Yazmayı sevdiğinizi ve ileride bir yazar olmak istediğinizi düşünüyorum. Gelin, fikirlerimizi paylaşalım. Neler yazarsınız? Yazarken nelere dikkat edersiniz? Hiç kitap çıkarmaya çalıştınız mı? Hadi, bu grup sizi bekliyor! :)
Yazmayı sevdiğinizi ve ileride bir yazar olmak istediğinizi düşünüyorum. Gelin, fikirlerimizi paylaşalım. Neler yazarsınız? Yazarken nelere dikkat edersiniz? Hiç kitap çıkarmaya çalıştınız mı? Hadi, bu grup sizi bekliyor! :)
New York'tan Buenos Aires'e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic'e, ücreti karşılığında, bir parti satranç oynamayı teklif eder. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı bir göçmen, Dr. B., oyun sırasında kendini tutamayıp onlara karışınca şampiyonla karşılaşması önerilir kendisine.
Gestapo tarafından bir otel odasına kapatılan ve uzunca bir süreyi bu odada, tek başına ve oyalanacak hiçbir şeyi olmadan geçiren, yalnızca sorgulama için odadan çıkarılan Dr. B., bir gün rastlantıyla eline geçirdiği bir satranç kitabı sayesinde bu oyunun inceliklerini öğrenmiştir. Satranç tahtası ve taşları olmamasına rağmen, önce ekmekten yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle zihninden oynayarak kuramsal bir satranç ustası olup çıkar. Ancak bu tutkusu yüzünden sinir krizine, beyin ateşine yakalanır. Tedavi olur, arkasından da serbest bırakılır. Yirmi yıldır eline satranç taşı almamış olsa da, Dr. B., gemide satranç şampiyonuyla oynadığı oyunu inanılmaz bir biçimde kazanır. Kendini olayın heyecanına kaptırarak maçın rövanşını oynamayı isteyince şaşırtıcı bir son bekler onu.
Stefan Zweig'ın büyük bir ustalıkla kaleme aldığı kısa, ama yoğun romanı Satranç, gerilimli kurgusu, kahramanının ruhsal gelgitlerinin incelikle işlendiği dokusuyla bir solukta okunuyor.
New York'tan Buenos Aires'e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic'e, ücreti karşılığında, bir parti satranç oynamayı teklif eder. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı ... tümünü göster
Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Kolay okunur, çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve edebiyat.”
Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları “ezeli” ve de “ezici” bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu “yakıcı” soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”
Woolf, mantıkla olduğu kadar hayalle, nükteyle olduğu kadar bilgiyle ve gerçek bir romancının hayalgücüyle konuşur.
The New York Times
Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Kolay okunur, çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve edebiyat.”
Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladı... tümünü göster
Hayırla birlikte, Adalet Ağaoğlu, içinde yaşadığımız Dar Zamanlara uçsuz bucaksız bir genişlik vermeyi başarmıştır: Bir Düğün Gecesinin bittiği yerden başlayarak, Türkiyenin son dönemini sarsan bütün sahneleri içeren bu romanla, ek debili bir ırmağı deltaya getiriyor. TADIMLIKİçinde çok hoş duygularla uyanıyor. Son günler uyuyamadığı uykuların hepsini birden uyumuş. Beyni aydınlık, düşünceleri açık seçik: Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil. Cesare Pavese, bin dokuz yüz elli. Zayıf kadınlar ha? Stefana ne buyrulur, genç, güçlü kuvvetli Mayakovskiye ne buyrulur, ya Kirillova, peki kendinize ne buyrulur? Sorun zayıflık olsa! Başkaldırı... Başkaldırı... Parçalanmış değerler karşısında hayatla uyum sağlamak ikiyüzlülüktür. Nükleer çağın değerleri... Doğal ölüm denen şey, gittikçe sayısından eksiltmektedir. Bu noktada, bütün seçilmiş ölümler cinsiyetsizce ele alınmalıdır. Değer ölçülerini yitirmiş bir zamanda, onların karşısına kaçış-direniş, güç-güçsüzlük gibi ölçüler konulmamalıdır. Beyni aydınlık, düşünceleri açık seçik. Eh, evet, boynu yine biraz tutulmuş, kolları da uyuşmuş. Fakat işte bukadar. Oda loş ve herhalde soğuk. Burnunda, yanaklarında nemli bir serinlik var. Çünkü aylardan Aralık. Çok belli bir nedenle de, ayın gününü çıkarmak hiç güç değil. Bugün, o gün işte. Resmi kağıttaki yazıya, ekindeki çağrı kartına göre, Aralıkın yirmi ikisi. Kuşkusuz ayın bir de yılı var. Ama üç yüz altmış beş günde bir gün için o kadar da önemli değil. Zaten zaman öyle hızlı akıyor ki, bugünden yarın oluyor. Üstelik yıl dediğin, sadece bir özettir: Savaşlar daha yaygınlaşmıştır, telefonlar ekranlıdır, yiyecekler daha tehlikelidir, domateslerin büsbütün tadı tuzu kaçmıştır, hayatlar daha sıkı bir denetim altındadır, intelsatlar yukarda dört dönmektedir, yine de günübirlik yeni tadlar tuzlarla yeni özgürlükler aranmaktadır. Kimbilir, insanlar kendileri için bile daha az düş kurmaktadır, yetiniş yaygınlaşmaktadır. İşkillenecek ne var ki? Beyni aydınlık işte, düşünceleri açık seçik. Gözlerini yeniden yumuyor. Yatağında küçük bir kızın yarasız beresiz, serin gülümseyişiyle gülümsüyor. Sırtını cama dönüyor; dönmesiyle sol bacağında hafif bir kasılma duyuyor: O gün bugündür, biraz ayakta kaldığım zamanlarda sol ayak bileğim şişer, ama bu kasılma ilk. Yenins. Hep yirmi yaşında. Yine hiç bozulmamış duru bakışları onun. Yine tutku. Yine inanç. Düş. Yenins hiç şaşırmaz ki. Yine şaşırmıyor. Bu kasılmayı, o hafif aksak yürüyüşü doğal sayıyor. Bunun böyle olması gerekiyordu, böyle oldu. Bu da öyle olacak: Belli bir gün, belli bir saat, belli bir ân, bir deniz kıyısı, denizde bir sandal ve çağırışı sandalın: Aysel. Aysel, kıyıda, sandala hayli kuşkulu bakıyor: Yenins benim on yaş, yirmi yaş, yüz yaş daha yaşlı olacağımı, bacak kasılması biryana, artık bastonsuz yürüyemeyeceğimi de biliyor muydu? Bastonumla uzaklara gidemezdim. Ancak onur plaketine. Ancak o kadar...
Hayırla birlikte, Adalet Ağaoğlu, içinde yaşadığımız Dar Zamanlara uçsuz bucaksız bir genişlik vermeyi başarmıştır: Bir Düğün Gecesinin bittiği yerden başlayarak, Türkiyenin son dönemini sarsan bütün sahneleri içeren bu romanla, ek debili bir ırmağı ... tümünü göster
Bir Düğün Gecesi, edebiyatımızda eşine az rastlanan bir anatomi dersi: Adalet Ağaoğlunun, içinde yaşadığımız bir dönemi, toplumsal örgüyü ve bireysel çırpınışları usta fırça darbeleriyle betimlediği bu roman, yayımlandığı yıl Türkiyede verilen bütün edebiyat ödüllerini toplamıştı. TADIMLIKİntihar etmeyeceksek içelim bari! Tezelin yardımına koşmam gerek. Sözü buraya getirmesine kızamayacak, bunu söylerken alaylı, vurdumduymaz gülüşüne katılamayacak ya da Tezeli anlamaya çalışamayacak kadar yorgunum. Bunun da adı, başkalarının anlık dileklerini anında yerine getirmek olmalı. Bir ot. Bir dal. Esinti çıkarsa kımıldar. Yağmurda ıslanır. Güneşte başını ışığa uzatır, pırıldar. Bir araba yanından tozutarak geçerse matlaşır, rengi toprağa yaklaşır. Biri üstüne düşünmeden basabilir. Az sonra da kaldırıp bir duvar kıyısına, bir çukura birikmiş lağımsı suyun içine atabilir. Evet, evet. Tamam. İnsan ise direnir. Kırk beş yıl bile olsa, kırk beş yıl, bataklarda yürürken de hiç çamur sıçratmadan paçalarına, hiç çirkefe batmadan, hiç tozlatmadan üstünü başını, hiç sallanmadan boralarda, fırtınalarda, hiç midesi bulanmadan, hiç başı ağrımadan... Ne baştır o baş... İnsan başı değil, çivi başı! Kılıç başı. Bir gürz. Kırk beş yıllık bu gürzü şimdi çevir bakalım Tezele. Sor. Ne içiyordun sen? Tezel, koltukaltlarında tutukladığı ellerini tam özgür bırakıyordu, durdu. Şimdi iyice eziyor o elleri koltukaltlarında. Bu yeryüzüyle onu uyuma zorlayacak tek kişi kaldıysa ortada, onun da şimdi burda, Ömer olduğunu düşünerek. İyi ki Aysel yok, diyerek. Eziyor ellerini koltukaltlarında. O elleri titrememeye çağırıyor. En ucuz deyimle, su gibi viski akıtacakmış ya İlhan bu gece? Ben de hakkını veriyordum... Daha doğrusu, vermek istiyorum da, değerimi bilen yok... Onun iyi niyetini kötüye kullanmayalım bari. Garsonlardan birinin gözüne çarpabilmek için bakınıyorum. Yok. Tezelin iyi niyetini ödüllendirmek için değil. O garsonlardan biri, burda bir Ömerin de varolduğunu görebilsin diye...
Bir Düğün Gecesi, edebiyatımızda eşine az rastlanan bir anatomi dersi: Adalet Ağaoğlunun, içinde yaşadığımız bir dönemi, toplumsal örgüyü ve bireysel çırpınışları usta fırça darbeleriyle betimlediği bu roman, yayımlandığı yıl Türkiyede verilen bütün ... tümünü göster
Dar Zamanlar üçlemesinin ilk kitabı olan Ölmeye Yatmak, yayımlandığı günden başlayarak Türkiyedeki roman tartışmalarının odak noktasına yerleşti. Adalet Ağaoğlunun yazarlık güzergahında bir dönemeç niteliğini taşıyan bu yapıt, edebiyatımızda da benzer bir rol oynadı: Yakın geçmişimize tutulan hassas bir ayna. TADIMLIKDoğdu Gün Işıkları Ülkünün - Sümerbank keteni bordo renk perde, okul sahnesini tam örtmüyordu. Hademe Cemal, müsamerede perdecilik edecek. Elindeki ipi az çekiyor, perde aralığı hiç kapanmıyor. Bütün korkusu da; ya hiç açılmazsa?.. Günlerdir bütün işi bunu prova etmek. İpi usulca geriyor, bırakıyor. Yeniden geriyor, bırakıyor. Perdenin gerisinde çocuklar itişip kakışıyorlardı. Toz, yağ, sirke, sidik ve bitotu karışımı bir koku. Okulun her günkü alışılmış kokusunun az daha yoğunu. Kekremsi, ama yıllar geçtiğinde de hâlâ duyulabilen, duyulmasından tat alınabilen bir koku. Bazı zamanlar insanın kendi kokusunu sevmesi gibi bir şey. Başöğretmen, eski bir Ermeni evinden bozma okulun ikinci kat koridorunu geçti. Ahşap duvar delinerek sahneye bir kapı açılmıştı. O kapının önünde durdu. Başöğretmeni ilkin, bahçede yüzünü yıkamaktan dönen Namık gördü. Koşup sahne içine haber vermek istedi, ama başöğretmenin önüne geçemedi. Duvar boyunca kıyın kıyın yanaştı. Soluğu kesildi. Başöğretmen, Namıkı yengeç yürüyüşü içinde gördü: Ne dolaşıp duruyorsunuz hâlâ ortalıkta? Beni rezil mi edeceksiniz? diye bağırdı. O hızla sahnenin koridora açılan tek kapısından içeri daldı. Üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıflar öğretmeni Dündar Bey, sahnede çocuklara son öğütlerini veriyordu: Unutmayın! Koro biterken, yani ilelebet derken ikiye ayrılacaksınız. Bir, üç, beş, yedi, dokuzlar bir yana; iki, dört, altı, sekiz ve onlar bir yana. Siz ayrılınca aradaki bu pencere görünecek. İyi ayrılın. Yoksa, her şey bozulur. Ulu Önderimize de çok büyük saygısızlık olur. Tamam mı? Anladınız mı? Kan ter içindeydi. Çocuklara uzun uzun baktı, haykırdı: Ali!.. Ali, beni mahvettin! Toparlacık, fırça saçlı bir çocuk, titredi. Ellerini hazır ola koydu. Başına bir sumsuk bekledi. Hani senin kara papyonun, kahrolmayası? Hani, nerde? Lastiği koptu öğretmenim... Kopuverdi... Kara kıl dokumadan soluk siyah, uzun kısa pantolonunun cebinden beyaz lastiğe dikilmiş kelebek biçimi bir kumaş parçası çıkardı. Papyona benzetilmeye çalışılmış bu kara nesneyi, evin ambarında kuyruğundan yakaladığı bir fare gibi tutuyordu. Çocuklar, birbirlerini dürtüp gülüşüyorlardı. Dündar Bey, evinde, demir maşayla ondülelediği saçlarını sıvazladı. Sınıfına göre yaşı en büyük, en iri kız öğrenciye döndü: Semiha! Gel buraya!.. Şunun lastiğini dik. Ekle. Koş... Acele edin... Saat geldi!.. Semiha, iğne iplik bulmak için korkunç bir telâşa düştü. Bu arada Namıkın kafasına da iki yumruk indirdi. Öğretmen Dündar, öğütlerini sürdürüyordu: Koro bitti. Siz yavaş yavaş ikiye ayrıldınız. Siz yavaş yavaş ikiye ayrılınca Büyük Atamız çıktı. Ulu Atamız üstümüze bir güneş doğmuş gibi yüzünü gösterirken koro bitiyor. Atamız gidiyor. Atamız gitti... Hemen polkaya başlıyorsunuz. Erkekler, damlarının önünde eğiliyorlar. Damlarını alıyorlar falan... Derken polka bitince rondoya başlıyorsunuz... Haa, Aysel, rondoyu oynarken kazık gibi durma. Rahat ol. Sen de Hasip!.. Kapının önünde çember çevirmiyorsun. Rondo oynuyorsun. Kafanı da âyet okur gibi sallama. Camide değilsin. Uygarlık kaynağı bir okulun sahnesindesin. Uçkurunu topla kerata!.. Rondo bitince Mesleklere geçiyoruz. Tamam mı? Anlaşıldı mı? Başöğretmenin sahne içinde olduğunu o sırada gördü. Savcının kızı Sevil de gruptan ayrılıp, bir kibrit sandığının ardından usulca süzülerek kendini Başöğretmene gösterdi. Başöğretmen, ellerini arkasına kenetlemiş, sabırsızca ortalıktaki dağınıklığa bakıyordu. Kolları kısa, soluk, çizgili ceketi, çizgili dokuma gömleği, bol kısa paça, göbeğine dar gelen pantolonuna, çocuk kakası rengindeki kunduralarına rağmen bir başöğretmenden çok, bir cami hocasını andırıyordu. Ama o tarihte bir başöğretmen olarak da fazla yadırganmıyordu. Hayır, hiç hem de. Latin harfleriyle adını yazmayı beceren, azıcık da, değişimlere karşı yumuşakbaşlı davranan her orta yaşlı kimse, bir ilçe ilkokuluna başöğretmen olabilirdi. Başöğretmenin kırmızı toparlak yüzü, ağda yapıştırılmış gibi parlıyorsa, bu da, hafızlığında önüne fazla pekmez konulmuş olmasındandır herhalde.
Dar Zamanlar üçlemesinin ilk kitabı olan Ölmeye Yatmak, yayımlandığı günden başlayarak Türkiyedeki roman tartışmalarının odak noktasına yerleşti. Adalet Ağaoğlunun yazarlık güzergahında bir dönemeç niteliğini taşıyan bu yapıt, edebiyatımızda da benze... tümünü göster
edaglkrc şu anda kitap okumuyor.