardır. Aslında bakımsız olan Notre Dame Katedrali, bu eser sayesinde turist akımına uğramış ve sonradan restore edilmiştir.
Hugo aile hayatı anlamında birazda talihsiz bir adamdır. Annesinin, çocukluk arkadaşı ve ilk aşkı Adele ile evlenmesine müsaade etmemesi nedeniyle Hugo; Adele ile ancak annesinin ölümünden sonra evlenebilmiştir. Tabi geçen bu süreç 20 yıllık bir süreçtir. Adele ile evlenir fakat ilk çocuğu doğumdan kısa bir süre sonra vefat eder. En büyük kızı Leopoldine ise, henüz 19 yaşındayken bindiği geminin alabora olması yüzünden denizin dibine batarken onu kurtarmaya çalışan eşi ile birlikte ölür. Eşi ve iki oğlu hatta sevgilisi de kendisinden önce ölen Hugo’nun ortanca kızı da akıl hastanesine yatırılmış. Bu kayıplar Hugo’yu oldukça derinden yaralar, öyle ki ömrünün sonuna kadar büyük kızına ithafen şiirler yazması da kızının bu talihsiz ölümüne bağlanır.
Daha çok yazarlığı ve şairliğiyle tanınan Victor Hugo; geneli kalem ve mürekkep kullanılarak çizilmiş 4000 adet illüstrasyon ve eskizin de sahibidir. Bir dönem felç geçirse de iyileşen, insanlık için çalışmalarından asla ödün vermeyen, son ana kadar üretim halinde olan Hugo, 83 yaşında zatürreden vefat etmiştir.
Kitaba gelecek olursak; hikaye1815’te başlar, 1832 Paris Haziran Ayaklanmasında son bulur.19 yy Fransa’sının tarihini, mimarisini, ahlak felsefesini, ailevi bağlarını, romantizmi ve elbette yoksulluğu, yoksulluğun insanı nasıl dönüştürdüğüyle birlikte, toplumun ve sistemin çarklarında insanın çaresizliğini de ele alınır. Paris’in insan manzaralarını gözler önüne seren Sefiller‘in yazarı Hugo kitabın önsözünde şunu belirtir.
“Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayılmayabilir.” Evet yıl olmuş 2016. Yoksulluk elbette var ama bunun nedeni elverişsiz topraklar değil, bunun nedeni insanlığa elverişsiz insanlar! Anlamsız savaşlar! Hugo’nun deyimiyle “insanlığa rağmen insanlığa karşı, insanlık tarafından yapılan savaşlar.”
Charlie Chaplin'i herkes bilir hani filmlerinde hiç konuşmadan seyirciye bir şeyler anlatır güldürür. Böyle tanınıp bu şekilde bir ün yakalamışken o bile bu büyülü sessizliğini İkinci Dünya Savaşı'nda bozar. Neden biliyor musunuz? Çünkü toprak kaygısıyla savaşlarda maddi anlamda çok kayıplar verilse de ülkeler bir şekilde toparlanıyor ama insanlık ölüyordur. Artık hırsın gölgesinde bağırarak bunu anlatsan da anlamayacak insanlara karşı sessizlikte ne anlatabilirim düşüncesiyle Chaplin “Büyük Diktatör” isimli ilk sesli filmini çeker. Filmde Chaplin’in bir konuşma sahnesi vardır. Şöyle der;
“Bu dünyada herkese yetecek yer var. Ve toprak hepimizin ihtiyacını karşılayacak kadar bereketlidir. Hayatın bize çizdiği yol özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı, hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve kanın içine sürükledi. Hızımızı arttırdık ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekamızı ise katı ve acımasız. Çok düşünüyoruz ama az hissediyoruz. Makineleşmeden çok insanlığa gereksinimimiz var. Zekâdan çok iyilik ve anlayışa gereksinimimiz var. Bu değerler olmasa hayat korkunç olur, her şeyimizi yitiririz.”
İşte bu konuşma bugünkü insanlığın geldiği yeri açıklar. Yoksulluğu açıklar, yoksulluğun pençesinde kalan ve dışlanan insanların davranışlarını açıklar. Sistemin çarklarında ezilen bir insanın ne kadar kötü olabileceğini açıklar. Bugün bizim ülke sistemimizde bundan aşağı kalır nitelikte değildir. İnsanlara bir ay boyunca on saatlik bir mesaide emeklerinin karşılığı olarak asgari 1.300.00 TL verip o parayla ailesini geçindirmesini, kendini geliştirmesini, sağlıklı olmasını, spor yapmasını bekliyorsun, diğer yanda bugün niteliksiz fakat biraz sanşlı, çokça onursuz insanları ömrü boyunca yese bitiremeyeceği paraya boğuyorsun. Paraya boğulan; o parayla ne yapacağını şaşırıp kendini rezil ederken, parayı bulamayan parayı bulmuşlara ve sisteme olan hırsından kendini rezil ediyor. Sonuç “insanlık” kaybediyor.
Chaplin halkı yöneten devlet adamlarına seslenirken der ki; "Diktatörler kendi hırsları için halkı köleleştirir. Aklın idare ettiği bir dünya için savaşalım. Bilim ve ilerleme herkese mutluluk getirsin.” Ve Chaplin’i tamamlar nitelikte Günümüz post modern kültür teorilerine geçişten önce, modernliğin eşliğinde kapitalizm ve emperyalizmin kök salma sürecine dair önemli fikirler barındıran eserleriyle bilinen Edward Said entelektüeli tarif ederken "Kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir... Bence entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir" der. Şimdi sözde Cumhuriyetimizde diktatör ya da entelektüel kavramlarından hangisi ağır basıyor varın siz karar verin.
Sefiller kitabında da olay örgüsü de yukarıda açlık sınırındaki insanların yapabileceklerini anlatan benzer bir konuyu ele alıyor. Acıkan yeğenlerinin karnını doyurmak için bir ekmek çalan ve bunun karşılığında 19 yıl hapis yatan bir adamın yani Jean Valjean’ın hikâyesi. (Sahi bizde de baklava çaldığı için 9 yıl hapis cezasına çarptırılan bir çocuk vardı. Tabi buna keza bir de milyon dolarları nerede saklayacağını bilemeyen adamlara, paranın kaynağını sorduğunuzda görevinizden ihraç edilmeyle birlikte o paraları faiziyle birlikte o adamlara geri ödeme gibi trajikomik hallerimiz. Sormadık, soramadık çünkü kandırıldık! ) Kahramanımız Jean Valjean hapisten çıkar iyi bir adam olmaya karar verir fakat toplum yasaları adaleti sağlamak, insanları iyiye sevk etmek üzere kurulmamıştır. Toplum yasaları tam tersi kötülerin çoğunlukta olduğu toplum düzeninde; iyiler, kendi çıkarlarını sekteye uğratmasın diye herkesi ya kendileri gibi yapmaya çalışan ya da dışlayarak yok etmeye çalışan bir çark üzerine kurulmuştur. Günümüz insanı da dışlanıp yok olmaktansa aidiyet hissiyle hiç yoktan bir yerde var olarak varlığını sürdürmeyi tercih eder. Can Yücel’in dediği gibi “ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi, ne kadar rezil olursak o kadar iyi”. İşte sana körlerin sağırları ağırladığı toplum düzeni! İstisnalar kaideyi bozmaz diyerek onurlu yaşam mücadelesini sürdüren insanları azınlık olarak addediyorum.
Zaten bir süre sonra, bu çoğunlukta olan insan güruhunu, kapitalistleşmenin ağında modern yaşamın yarattığı açmazlarda görürüz. Onlar artık sahip oldukları şeylerin kölesi olmuşlardır. Hem hayatta hem de kitapta bu bataklığa saplanmış kitlenin eşyalarla arasında bir aidiyeti gözümüze çarpar. Chuck Palahniuk’un “Dövüş Kulübü” kitabının özü de bu kavramı ifade eder. “Sahip oldukların sonunda sana sahip olur”
Kendi çevresinde dışlanan Jean Valjean, kimlik değiştirerek Madeleine adıyla iş hayatına atılır, zengin olur, halk tarafından çok sevilir belediye başkanı seçilir. Fakat onun kimliğinin farkına varan gözü pek bir polis memuru Javert, Jean Valjean’ın peşini bırakmaz. Satırları okurken Javert için “ne yüce adalet duygun varmış be adam bırak artık Jean Valjean’ın peşini, başka suçlu mu yok git onları yakala” deyip durdum. Ama sonunda İhtilalin başladığı sırada Cumhuriyetçiler tarafından idamına karar verilerek esir alınan Javert, kendisini idam mangasından kurtaran Jean Valjean’a minnettarlık duyar. İhtilal bittiğinde teslim olmak için Javert’in yanına giden Jean Valjean, Javert’i bulamaz çünkü Javert minnettarlık duygusuyla Jean Valjean’ı tutuklayamayacağı için Seine nehrine atlayarak intihar eder. Ne onurlu bir davranış.Tıpkı; alışveriş merkezindeki çatının çökmesiyle 54 kişi hayatını kaybedince "Benim de sorumluluğum var." deyip istifa eden Letonya Başbakanı Valdis Dombrovskis gibi ya da yaptıkları ihalelerde yolsuzluk yaptığı ve bir işadamından 10.350 euro değerinde saat aldığı ortaya çıkınca istifa eden İtalya Altyapı ve Ulaştırma Bakanı Maurizio Lupi gibi ya da ülkesindeki Amerikan üssünü kapatma sözüne sadık kalamadığı ve parti üyelerinden birinin yolsuzluğa karışması sebebiyle istifa eden Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama gibi Hatoyama istifa konuşmasında, "Eksiklerim çoktu. Böylesine güzel bir ülkeye liderlik yapma onuruna layık gördüğünüz için teşekkür ederim." demişti. Ya da bizim ülkemizden örnek verecek olursak, sahi var mı ya böyle bir örnek? Elbette vardır. Vardır da benim aklıma gelmiyordur! Gelince yazarım!
Karakterlerden yine beni çok etkileyen diğer bir karakter yoksul bir kadın olan Fantin’dir. Fantin’in Cossette isminde bir kızı vardır ve yoksulluktan onu bir yere emanet etmek zorunda kalıp çalışmak için Madeleine baba diye bildiği Jean Valjean’ın fabrikasına gelir. Fantin beni bu hikayede en çok etkileyen karakter olmuştur. Çünkü o, kızı için saçlarını ve dişlerini satan bir annedir. Annelik denince Fantin sayesinde annelerin evlatları için neler yapacağını ya da kimi annelerin kendi rahatı için evlatlarına nasıl davrandığını sorgulayabilirsiniz. Zaten Hugo; Fantin’in bu davranışı karşısında insanın içini dağlayan şu satırlarla dile getirmiştir.
“Bu bir köle satın alan toplumdur. Kimden? Sefaletten, açlıktan, soğuktan, yalnızlıktan, yoksunluktan, yüz üstü bırakılmışlıktan. Acıklı bir alış veriş! Bir lokma ekmeğe bir ruh! Sefalet teklif eder, ruh kabul eder.”
Fantin hastalıktan ölür ve Jean Valjean, Fantin’in kızı Cossette’yi evlatlık edinir. Cossette büyür aşık olur Marius isimli bir gençle evlenir ve iyice yaşlanan Jean Valjean ölür. Öldüğünde başucunda iki şamdan vardır. Bu iki şamdan Jean Valjean’ı bir kötü adam olmaktan kurtaran, kaderini değiştiren ve Hugo’nun, “Sefiller”i yazma amacını sağlayan bizi şu öze götüren piskoposun verdiği şamdanlardır.
“Şu anda okuyucunun eli altında bulunan kitap, eksikleri, üstün veya zayıf tarafları ne olursa olsun, bir baştan bir başa bütünü de, teferruatlarında kötülükten iyiliğe, adaletsizlikten adalete, sahtelikten hakikate, geceden gündüze, ihtirastan vicdana, çürümüşlükten hayata, canavarlıktan vazifeye, cehennemden cennete, hiçlikten Allah'a doğru bir yürüyüştür. Çıkış noktası madde, vardığı nokta ruhtur. Başlangıçta canavar, neticede melektir.”
Henüz izleme fırsatım olmadı ama Fransa dahil tüm dünyada büyük başarı yakalayan Sefiller romanının bir müzikali ve müzikalden uyarlanan filmi de bulunmaktadır.
Sefiller ile ilgili en ilginç detay ise; romanda Louis Philippe’nin anlatıldığı bölümde 823 kelimeyle Fransız edebiyatının en uzun cümlesinin kurulmuş olmasıdır. Bana ilginç gelen diğer bir bilgi ise; Hugo, Sefiller kitabı ilk kez basıldıktan sonra satışların nasıl gittiğine dair yayıncısına bir telgraf gönderir. Telgrafın tamamı “?” bu ve yayıncısının Hugo’ya coşkulu cevabı ise şu :“!” Kısa ve net. Ben aynı dili konuşmak diye buna derim.
Sefiller kitabı Osmanlıcaya çevrilen ilk romanlardandır. “Mağdurin” ismiyle ilk tercümesi Şemsettin Sami tarafından yapılan kitabı, Namık Kemal’in ölüm anına kadar elinden düşürmediği söylenir. Türkiye’de ise; aydınların -topluma ibret verecek nitelikte- bir roman olarak büyük önem verdiği Sefiller, farklı yayın evleri tarafından tam metni olmasa da basılmaya devam etmektedir. Elimdeki iki ciltlik İletişim yayınevi Cenap Karakaya çevirisi fakat Hasan Ali Yücel çevirisiyle İş Bankası yayınlarının beş ciltlik çevirisi de mevcuttur. Dediğim gibi bu çeviriler Hugo’nun anlatımının tam metnini yansıtıp yansıtmadığını bilemiyorum ek bilgi Sefiller çevirisinde Nesrin Altınova’yı çok methediyorlar.
Eğer incecik versiyonunu okuduysanız, okuduğunuza emin olmayın. İyi örülmüş muazzam bir kurgu, boşta kalmayan ayrıntılar... Çevirisi bile muazzam olan bu romanın, orijinalinden okumanın tadını merak etmekteyim.
En sevdiğim kitap!
Timaş Yayınları'ının çevirisini okumuştum ve çeviriyi de çok beğenmiştim. Daha sonradan beş ciltlik halinin de Türkçeye çevrildiğini duydum ama okuma fırsatım olmadı. Onu da elbet bir gün okurum diye düşünüyorum.
Karakterlerin yazılmadığı, tam olarak ete kemiğe büründüğü bir kitap bence Sefiller. Bazı düşünceler o kadar etkilerdi ki okurken, kitabı kapatıp uzun uzun düşündüğüm olurdu. Büyüksün Victor Hugo...