"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."
Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.
"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum Kürk... tümünü göster
Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'i bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.
Çavdar Tarlasında Çocuklar, Salinger'ın tek romanı. Ergenlik çağının içinde, yetişkin dünyanın düzenine karşı isyankar bir çocuğun, bir Noel öncesi başına gelenler... Bu sürecin bir psikiyatri kliniğinde noktalanışı. Holden Caulfield'in masumiyet arayışının iç burkucu romanı. Belki de Salinger'ın. 1993'te Franny ve Zoey ile Dokuz Öykü adlı kitaplarını yayımladığımız Salinger, 1963'ten buyana yeni bir yapıt yayımlamamasına ve neredeyse efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde yaşamasına karşın, dünya edebiyat gündemindeki yerini hep koruyor.
TADIMLIK
Şansım varmış. Birden aklıma bir şey geldi, bunun, oradan defolup gittiğimi iyice anlamama epey faydası oldu. Birdenbire o günü hatırladım; ben, Robert Tichener ve Paul Campbell, hep birlikte idare binasının önünde top koşturuyorduk. İyi çocuklardı, özellikle Tichener. Akşam yemeğine az kalmış ve dışarda hava iyice kararmıştı. Ortalık daha da karardı, artık topu bile zor görebiliyorduk, ama kimse oyunu bırakmak istemiyordu. Sonunda bırakmak zorunda kaldık. Bay Zambesi, şu biyoloji öğretmeni, idare binasının o penceresinden kafasını çıkarmış ve bize yatakhaneye gidip yemek için hazırlanmamızı söylemişti. Ama yine de, böyle saçmalıkları hatırlayarak, her ihtiyacım olduğunda veda duygusunu yaşayabilirdim. En azından çoğu zaman. Ne yaşayacaksam yaşadıktan sonra, tepenin öte yanından aşağıya, bizim Spencer'ın evine doğru koşmaya başladım. Kampüste oturmuyordu. Evi Antony Wayne Caddesindeydi. Ana kapıya kadar tüm yolu koşarak geçtim, sonra soluklanmak için bir saniye durdum. Şişip kalırım böyle, doğrusunu isterseniz: Her şeyden önce, çok sigara içiyorum; yani içiyordum. İçirtmiyorlar artık. Dahası, geçen yıl tam on altı buçuk santim birden boy attım. Tüberküloz filan kapmamın ve tüm bu lanet çekap zımbırtıları için buraya gelmemin nedeni de o zaten. Aslında oldukça sağlıklıyımdır.
Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'ı ve Ackley'i bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. He... tümünü göster
Bu roman, Gabriel García Márquez'in, on yıl önce yayınladığı Aşk ve Öbür Cinler'den sonra yazdığı ilk roman. Yüzyıllık Yalnızlık yazarının bu yeni yapıtının kahramanı, daha önceki romanlarının kişilerine hiç benzemiyor. Benim Hüzünlü Orospularım'ın başkişisi, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden sevişmemiş yaşlı bir gazeteci. Yalnızlığının çaresini gündelik, sıradan ilişkilerde aramış bu çirkin ve çekingen ihtiyar, 90. yaşgününde kendine hiç alışılmamış bir armağan vermeye kalkışır. Eskiden tanıdığı bir genelev patroniçesini arar, el değmemiş bir genç kızla birlikte olmak istediğini söyler. Patroniçe, onun bu istediğini yerine getirecek, ama yaşlı adam her ziyaretinde uyuyan güzel Delgadina'yı seyretmekle yetinmek zorunda kalacak, yaşamının güzünde kendisine böylesi bir oyun oynayan yazgısına boyun eğecek; ne ki bu ayrıksı ilişkiden o güne değin hiç tatmadığı bir aşk doğacaktır.
García Márquez, bu romanında, yaşlılığın hüznünü olağandışı bir aşkın coşkusuna dönüştürüyor. Belki de ölümü güzelleştirmek için... Ustanın bu yeni romanı yaşlılığa, cinselliğe, aşka ve ölüme bir güzelleme.
Bu roman, Gabriel García Márquez'in, on yıl önce yayınladığı Aşk ve Öbür Cinler'den sonra yazdığı ilk roman. Yüzyıllık Yalnızlık yazarının bu yeni yapıtının kahramanı, daha önceki romanlarının kişilerine hiç benzemiyor. Benim Hüzünlü Orospu... tümünü göster
Zweig bu novellasında bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz arzuların sınırlarında gezinir. Özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılan bir kadının bu kısa ve yoğun hikâyesi, kadın kalbinin sırlarına ermiş ustanın kaleminde olağanüstü bir anlatıya dönüşür. Yapıtı için mekân olarak muhteşem atmosferiyle Fransız Riviera’sını seçen Zweig, 1920’li yılların sonlarında Avrupa’nın “kibar" tabakasının ikiyüzlü ahlak anlayışına yönelik eleştirel tavrıyla dikkat çeker.
Zweig bu novellasında bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz arzuların sınırlarında gezinir. Özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılan bir kadının bu kısa v... tümünü göster
Maalouf'un son romanı Yolların Başlangıcı'ndan sonra şimdi de Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl YKY'de... Daha önceki yapıtlarında, geçmiş yüzyıllar üzerinde duran yazar, Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl'da geleceğe yöneliyor. Ama daha önceki kitaplarında olduğu gibi yine Doğu-Batı, Kuzey-Güney arasındaki ilişkileri dikkate alıyor.
TADIMLIK
BU SAYFALARA AKTARDIĞIM OLAYLARIN TANIKLARINDAN BİRİ OLDUM SADECE, seyirci kalabalığından daha yakın ama onlar kadar aciz. Biliyorum, adımdan söz edildi kitaplarda, geçmişte bundan gurur da duydum. Ama artık duymuyorum. Atların çektiği sal, doğru limana vardığına göre, öyküdeki atsineği sevinebilirdi artık; yolculuk bir uçurumun dibinde bitseydi, neyle gururlanacaktı? Benim rolüm de böyle oldu, aslında, gereksiz ve talihsiz bir at cambazı rolü. Neyse ki ne işbirlikçi oldum ne de kandırıldım.Hiç serüven peşinde koşmuş değilim, zaman zaman, serüven gelip beni buldu. Seçme hakkım olsaydı, çocukluğumdan beri tutkun olduğum ve seksen üçüncü yaşımı doldurduğum bugün de tutkun olmayı aralıksız sürdürdüğüm tek âleme, böcekler âlemine, o dikkat çekici minik yaratıklara, zarif, becerikli ve şaşılacak kadar bilge olan böceklere yönelirdi benim serüvenim. Bana inanmayanlara, böcek savunucusu olmadığımı tekrar etmek gibi bir huyum var. Biz, insanların çok önceden hem evcilleştirdiği hem de katlettiği ve kesin olarak yendiği, sözümona üstün hayvanlara karşı âlicenap olabiliriz bundan böyle. Böceklere karşı yapamayız bunu. Onlarla bizim aramızda savaşım sürüyor, her gün, acımasızca, insanın galip geleceğine dair hiçbir gösterge yok üstelik. Böcekler, yeryüzünde bizden çok önceleri vardı, bizden sonra da var olacaklar ve çok uzaklardaki gezegenleri keşfettiğimizde, oralarda kendi hemcinslerimizi değil de böcekleri bulacağız. Bununla da avunacağız sanırım. Söyledim, böcek savunucusu değilim. Ancak kuşku yok ki onların sıkı bir hayranıyım. Nasıl olunmaz? İpekten, baldan ya da Sina çölündeki kudrethelvasından daha soylu bir şeyi kim yaratabildi? İnsanoğlu öteden beri, böcek ürünlerindeki dokumayı ve zevki taklit etme peşindedir. Ya adi sineğin uçuşuna ne demeli? Onu taklit etmek için, acaba kaç yüzyıl gerekecek? Zavallı bir larvanın gösterdiği değişim de cabası!
Örnekleri sonsuza kadar uzatabilirim. Amacım bu değil kaldı ki. Daha sonraki sayfalarda, böceklere olan düşkünlüğümden değil, ama öncelikli olarak insanlara ilgi duyduğum ender anlardan söz edilecek.
Beni duyan da, insandan kaçan bir ayı sanacak. Doğru değil. Öğrencilerim beni sevgiyle anıyorlar; iş arkadaşlarım arkamdan pek kötü konuşmazlar; çok sık olmasa da insan arasına karıştığım zamanlar oldu, hatta kenarda köşede bazı dostluklar bile kurdum. Özellikle Clarence vardı, sonra da Béatrice; onlardan tekrar söz edeceğim.
Yalana kaçmadan özetlersem, günlük dertlerin vızıltılarına çok az katlanabilmişimdir ama çağımın büyük tartışmalarına hep dikkat kesilmişimdir. Gençliğimin yüzyılının sonuna kadar, onun saf coşkularına, binyılın yaklaşması karşısındaki saf korkularına, atoma ve yine atoma ve yeni büyük salgınlara, kutuplar üzerindeki Demokles geçitlerine hep candan bağlandım. O büyük bir yüzyıldı, bana kalırsa en büyüğü, belki de son büyük; bütün bunalımların ve sorunların yer aldığı yüzyıl; bugün, yaşlılığımın yüzyılında sadece çözümlerden söz ediliyor. Ben her zaman, sorunları Tanrı'nın, çözümleri Şeytan'ın yarattığına inanmışımdır. Sorunlar bizi altüst ediyor, hırpalıyor, şaşırtıyor, kendimizden uzaklaştırıyor. Sağlıklı dengesizlik; bütün türler sorunlar sayesinde gelişiyor, donup sönmeleri de çözümler yüzünden... Belleğimizdeki en kötü cinayetin adı Nihai Çözüm1 adını taşıyorsa, bu bir rastlantı mı?
Şimdi, şu cılız, şu asık yüzlü, şu kararmış dünyada, çevremdeki tüm o kin selini, her şeyi yeni bir buzul çağı gibi kaplayan o evrensel titrekliği gördükçe... bunlar dâhiyane bir çözümün ürünleri değil mi? diye soruyorum. Oysa binyılın sonu muhteşemdi. Soylu, bulaşıcı, yok edici, Mesihçi bir sarhoşluk. Hepimiz, Tanrı'nın lütfunun yavaş yavaş bütün dünyaya yayılacağına, bütün ulusların barış, özgürlük, bereket içinde yaşayacağına inanıyorduk. Bundan böyle tarih, generaller, ideologlar, despotlar tarafından değil, yıldızbilimciler ve biyoloji uzmanları tarafından yazılacaktı. Rahata kavuşan insanlığın tüm kahramanları mucitler ve soytarılar olacaktı. Ben de uzun süre bu umudu besledim. Böylesi manevi ve teknik ilerlemelerin ters tepeceğini, pek çok karşılıklı ilişki yolunun kapanacağını, pek çok duvarın örülebileceğini ve bütün bunların, aslında hep orada duran ama hiç akla gelmemiş bir kötülük yüzünden olacağını söyleselerdi, kuşağımın tüm insanları gibi ben de omuz silkip geçerdim. Yazgının hangi çirkin aldatması ile düşlerimiz bozuldu? Bu noktaya nasıl geldik? Neden kentten ve bütünüyle uygar yaşamdan kaçmak zorunda kaldım? Burada anlatmak istediğim, en sadık biçimiyle, mümkün olan en büyük titizlikle anlatmak istediğim, yeni yüzyılın daha ilk yıllarından itibaren bizi saran, sanırım, gerek büyüklüğü gerek doğası açısından görülmemiş bir gerilemenin içine çeken felaketin yavaş yavaş gelişmesidir. Bizi çevreleyen teröre karşın, sonuna kadar, dinginlik içinde yazmaya çalışacağım. Şu anda, dağ başındaki sığınağımda, kendimi güvenlikte hissediyorum ve elim, gerçeği emanet edeceğim henüz el değmemiş kâğıtlar üzerinde titremiyor. Aksine, geçmişteki bazı olayları anımsadıkça bir hafiflik, bir kıvanç duyuyor ve anlatacağım dramı ara sıra unutur gibi oluyorum. Değersiz olan ile olağanüstü olanı aynı yatay kâğıdın üzerine geçirmek, yazının hünerlerinden biri değil mi? Bir kitapta her şey kurumuş mürekkebin önemsenmeyecek kalınlığına bürünür.
Giriş faslına paydos! Ben sadece olayları aktaracağıma söz vermiştim.
Maalouf'un son romanı Yolların Başlangıcı'ndan sonra şimdi de Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl YKY'de... Daha önceki yapıtlarında, geçmiş yüzyıllar üzerinde duran yazar, Béatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl'da geleceğe yön... tümünü göster