Tayin emrim üç ay sonra çıktı. Emri aldığım günün sabahında Hasan'ı astılar.İnfaz gecesi uyumamıştık. Babam, Nuri Amca, annem ve ben, salondaki masanın çevresinde oturuyorduk. Pencerenin önündeki çıplak akasyaya konmuş suskun, korunmasız kış serçeleri gibi... Radyoyu açmıştık; bir haber bekliyorduk... Annem sık sık mutfağa gidip ağlıyordu. Nuri Amca, kımıldamaksızın önüne bakıyordu. Elleri dizlerinin üstündeydi. Omuzları çökmüştü... Konuşmuyorduk. Birbirimizin yüzüne bakamıyorduk.İnsan, sonuna kadar umutlu olabiliyor. Umut bir çare değil ama galiba çareden daha büyük bir şey.1960'lı yıllarda bir Ege kasabasında başlayan yasak bir aşkla 12 Eylül'ün hemen öncesinde gelişip darbenin ardından pek çok kişiyle paylaşılan bir kaderle son bulan kırık bir aşk: iki katmanlı bu romanın iç içe geçen iki farklı hikâyesi. Mücadeleleriyle, inançlarıyla, haklılıkları ve yenilgileriyle bütün bir kuşak ve darbelerden, idamlardan geçen, yarım kalan hikâyelerle 2000'li yıllara uzanan yakın tarihimiz. Siyasi bir ortamın içinde filiz veren aşklar, yeşeren duygular,yarım kalan umutlar.Hüsnü Arkan, 60'lı yıllardan başlayarak, özellikle 12 Eylül döneminin acıtan sayfalarına bir ailenin kadınlarının gözünden bakıyor.
Tayin emrim üç ay sonra çıktı. Emri aldığım günün sabahında Hasan'ı astılar.İnfaz gecesi uyumamıştık. Babam, Nuri Amca, annem ve ben, salondaki masanın çevresinde oturuyorduk. Pencerenin önündeki çıplak akasyaya konmuş suskun, korunmasız kış ser... tümünü göster
Uzun yıllar devletin en üst kademesinde Özel Kalem Müdürlüğü yapan Hasan Rıza Soyak, anılarını Atatürkten Hatıralar adlı kitapta topladı. Kitap; Atatürkün günlük yaşamına dair gün ışığına çıkmamış pek çok ayrıntıyı, ayrıca Cumhuriyetin ilanı, İzmir Suikasti, Hatay Meselesi gibi pek çok konuda ayrıntılı bilgileri içeriyor. Atatürk hakkında bugüne kadar yapılmış pek çok araştırmada kaynak olarak kullanılabilecek bu değerli kitap, birinci elden tanıklıklarla bir döneme ışık tutuyor. TADIMLIKBunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! dedi. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi bir perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; maateessüf memleketin hakiki durumu bu işte! Bunda bizim günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın. Büyük istidatlara mâlik olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış.Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek itiyadı. İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki.Münasebet düştükçe daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkân meselesi. Bu itibarla evvela kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin. İşlerinin ehli, idealist ve enerjik insanlardan mürekkep, muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddi ve manevi her türlü istidat ve kaynaklarımızı faaliyete getirecek, işletecek, böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacak. Başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek işini; bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır.Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için, beşer takatinin üstünde, gayret sarf ediyoruz; başka ne yapabiliriz ki?Biraz durdu, gözleri dolmuştu; elleri hafifçe titriyordu, Kalk, bana bir kahve getirmelerini söyle de, gel! dedi. Anlamıştım; aşikâr bir hal alan heyecanını yenmek için yalnız kalmak, vakit kazanmak istiyordu. Kendisini ilk defa böyle bir halde görüyordum. Demek ki teşhisim doğru idi.Dışarıda birkaç dakika oyalandım; odaya döndüğüm zaman, epeyce sakinleşmişti, susuyordu. Getirilen kahveyi yavaş yavaş içti, sonra gözlerimin içine bakarak, her zamanki metin sesiyle konuştu:Her ne hal ise! Yeise değil, hatta ufak bir tereddüde dahi düşmeye mahal yoktur; halimizi bilmekle beraber cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz; er geç, fakat muhakkak gayemize varacağız. Hadi artık seni bırakayım; ben de hazırlanıp sofraya ineceğim.Salondan nasıl çıktığımı bilmiyorum; Çelik İradeli Adamın, velev beş, on dakikalık olsun, böyle bir sinir buhranı geçirmiş olması, beni çok sarsmıştı; günlerce bunun tesiri altında kalmıştım.
Uzun yıllar devletin en üst kademesinde Özel Kalem Müdürlüğü yapan Hasan Rıza Soyak, anılarını Atatürkten Hatıralar adlı kitapta topladı. Kitap; Atatürkün günlük yaşamına dair gün ışığına çıkmamış pek çok ayrıntıyı, ayrıca Cumhuriyetin ilanı, İzmir S... tümünü göster
İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi kadar kolay olmasa gerek. Bu anlamda, Millî Eğitim Bakanlığının ilköğretim ve ortaöğretime yönelik 100 Temel Eser seçimi; öğrencilere, velilere ve öğretmenlere, kısacası kültür dünyamıza katkıda bulunacak herkese yararlı olacak niteliktedir.
******
Emma nın kişiliğinde 19. yüzyıl Fransa sında kadının kıstırılmış hayatı ve yozlaşmış evlilik kurumunun anlatıldığı roman.
************
Flaubert, Madam Bovaryi yazarken Flaubert olduğunu unutmakta, tüm sorunlarını bir kadının bakış açısıyla incelemektedir. Şakayla da olsa Madam Bovary benim demektedir. Madam Bovary içinde bulunduğu yaşam biçimini reddetmekte, ozanların anlattığı yaşamı arzulamakta, tatlı sözler karşısında kendinden geçmekte, ölümsüz tutkulara inanmakta ve kendini şatolarda yaşıyor görmektedir.
************
Bunun üzerine Madam,İki üç borçlu hastaya mektup yazdı.Sonuç alınca bu yoldaki çalışmalarını arttırdı.her mektubuna ek olarak şunu ilave etmeyi unutmuyordu:Aman kocamın haberi olmasın.Ne kadar mağrur oldugunu bilirsiniz.Beni mazur görün.Hizmetçiniz...Bazen itiraz edenler oldu ise de Emma onlarla çabuk anlaştı.Para bulmak için eski eldivenlerini,eski şapkalarını,kırık dökük ne varsa satmaya başladı.Çekişe çekişe pazarlık ediyordu.Damarlarındaki köylü kanı ona kazanç hırsı vermişti.Sonra şehre indikçe bazı ufak tefek şeyler alıp kasabada satmayı düşündü.Başkası almazsa her yerde m.Lheureux alırdı.
************
Gustave Flaubert gerçekçilik akımının öncüsüdür.Madam Bovary romanı ise, edebiyatta çağ başlatan bir başyapıttır. Madam Bovary bir dramdır;kentsoylu yaşamın batağında, romantik düşlerin peşinde koşan bir kadının dramı.Doyumsuz tutkuların ağında mutluluk hayalleri kuran Emma Bovary, gördüğü bayağılık ve ihanetle yıkılır.Asla yaşamayacağı bir aşk için, şöhretini ve gururunu ayaklar altına alır, hayatını feda eder.Var olduğunu sandığı büyük insani duygular ve değerler, küçük çıkarlar ve para karşısında tuz-buz olur.
************
İyi kalpli olmasına karşın sıradan bir doktor olan Charles Bovarynin yüksek idealleri ve lüks tutkusu olan romantik karısı Emma Bovarynin, yaşamının tekdüzeliğinden sıyrılmak için girdiği durumları ve yaşadığı çeşitli aşk ilişkilerini konu alan roman birçok çevre tarafından ilk çağdaş realist roman sayılır.Madam Bovary ilk kez 1857 yılında basılmıştır. Yapıt, döneminde büyük yankılar uyandırmış, kitabın tümünün yayımlanması için Flaubertin mahkemeye gitmesi gerekmiştir. Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman, realizm akımının ilk ve en önemli örneklerindendir. Bu kitaptan sonra Bovarizm akımı oluşmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer almıştır. Baş karakter Emma Bovarynin sergilediği davranışlar o dönemde büyük yankı uyandırmış ve bu yüzden yazar Flaubert uzun yıllar boyu çeşitli eleştiri ve suçlamalara maruz kalmıştır.
************
Kendisinden sonra gelen edebiyatı bakış açısı tekniğindeki tutarlı uygulamasıyla ve gerçekliği edebiyatta yeniden kuracak bir dilin, üslubun peşindeki ısrarlı arayışlarıyla bir yüzyıl etkilemiş olan Madam Bovary, gene bir yüzyıl sonra refah toplumlarında en başta kadınları cenderesine alan yabancılaşmanın da önemli habercilerinden biridir: Korkuyu, endişeyi yenmek için tüketime yönelmek, ayrıca modern hayatın açtığı büyük boşlukları eşyayla kapatmaya çalışmak, gösterişli eğlencelerde hayallerinin gerçekleşmesini sağlayacak partneri aramak. Madam Bovary romanı bir kadının olduğu kadar Fransada on dokuzuncu yüzyılın başında doğan kuşağın; hayalden ve yanılsamadan düş kırıklığına uzanan yolun, Flaubertin dünya deneyiminin romanıdır.
************
19. yüzyıl romanının en başarılı örneklerinden birisidir Madam Bovary. Hem ele aldığı konu, hem de Flaubertin üslubudur metni çarpıcı kılan. Anlatılan, Emma Bovarynin trajik hayat hikâyesi ve karşılıksız aşkları gibi görünmekle birlikte Flaubert, Emmanın şahsında, 19. yüzyıl Fransız kadınının kıstırılmış hayatını, evlilik müessesesinin insan doğasına aykırılığını, toplumsal değer yargılarının ve ahlâk anlayışının ikiyüzlülüğünü ele alır.Emma Bovary, okuduğu romanların etkisiyle aristokrasiye ve büyük burjuvaziye hayranlık duyan, aristokrasinin bir parçası olmayı hayal eden ve buna ulaşmak için çabalayan, bu sınıfa giremese de, en azından onlara yakın olmayı arzulayan bir kadındır. İçten yapılmış bir pazarlık değildir onunkisi ama bir üst sınıfa dahil olabilmesinin tek yolunu o sınıftan erkeklerle birlikte olmakta bulmuştur. Pasif, silik, Emmanın isteklerini karşılamaktan uzak biri olan Charles ise karısının hırsı nedeniyle felakete sürüklenir.
************
Ama aynada fark ettiği yüzü tuhaf buldu. Gözleri hiçbir zaman bu kadar büyük, bu kadar siyah, bu kadar derin olmamıştı. Benliğine yayılmış yüce bir şey değiştiriyordu yüzünü. Bir sevgilim var deyip duruyordu kendi kendine.Yeni gelişmiş başka bir ergenlik çağı gibi zevk duyuyordu bu düşünceden. Aşkın sevinçlerine, uzun zamandır umudunu kesmiş olduğu mutluluk ateşine sonunda kavuşacaktı demek. Olağanüstü bir yere giriyordu. Burada her şey tutku, coşku, sayıklama olacaktı. Her yanı mavimsi bir sonsuzlukla çevriliydi. Duygunun dorukları, düşüncesinin ışığı altında kıvılcımlanıyordu.(...)Artık eskisi gibi Emmayı ağlatan o tatlı sözleri ve onu çılgına çeviren ateşli okşamaları yoktu. Öyle ki Emmanın içine gömülmüş olduğu o büyük aşkları tükeniyormuş gibi geldi Emmaya, yatağında kendi kendini tüketen bir ırmağın suyu gibi... ve Emma dipte kalan çamuru fark etti.(...)Benden daha güzel olan çok kadın var belki ama ben sevmesini daha iyi biliyorum! Ben senin hizmetkârınım, senin kapatmanım ben! Sen benim kralımsım, putumsum! İyisin, yakışıklısın, akıllısın, güçlüsün!(...)Emma da öteki sevgililer gibiydi. Yeniliğin büyüsü yavaş yavaş bir giysi gibi düşüyor, her zaman aynı biçimi taşıyan, aynı dili konuşan tutkunun tekdüzeliği çırılçıplak ortaya çıkıyordu.İlk yayımlanışında müstehcenlikten yargılanan Madam Bovary, Flaubertin bu önemli başyapıtı, hak ettiği yerde... Oğlak Klasikleri arasında.
************
Madam Bovary romantik düşler peşinde koşan bir kadının romanıdır. Emma Bovary, güzel bir köylü kızıydı. Bir doktorla evlenmişti, orta halli bir yaşam sürüyordu. Sevmek ve sevilmek ihtiyacı, doyumsuz tutkular arasında çırpınıyor, asla ulaşamayacağı bir mutluluğu arıyordu. Bu yüzden korkunç serüvenlere atıldı, çok acı düşkırıklıklarına uğradı. Sevdi, sevilmedi; en değerli, en kutsal şeylerini feda etti, karşılığında ihanet gördü. Ruhundaki sönmeyen tutku onu çok daha korkunç bir akıbete sürükleyecekti. Madam Borvary kadın ruhunun acılarını eşsiz bir güçle anlatan olağanüstü bir romandır.
******
İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi... tümünü göster
Nobel Ödüllü yazar Isaac Bashevis Singer, kendi seçtiği öykülerinden oluşan geniş bir derlemeyle ilk kez Türkçede. Öznel olduğu kadar evrensel nitelikler de taşıyor. Singerin öyküleri. Yahudi kültürü, gelenekleri, alışkanlıkları ve yaşam tarzı ön plana çıksa da, yazar içten içe tüm halklara sesleniyor, tüm insanları birbirine bağlayan ortak değerlerin altını çiziyor. Yer yer komik, yer yer hüzünlü bir ses tonu sızıyor satırların arasından. Singerin şiirsel ve akıcı diliyle kaleme aldığı öykülerden her biri, paletteki değişik renk kombinasyonlarıyla oluşan eşsiz birer resmi andırıyor. TADIMLIKI Kunduracılar ve SoyağaçlarıKüçük kunduracıların ailesi sadece Frampolda değil, çevresinde de -Yanev, Kreşev, Bilgoray, hatta Zamoşohta- nam salmıştı. Ailenin kurucusu olan Abba Şuster, Kmielnitzki katliamından bir süre sonra gelmişti Frampola. Yassı tepede, kasap ahırlarının arkasında kendine bir arsa almış ve daha düne kadar yerli yerinde duran bir ev yapmıştı. Aslında ev pek de iyi durumda değildi - taş temelleri toprağa gömülmüş, pencereleri çarpılmış, tahta kiremitleri yosun yeşiline dönmüş ve serçe yuvalarıyla dolmuştu. Dahası, kapı da evle birlikte aşağı çökmüş, pervazları bel vermişti; insan eşikte bir basamak yukarı çıkmak yerine bir basamak aşağı inmek zorunda kalıyordu. Yine de ilk başlarda Frampolu kasıp kavuran bütün yangınları atlatmıştı. Ama çatı kirişleri öyle çürümüştü ki, üzerlerinde mantar bitiyordu, bir sünnetten sonra kanı emdirmek için talaş gerekse, duvarın dış tarafından bir parça tahta koparıp parmaklar arasında ovalamak yeterliydi. Çatının eğimi öyle dikti ki, baca temizleyicisi üzerine tırmanamıyordu, bu yüzden de baca sık sık tutuşuyordu. Evin bir felakete kurban gitmemesi Tanrının bir kerametiydi.Abba Şuster adı, Frampol Yahudi cemaati vakayinamesinde, bir parşömene kaydedilmişti. Abba her yıl altı çift ayakkabı yapıp dul ve yetimlere dağıtırdı; bu hayırseverliğini ödüllendirmek için sinagog, Tora okunduğu zaman onu Murenu, yani hocamız sıfatıyla davet ederdi. Mezar taşı kaybolmuştu ama kunduracılar mezarın yerini bir işaret sayesinde biliyorlardı - yakınında bir fındık ağacı vardı. Kocakarılara bakılırsa fındık ağacı Rabi Abbanın sakalından fışkırmıştı.Rabi Abbanın beş oğlu vardı; biri dışında hepsi komşu kasabalara yerleşmişti; sadece Getzel Frampolda kalmıştı. O da babası gibi hayır işlemek için fakirlere ayakkabı yapıyordu ve mezar kazıcıları birliğinde faaldi.Kayıtlara bakılırsa Getzelin Godel adında bir oğlu, onun Treitel adında bir oğlu ve Treitelin de Gimpel adında bir oğlu olmuştu. Kunduracılık zanaatı kuşaktan kuşağa aktarılmıştı. Ailenin bir kuralı vardı: En büyük oğlan baba evinde kalıyor ve baba mesleğini sürdürüyordu.Kunduracılar birbirlerine benziyordu. Hepsi kısa boylu, sarı saçlı, dürüst ve güvenilir zanaatkârlardı. Frampol halkı, ailenin kurucusu Rabi Abbanın ayakkabı yapmayı Brodlu bir ustadan öğrendiğine inanıyordu; deriyi sağlamlaştırıp dayanıklı bir hale getirmenin sırrını ona bu usta öğretmişti. Evlerinin bodrumunda, küçük kunduracıların derileri ıslatmak için kullandığı bir fıçı vardı. Tabaklama sıvısına başka hangi kimyevi maddeleri eklediklerini sadece Tanrı bilirdi. Formülü yabancılara söylemiyorlardı; bu sır babadan oğula geçiyordu.Küçük kunduracıların bütün nesilleri bizi ilgilendirmediğinden, sadece son üç tanesiyle kendimizi sınırlayacağız. Rabi Lippe epeyce yaşlandığı halde hiç çocuğu olmamıştı, soyunun da onunla birlikte ortadan kalkacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ama yetmişine merdiven dayadığı sıralarda karısı öldü, o da yaşı biraz geçkince bir bakireyle, mandırada çalışan bir kızla evlendi; karısı ona altı çocuk doğurdu. En büyük oğulları Feivelin hali vakti yerindeydi. Halk yararına yapılan işlerde ön plandaydı, bütün önemli toplantılara katılırdı, senelerce terziler sinagogunda zangoçluk yapmıştı. Bu sinagogun âdeti her Simha Torada yeni bir zangoç seçmekti. Seçilen adamın başına bir balkabağı konarak onurlandırılırdı; balkabağı mumlarla süslenir, şanslı adam evden eve gezdirilir, her durakta kendisine şarap, çörek ya da ballı kek ikram edilirdi. Ama tesadüf bu ya, Rabi Feivel tam da Simha Torada, Şeriat gününde, yine böyle evden eve gezerken öldü; pazar meydanının ortasında yere yığıldı, bir daha da kalkamadı. Feivel kasabanın önde gelen hayırseverlerinden olduğu için, cenazeyi kaldıran haham, başının üzerinde taşıdığı mumların onun için Cennete giden yolu aydınlatacağını söylemişti. Kasasında bulunan vasiyette, mezarlığa götürüldüğünde, tabutunun üstündeki siyah örtünün üzerine bir çekiç, bir biz ve bir kundura kalıbı konulmasını istemişti, böylece müşterilerini asla kandırmayan, dürüst bir zanaatkâr olduğu anlaşılacaktı. Vasiyeti yerine getirildi.Feivelin büyük oğluna ailenin kurucusu Abbanın adı verilmişti. O da diğer aile üyeleri gibi kısa ve tıknazdı, uzun sarı bir sakalı, sadece hahamlarla kunduracılarda görülen kırışıklarla kaplı geniş bir alnı vardı. Gözleri de sarıydı ve genel olarak asık suratlı bir tavuk izlenimi veriyordu. Yine de akıllı bir işadamıydı, ataları gibi hayır işlerine düşkündü ve Frampolda sözünün eri dendi mi akla o gelirdi. Yerine getirebileceğinden emin olmadan asla söz vermezdi; emin olmadı mı, kim bilir, Tanrı izin verirse ya da belki derdi. Hem biraz okumuş yazmışlığı da vardı. Her gün Toranın Yidiş çevirisinden bir bölüm, boş zamanlarında da halk masalları ve destanlar okurdu. Abba, kasabaya gelen gezici vaizlerin tek bir vaazını bile kaçırmazdı, özellikle de kış aylarında sinagogda okunan İncil bölümlerini dinlemeye bayılırdı. Karısı Peşa, Şabat günlerinde, Tekvin Kitabının Yidiş çevirisinden ona hikâyeler okuduğunda, kendisinin Nuh, oğullarının da Şem, Ham ve Yafet olduğunu hayal ederdi. Ya da kendini İbrahim, İshak veya Yakup gibi düşünürdü. Yaradan ona büyük oğlu Gimpeli kurban etmesini emretse, sabahleyin erkenden kalkıp hiç oyalanmadan emirlerini yerine getireceğini tasarlardı. Polonyadan, doğduğu evden ayrılmakta, dünyada Tanrı onu her nereye gönderiyorsa oraya gitmekte hiç tereddüt etmezdi. Yusuf ve kardeşlerinin hikâyesini ezbere biliyordu ama tekrar tekrar okumaktan hiç bıkmazdı. Eskileri kıskanırdı, çünkü Evrenin Kralı kendini onlara göstermiş, onlar uğruna mucizeler gerçekleştirmişti ama kendisinden, Museviliğin öncülerine kadar kesintisiz bir kuşaklar zincirinin uzandığını düşünerek kendini teselli ederdi - sanki kendisi de İncilin bir parçasıydı. Yakupun kasıklarından çıkmıştı; o ve oğulları, kum gibi, yıldızlar gibi artan o tohumlardan geliyordu. Kutsal Topraklardaki Yahudiler günah işlediği için Abba sürgünde yaşıyordu ama Kurtuluş Gününü bekliyordu, zamanı geldiğinde hazır olacaktı.Abba, Frampoldaki en iyi kunduracıydı. Yaptığı botlar hep tam otururdu, ne sıkar ne de bol gelirdi. Mayasıldan, nasırdan ya da varisten mustarip olanlar çıkarttığı işlerden özellikle memnun kalır, yaptığı ayakkabıların kendilerini rahatlattığını iddia ederlerdi. Yeni moda şeylerden, cicili bicili çizmelerden, acayip topuklu terliklerden, ilk yağmurda düşen, kötü takılmış ökçelerden nefret ederdi. Müşterileri saygın Frampol sakinleri ya da çevre köylerden gelen köylülerdi ve en iyiye layıktılar. Ölçülerini, eski günlerdeki gibi düğümlü bir iple alırdı. Frampol kadınlarının çoğu peruk takardı ama karısı Peşa başına aynı zamanda bone de giyerdi. Ona yedi erkek evlat vermişti, Abba da çocuklara dedelerinin adlarını koymuştu - Gimpel, Getzel, Treitel, Godel, Feivel, Lippe ve Çananya. Hepsi de babaları gibi kısa boylu ve sarı saçlıydı. Abba daha en baştan onları kunduracı yapacağını söylemişti ve sözünün eri bir adam olarak daha küçükten tezgâhını seyretmelerine izin verdi, zaman zaman onlara eski bir atasözünü hatırlatırdı - iyi iş boşa gitmez.Günde on altı saatini tezgâhının başında geçirirdi, dizlerinin üzerine bir çuval yayar, biziyle delikler açar, iğnesiyle dikiş diker, deriyi boyar ya da cilalar, bir cam parçasıyla kazırdı; çalışırken de Nedamet Döneminden ilahiler okurdu. Genellikle kedi yakınlarda bir yere kıvrılır, sanki onu kollar gibi yaptıklarını seyrederdi. Kedinin annesiyle anneannesi, zamanında küçük kunduracılar için fare avlamıştı. Abba tepenin üzerindeki evinin penceresinden bütün kasabayı ve ötesini, Bilgoray yoluna ve çam ormanlarına kadar görürdü. Sabahları kasap ahırlarında toplanan çocuklu kadınları ve genç adamları, sinagogun avlusuna girip çıkan aylakları, çay için su almaya tulumbaya giden kızları, alacakaranlıkta mikveye koşturan kadınları seyrederdi. Akşamları güneş batarken evi loş bir ışık istila ederdi. Işık huzmeleri köşelerde dans eder, tavanda oynaşır, Abbanın sakalını altın rengine boyardı. Abbanın karısı Peşa mutfakta kaşa [yulaf ezmesi] ve çorba pişirirdi, çocuklar oyun oynar, komşu kadınlarla kızlar eve girip çıkarlardı. Abba işinden kalkar, ellerini yıkar, paltosunu giyer, akşam duası için terziler sinagoguna giderdi. Koskoca dünyanın yabancı şehirler ve uzak memleketlerle dolu olduğunu, Frampolun küçük bir dua kitabındaki bir noktadan daha büyük olmadığını bilirdi; ama küçük kasabası ona evrenin merkezi gibi gelirdi, kendi evi de kasabanın merkezindeydi. Mesih, Yahudileri İsrail topraklarına götürmek için geldiğinde, kendisinin Frampolda, evinde, kendi tepesinde kalacağını düşünürdü. Sadece Şabat günü ve bayramlarda bir bulutun üzerine çıkıp Kudüse taşınmaya razı olurdu.
Nobel Ödüllü yazar Isaac Bashevis Singer, kendi seçtiği öykülerinden oluşan geniş bir derlemeyle ilk kez Türkçede. Öznel olduğu kadar evrensel nitelikler de taşıyor. Singerin öyküleri. Yahudi kültürü, gelenekleri, alışkanlıkları ve yaşam tarzı ön pla... tümünü göster
Modern Türkiye'nin Kurucusu Mango'nun uzun zamandır beklenen Atatürk adlı kitabı, Remzi Kitabevi yayınları arasında yerini aldı. Türkiye'nin, bağımsızlığı ve varoluş yolunda Atatürk gibi bir liderle yakaladığı olağanüstü şansı irdeleyen bu kitap, onu salt lider yanıyla değil, yakın çevresi ve insan ilişkileriyle de yansıtıyor. Aynı zamanda dönemin toplumsal yapısı ve güç dengelerine de açıklık getiren kitap, onun karizması, zaafları, kadınlarla olan ilişkileri, dostlukları, nefretleri, iyilikleri ve hatta kıskançlıklarıyla bir insan olduğunun altını çiziyor. Uzman bir yazar, nesnel bir yapıt: İşte Atatürk'ün yaşamı ve mücadelesi!...
Modern Türkiye'nin Kurucusu Mango'nun uzun zamandır beklenen Atatürk adlı kitabı, Remzi Kitabevi yayınları arasında yerini aldı. Türkiye'nin, bağımsızlığı ve varoluş yolunda Atatürk gibi bir liderle yakaladığı olağanüstü şansı irdeleye... tümünü göster
birazsoylebirazboyle şu anda kitap okumuyor.