Yalanın Erdemi, benzerine az rastlanır bir kurmaca. Yazarı, pek az yaratıcıda görülen üslup ve ifade yeteneğine sahip. Alışık olunduğu gibi, okura, ilk sayfadan son sayfaya kadar refakat etmiyor. Fantastik betimlemeler, inanılmaz vakalar, nadide karakterler yok. Ama çekip gitmiyorsunuz bir yere. Bırakmıyorsunuz romanı, bırakamıyorsunuz... Hakikat ile yalan arasındaki o uçurum, o uçurumda filizlenen çiçek, o çiçeğin dehşetli kokusu büyülüyor sizi. Satır aralarına serpiştirilen afyon, keyfe keyif değil, keder katıyor. Kapalı yaraları kanırtıyor, açık yaralara tuz basıyor. Romanda, üsluptan biçime kadar hâkim olan parçalılık, bir süre sonra okura sirayet ediyor. Gelin görün ki, o parçalılık ne romanı bir yapboza dönüştürüyor, ne de okurda bulmaca çözüyormuş hissi uyandırıyor. Söz konusu olan, hayatın ritmine dair bir parçalılık... O hayatı kurgulayanlara dair bir parçalılık... O kurgudan etkilenen kişisel, ulusal tarihe dair bir parçalılık... Joachim Zelter, özellikle İskandinav ülkelerinde büyük ilgi gören bu kitabında, uçurumun kenarında bırakıyor okuru. Bir büyükanne ile torununun hikâyesi uçurumdaki köprüler üzerinde geçiyor. Hakiki hayatta kurgusal bir dünyaya sığınmak, ölümün eşiğindeki bir büyükanne için pek cazip görünüyor. Bildik pek çok vaka, bilinmedik ilişkilerle dahil ediliyor hikâyeye. 1974 Münih Olimpiyatları ya da Wimbledon Tenis Turnuvası... Hepsi, torunun kurguladığı radyo programları sayesinde ulaşıyor üçüncü şahıslara. Peki dünyayı, tüm olup bitenleri bu kurgulanmış radyo programlarından takip eden büyükanne, farkında değil midir söylenen yalanların? Belki daha da önemlisi: Riyanın tanrı olduğu bir yerde, hakikate ihtiyaç var mıdır?
Yalanın Erdemi, benzerine az rastlanır bir kurmaca. Yazarı, pek az yaratıcıda görülen üslup ve ifade yeteneğine sahip. Alışık olunduğu gibi, okura, ilk sayfadan son sayfaya kadar refakat etmiyor. Fantastik betimlemeler, inanılmaz vakalar, nadide karakterler yok. Ama çekip gitmiyorsunuz bir yere. Bırakmıyorsunuz romanı, bırakamıyorsunuz... Hakikat ile yalan arasındaki o uçurum, o uçurumda filizlenen çiçek, o çiçeğin dehşetli kokusu büyülüyor sizi. Satır aralarına serpiştirilen afyon, keyfe keyif değil, keder katıyor. Kapalı yaraları kanırtıyor, açık yaralara tuz basıyor. Romanda, üsluptan biçime kadar hâkim olan parçalılık, bir süre sonra okura sirayet ediyor. Gelin görün ki, o parçalılık ne romanı bir yapboza dönüştürüyor, ne de okurda bulmaca çözüyormuş hissi uyandırıyor. Söz konusu olan, hayatın ritmine dair bir parçalılık... O hayatı kurgulayanlara dair bir parçalılık... O kurgudan etkilenen kişisel, ulusal tarihe dair bir parçalılık... Joachim Zelter, özellikle İskandinav ülkelerinde büyük ilgi gören bu kitabında, uçurumun kenarında bırakıyor okuru. Bir büyükanne ile torununun hikâyesi uçurumdaki köprüler üzerinde geçiyor. Hakiki hayatta kurgusal bir dünyaya sığınmak, ölümün eşiğindeki bir büyükanne için pek cazip görünüyor. Bildik pek çok vaka, bilinmedik ilişkilerle dahil ediliyor hikâyeye. 1974 Münih Olimpiyatları ya da Wimbledon Tenis Turnuvası... Hepsi, torunun kurguladığı radyo programları sayesinde ulaşıyor üçüncü şahıslara. Peki dünyayı, tüm olup bitenleri bu kurg... tümünü göster
201 sayfa