İlk 115 sayfasına kadar yeni bir tarz ile ilerliyordu. Daha sonra Dan Brown'un o eski tarzına, kendi kendini tekrarlayan klasik macera gerilim hikayesine dalıyorsunuz. Yani klasik bir Dan Brown kitabı. Kaçan ana karakter yanında kaçan bir kadın, peşlerinde A kişisine hizmet ettiğini zanneden ama B kişisine hizmet eden katil karakteri ve kötü görünen iyi karakter ve iyi görünen kötü karakter. Önceki maceraların aksine daha az gizem, daha az mekanlar olsa da Langdon karakteri yine bir olayı çözmeye çalışıyor.
Tüm Dan Brown kitaplarını okumuş ve pek çoğunu beğenmiş ve heyecanla okumuş biri olarak bu kitabı ise heyecanla okuduğumu söyleyemem. Diğer kitaplarda aldığım tadı bu kitapta malesef alamadım. İlk 400 sayfa çok sıkıcı geldi bana, sonlara doğru biraz açılsa da, sonuç da beni tatmin etmedi. Dan Brown kitaplarında gerçek bilgileri aksiyonla kurgulayarak okuyucuya vermesi en beğendiğim yönüdür ve bu kitapta da gerçek bilgiler edinebiliyorsunuz. Dan Brown yine ana karakteri Longdon'ın o müze bu sanat eseri o şehir bu şehir gezdirip Floransa'dan İstanbul'a macera dolu yolculuğuna bizi de sürükleyip götürürken bu arada gerçek bilgiler de edinmiş oluyorsunuz. Floransa ve İstanbul betimlemeleri ile bizi o şehirlere adeta götürmüş gibi oluyor. Konu, Dante'nin İlahi Komedyası ve Botticelli'nin La Mappa Inferno adlı eserlerinden ilham alarak ve bu eserlerin etrafında şekilleniyor; İtalya'da başlayıp Türkiye'de sona eren bu macerada insan nüfusunun çokluğunun insan nesli için tehlike arz ettiğini iddia eden ve insan neslinin yarısını yok edip azaltmaya yönelik tehlikeli bir projeyi engelleme üzerine kurgulanmış, temposu diğer Dan Brown kitaplarına göre baya düşük bir roman olarak belleğimde yerini almış oldu.
Adsız bir erkek çocuğun masalsı ve hüzünlü öyküsü anlatılıyor bu kitapta. Çocuğun saf ve duru olarak dünyaya bakış açısından hayatın acı ve sarsıcı gerçeklerine uzanan bir eser. Mekanların ve karakterlerin tahlilleri çok gerçekçi ve başarılı. Etkileyici bir öykü ile okuyucuyu yine kendine bağlamayı başarıyor. Aytmatov'un tarzı ve dilini çok beğeniyorum. Çok içten ve samimi yazıyor.
Diğer kitapları kadar etkileyici ve sürükleyici olmasa da yine de iyi bir eser sayılır. Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş ile yakaladığı büyük başarıyı bu sefer tanınmışlığın verdiği rahatlıkla yazarak yazarlığını taçlandırmak istemiş yazar. Öyküden daha çok yazım tekniğini ön plana çıkarmış. Bu kitap diğer kitaplarının aksine öykü kurgusu nedeniyle çok fazla etkileyici gelmiyor insana. Ancak edebi yönden iyi sayılır. Yine öykü Afganistan'da başlıyor ve orada yaşananlar, yaşanabilecek olanlar ve her daim yürek burkan hayat mücadelesine tanık oluyorsunuz. Ancak Afganistan'dan çıkınca konu dağılıyor, ilgi azalıyor. Dolayısıyla kitabın başlarındaki akıcılık ortalarına doğru kaybolmuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Kitap ilerledikçe karakterlerin birbiriyle bağlantısında çok fazla kopukluk oluşuyor ve bu durum okurken insanı asıl konudan uzaklaştırıyor. Yazarın diğer kitaplarına göre biraz yavaş ilerliyor. İlk iki kitabın aksine öykü tekdüze ilerlemiyor, iç içe geçmiş farklı dönem ve karakterler çok fazla kafa karıştırıyor ve sürükleyiciliği ve heyecanı azaltıyor. Bu durum bazıları için sıkıcı olabilir ve kitabı okumada isteksizlik oluşturabilir.
Bu kitap bir romandan ziyade bir tarih kitabı gibi olayları anlatmış. Kitap kabaca üç bölümden oluşuyor; Drina Köprüsü'nün yapılışı, Osmanlı hakimiyetinin son bulmasına kadar olan bölüm, son bölüm ise Avusturya-Macaristan yönetimi ve bu yönetime karşı ayaklanmalar ve değişilikler... Kitabın ilk bölümlerini çok beğendim. Betimlemeler öyle gerçekçi ki, sanki oradaymışsınız ve her şeyi görüyormuşsunuz gibi. Özellikle Drina Köprüsü'nün yapılışı ve köprünün çevresindeki olağan yaşamın anlatıldığı bölümler çok gerçekçi ve uzun süre akılda kalabilecek bir tarzla yazılmış. Yazar farklı etnik köken ve dinlere sahip insanların birlikte yaşamını tarafsız bir dille anlatmaya gayret etmiş. Çok dinli ve kültürlü geçmiş Balkan coğrafyası hakkında da çeşitli bilgiler edinebiliyorsunuz. Dönemin Bosna-Sırp coğrafyasının barış, savaş ortamını ve savaş sonrasını çok güzel anlatmış. Kitap geniş bir zaman dilimini anlattığından ve oldukça fazla karakter olmasından dolayı ve romanın sonlarına doğru felsefi anlatım tarzı biraz sıkıcılığı artırmış.
Martin Eden için "bireyin ölümünün romanı" diyebiliriz. Bu romanı okuduğunuzda Martin Eden mi Jack London'ı anlatmış, yoksa Jack London mı Martin Eden'i yazmış diye düşünceye dalabilirsiniz. Maddi ve manevi olarak yükselmeyi bir araç değil de bir amaç olarak kullanmamayı da öğrenmiş olursunuz. Dünyanın kaba adamlarından Jack London yazar olabilmek için üstün bir çaba harcarsa ve kitaplar eliyle yontulursa böyle bir roman yazabilecek bir yetenek çıkar ortaya. Boşverin bu kitabın içeriğini filan da, odunu bile eşsiz sanata dönüştüren sanatçıyı aramaya bakın. Ne olursanız olun, iyi bir sanatçının elinde yontulursanız büyük bir eser olarak ortaya çıkarsınız. Bu durumda sizin eseriniz kim bilir nasıl olur! Tabi, Martin Eden'i yontan sanatçının veya sanatçıların amacını anlayamazsanız siz de yontulmanın sonunda yontulmadan önceki yokluktan yontulduktan sonraki hiçliğe yuvarlanmanız da kaçınılmaz olacağını da asla unutmayın.
Jack London'ın o klasik akıcılığı ve sürükleyiciliğini, etkili anlatımını çok iyi yansıtan bir roman. Beyaz Diş'i andıran konusuyla, yalın ve çok gerçekçi bir anlatıma sahip bu kitap, evcil bir köpeğin zamanla nasıl da vahşi bir köpeğe dönüştüğünü köpeğin kendi gözü ile anlatıyor. Kuzey'in dondurucu soğuğunda kızak köpeğinin liderliği ele geçirişi, amansız varolma savaşı, kilolarca yükün altında pestili çıkıncaya kadar verdiği amansız mücadele anlatılıyor. Kitabın anlatım tarzında çok kasvetli bir anlatım ve birçok sahnesinde acımasızlık ve yüksek düzeyde şiddet içeriyor. Kitap bilinçaltına güçlü olanın hayatta kalabileceği, zayıf olanın yok olacağı, yaşamak için öldür, ya da öl, üçüncü seçeneğin olmadığı katı evrimci bir anlayışı dayatıyor!