Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar’ın yazmış olduğu ilk romandır. Kitap ilk kez 1995 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Yayınlandığı andan itibaren hem içerik hem biçim olarak ilgi gördü. Birçok yeni baskısı yapıldı ve eleştirmenler tarafından olumlu değerlendirmelere tabi tutuldu. Bu kitap dolayısıyla Anar için “edebiyatın yeni soluğu” tanımlaması yapıldı. Kitap, İhsan Oktay Anar’ın bir felsefeci olduğunu göstermiş ve okuyucuya bu derinliği iletebilmiştir. Ayrıca kitaptaki düzgün ve akıcı anlatımın okuyucu üzerindeki tesiri sayesinde tarihe olan ilgi artmıştır.
Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar’ın yazmış olduğu ilk romandır. Kitap ilk kez 1995 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Yayınlandığı andan itibaren hem içerik hem biçim olarak ilgi gördü. Birçok yeni baskısı yapıldı ve eleştirmenler t... tümünü göster
Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebaline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadim zamanlardan beri hakkı yendiğine göre, sonlu ama sınırsız bir evrenin engin ve derin merkezi insan olmanın, 'olmasa da olur' halini icrâ etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Romantik bir insafsızlığın bakir tacizcisi olmak sonuna kadar hakkıdır. Sıradanlığın üst insanıdır o. Asilliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur.
Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebaline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadim zamanlardan ... tümünü göster
Charlotte Bronteun kendi hayatından izler taşıyan eseri Jane Eyre, romantizm akımının en belirgin ve unutulmayan örneklerindendir.Zorlu bir çocukluk geçirdikten sonra öğretmen olan Jane Eyre, Bay Rochesterın malikanesinde mürebbiye olarak göreve başlar. Zamanla Bay Rochester ile Jane Eyre yakınlaşırlar, ama evlenmelerinin önünde ciddi bir engel vardır: Rochesterın herkesten gizlenen akıl hastası eşi.Charlotte Bronteun şiirsel duyarlılığını keskin gözlemlerle harmanladığı ölümsüz bir başyapıt.
******
Önce zengin kuzenlerinin yanında, sonra da Lowood Okulunda yetim bir yaşam süren Jane Eyre, daha sonra Bay Rochesterin malikanesinde dadılık yapmaya başlar. Bay Rochester ile yaşadığı aşk, Janein, Thornfield Malikanesinin çatısında gizlenen korkunç sırrı öğrenmesine ve oradan ayrılmasına neden olur....İngiliz Edebiyatının en ünlü romanı olarak kabul edilen Jane Eyre, Charlotte Brontenin şiirsel duyarlılığını çağdaş bir gerçeklikle harmanladığı bir başyapıt.
************
Jane Eyre romanı Charlotte Brontënin, kendi deneyimlerinin, yaşadığı çoğu acı olayların üzerine kurulmuştur. Eserde, küçük yaşta veremden peş peşe kaybettiği iki kız kardeşini, Brükseldeki pansiyon Hegerde âşık olduğu öğretmenini, ama asıl ikiyüzlü burjuva ahlakı üzerine kurulu, sosyal çelişkilerle dolup taşan Victorian Çağı İngilteresinin biçimselleştirdiği ilişkilerin imkânsız kıldığı bir aşkı buluruz. Jane Eyre, evlilikleri, aynı sınıftan insanların sözleşme ilişkisine indirgemiş bir çağda, sosyal eşitsizliğin hâkim olduğu kadına düşman bir toplumda, bağımsızlaşma, özgürlüğünü ve kimliğini edinme mücadelesi verirken, bizi Brontë kardeşlerin özyaşam öykülerinin de kıyılarında gezdiriyor.Jane Eyre: Muhafazakâr bir çağda aşk.
************
On yaşında öksüz kalan, babasını da öldü bilen Jane Eyre, kendisine köle gibi davranan halası tarafından yoksul kızların gittiği katı disiplinli bir yatılı okula gönderilir. On yıl kadar kaldığı bu okula sonunda öğretmen olur. Bir süre sonra da Edward Rochesterın malikânesinde mürebbiyelik yapmaya başlar. Jane, giderek hayal bile edemeyeceği zorluklar ve acılar yaşayacak, beş parasız ve evsiz barksız kalacak, erkeklerin egemenliğindeki bir dünyada bir kadının tek başına ayakta kalabileceğini kanıtlamak için savaşacaktır...19. yüzyıl İngilteresinde, her türlü tutuculuğun kol gezdiği Victoria döneminde geçen Jane Eyre, birçoklarınca kadınların özgürlüğü ve haklarına sahip çıkan ilk romanlardan biri olarak kabul edilir. Yazarı Charlotte Brontënin bir tür özyaşamöyküsü niteliği de taşıyan roman, yaşamın her türlü sillesini yiyen bir genç kızın güçlü bir kadına dönüşmesinin öyküsüdür.Yalnızca kadının erkek-egemen toplumdaki konumuna gözüpek yaklaşımıyla değil, güçlü ve tutkulu anlatımıyla da edebiyata yenilikler getiren Jane Eyrei, Nihal Yeğinobalının usta işi çevirisiyle sunuyoruz.Charlotte Brontë, kendisi gibi yazar olan kız kardeşleri Anne ve Emilyyi yitirdiğinde 33 yaşındaydı ve Jane Eyrei yayınlayalı iki yıl oluyordu. Daha 26 yaşındayken, kız kardeşi Emily ile birlikte Brükseldeki bir yatılı okula gitmiş, bu okuldaki öğretmeni Constantin Héger, olağanüstü sezgili ve güçlü kişiliğiyle, onun gizli kalmış yeteneklerini sezip uyandıran kişi olmuştu. Burada sağlam bir edebiyat öğrenimi gören Charlotte içindeki cevherin farkına varmış ve roman yazmaya yönelmişti.1847de yayınlanan ve çok geçmeden geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan Jane Eyrein başarısı, düşünen, hisseden, şiddetle aşk özlemi çeken, ama onuruna ve ahlaki değerlere ters düşmemek uğruna aşkından vazgeçme gücünü kendinde bulan bir kadının kişiliğini tutkulu bir biçimde yansıtmasında yatar.Charlotte Brontënin romantizm ile yergici gerçekçiliği kaynaştıran anlatımı belki bir yüzyıldır hemen bütün kadın yazarların benimsediği bir tarz olmakla birlikte, Charlotte bu anlatıma hiç de azımsanmayacak yenilikler getirmiştir. Öykünün bir genç kadın ya da çocuk duyarlığıyla sunulması, onun lirizmi ve aşk olgusunun bir kadının bakış açısından sergilenmesi bu yeniliklerin en önemlileridir.
************
İrlandalı bir rahibin kızı olan Charlotte Bronte, 1816 yılında doğdu. Çocuk bakıcılığı ve öğretmenlik yaptı. Jane Eyre adlı romanı çıkar çıkmaz büyük bir üne kavuştu.
Bu romanında 18. yüzyıl İngilteresinin güçlü ve etkili bir panoramasını çizen Charlotte Bronte, rahat ve akıcı biçimiyle, gerçek bir roman şöleni sunar okuruna.
Ayrıntılarının zenginliği, kurgusunun esnekliğiyle okurunun bir an bile ilgisinin azalmasına izin vermeyen bu romanı seveceksiniz.
************
Romanın kahramanı küçük yaştayken annesini ve babasını kaybeder. Eliza ve Jorjina isimli iki kuzeni ve yengesi ile birlikte onların konağında yaşamaya başlar. Ancak şımarık kuzenlerinin ve sevgiden yoksun yengesinin sert tutumları onun konakta kalmasını engeller. Küçük Jane yatılı bir okula gönderilir, okul yaşamından sonra aynı okulda öğretmen olarak çalışmaya başlar. Hayatının tek düzeliğinden sıkıldığı bir anda gazeteye bir iş ilanı verir daha sonrasında Thornfield Malikanesine küçük bir kıza mürebbiyelik yapmak üzere gider. Küçük kızın babası Rochester ile yakınlaşır. Bu arada onun bir takım sırları olduğunu bilmemektedir. Jane Eyre İngiliz Edebiyatının başyapıtları arasındadır.
******
Charlotte Bronteun kendi hayatından izler taşıyan eseri Jane Eyre, romantizm akımının en belirgin ve unutulmayan örneklerindendir.Zorlu bir çocukluk geçirdikten sonra öğretmen olan Jane Eyre, Bay Rochesterın malikanesinde mürebbiye olarak göreve başl... tümünü göster
Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 1072 yılında, Hayyamın Semerkantında başlayan ve 1912de Atlantikte bit(mey)en bir serüven... Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İranın tarihinin de okunuşunun öyküsü/tarihi... TADIMLIKBazen Semerkantta, ağır ve kasvetli bir günün bitiminde, kentin işsiz güçsüz takımı, baharat çarşısının yanı başındaki iki meyhane çıkmazında, Sogd ülkesinin kokulu şarabını içmek için değil, ama gelen gideni gözetlemek ya da çakırkeyif bir kaç akşamcıya saldırmak için dolanıp durur. Ele geçirilen kişi yere serilir, hakaret edilir, baştan çıkartan şarabın kızıllığını ona yüz yıllar boyu hatırlatacak olan bir cehennem ateşine sokulur.İşte Rubaiyat, 1072 yazında, böyle bir olay üzerine yazılmaya başlandı. Ömer Hayyam yirmi dört yaşındaydı ve bir süredir Semerkantta bulunuyordu. O akşam, meyhaneye mi gitmişti yoksa dolaşıp dururken rastlantılar mı onu oraya sürüklemişti? Bilinmeyen bir kenti arşınlamanın taze keyfi, biten günün binlerce biçim alışına açık gözlerle bakış... Gelincik Tarlası Sokağında bir küçük oğlan, aşırdığı elmayı göğsünde tutarak tabanları yağlıyor; çuhacılar çarşısında bir dükkânın içinde, bir kandilin kör ışığında tavla partisi sürüyor, iki zar atışından sonra bir küfür ve tıkırtılı bir gülüş duyuluyordu. İplikçiler geçidinde ise, katırcının biri çeşmenin önünde durup yüzünü yıkıyor, sonra da uyuya kalan çocuğunu öpercesine, dudaklarını uzatıp musluğa eğiliyor, susuzluğunu giderdikten sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip şükrediyor, içi boş bir karpuzu yerden alarak su ile dolduruyor ve hayvanının başından aşağıya, o da içebilsin diye boca ediyordu.Tütüncüler Meydanında, gebe bir kadın Hayyama yaklaştı. Peçesini açtığında ancak onbeş yaşında olduğu anlaşılıyordu. Tek söz etmeden, çocuksu dudaklarında tek gülümseme olmadan, Hayyamın elindeki kestanelerden bir kaçını çalıverdi. Hayyam şaşırmadı. Bu Semerkantda eski bir inanıştı. Bir anne adayı, sokakta hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden almak cesaretini gösterebilmeliydi. Böylece, doğacak çocuk, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince uzun, onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacaktır. Ömer, uzaklaşan kadına bakarken, elinde kalan kestaneleri yemeye devam etti. O sırada duyduğu bir uğultu, hızlanmasına yol açtı. Az sonra kendini, zincirinden boşanmış bir güruhun ortasında buluverdi. Kolları ve bacakları upuzun, beyaz saçları dağılmış bir ihtiyar, yere serilmiş, çığlıkları öfke ve korkudan hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yeni gelene yalvarmaktaydı. Zavallının çevresini, yirmi kadar titrek sakallı, sopalı adam almış, az ötede keyifli bir seyirci kitlesi birikmişti. Aralarından biri, Hayyamın kızgın yüzünü görünce: Önemli değil, bu Uzun Cabirden başkası değil dedi. Ömer sıçradı, bir utanç dalgası gelip boğazında düğümlendi, kendi kendine: Cabir, Ebu Alinin arkadaşı! diye söylendi. Ebu Ali, aslında sık rastlanan bir isimdi. Ama ister Buharada olsun, ister Cordobada, ister Belhde olsun, ister Bağdatta, adı saygı ile anılırsa, kim olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu, İbn-i Sinadan başkası değildir. Batıda Avicenne diye bilinen! Ömer onu tanımış değildi. Onun ölümünden onbir yıl sonra doğmuş, ama onu, kuşağının en büyük ustası, bütün bilimlerin üstadı, Mantık havarisi olarak kabul etmişti. Hayyam tekrar söylendi: Cabir, Ebu Alinin en sevdiği arkadaşı! Cabiri gerçi ilk kez görüyordu ama, talihsiz yaşamı hakkında bilgisi vardı. İbn-i Sina, Cabiri kendi halefi sayar, yalnız düşüncelerini sergilemedeki ataklılığını ve pervasızlığını eleştirirdi. Cabir, bu kusuru yüzünden günlerce hapis yatmış, meydan dayağına çekilmiş, son kamçılanması Büyük Semerkant Meydanında, ailesinin gözleri önünde gerçekleşmişti. Cabir bu hareketi asla unutmamıştı. Cesur, gözüpek bir adam iken nasıl olmuştu da böyle ihtiyara dönüşmüştü? Herhalde karısının ölümü yüzünden! Karısı öldükten sonra, yırtık pırtık giysilerle, sendeleye sendeleye, saçma sapan konuşarak dolaşmaya başlamıştı. Cabirin peşinden, gülüşüp bağrışan, ellerini çırpan, attıkları taşlarla onun, gözlerinden yaş akıtacak kadar, canını yakan bir çocuk ordusu giderdi.
Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 107... tümünü göster
Kızıl Nehirler, "Çocukluğumdan beri korkutucu hikâyeleri, korku filmlerini, bilinmeyenin verdiği endişeyi hep sevmişimdir" diyen Jean-Christophe Grangé'nin yazarlık yaşamındaki ikinci romanı. Mathieu Kassovitz tarafından filme çekilen ve başrollerinde Jean Reno ve Vincent Kessel'in oynadığı Kızıl Nehirler, birbirini tamamlayan, iki gözü pek polisin son derece karanlık ve karmaşık bir cinayeti çözme çabasını anlatır. Küçük bir Fransız kasabasında meydana gelen bir cinayet, roman kahramanı iki polisin merakını körükler. Sonuçta kökü eskilere uzanan bir gizli örgüt çıkacaktır ortaya ve hiçbir şeyin tesadüf olmadığı gözler önüne serilir. Kızıl Nehirler, yazarın ustalıkla sağladığı soluk kesici tempo ve usta işi karakter tahlilleri, best-seller türüne dudak büken Avrupalı okuru derinden etkilemiştir.
Kızıl Nehirler, "Çocukluğumdan beri korkutucu hikâyeleri, korku filmlerini, bilinmeyenin verdiği endişeyi hep sevmişimdir" diyen Jean-Christophe Grangé'nin yazarlık yaşamındaki ikinci romanı. Mathieu Kassovitz tarafından filme çekilen ... tümünü göster