asau, 78 adet değerlendirme yapmış.  (8/12)
İnsancıklar
İnsancıklar

5

Dostoyevski'nin ilk romanı ve benim de okuduğum ilk Dostoyevski romanıdır İnsancıklar. Roman Makar Devuşkin adında, yaşlı bir katip-memur ile Varvara Alekseyevna adında genç bir kızın karşılıklı mektuplaşmaları şeklinde geçtiğinden, kitap ilk başlarda biraz sıkıcı olabilir. Ancak sayfalar ilerledikçe akıcılık artıyor, konu daha bir belirginleşiyor. Yürek burkan acı, üzüntü, sevgi, ruh inceliği, fakirlik ve sefalet sarmalının içine dalıyorsunuz. Kitabın sonlarına doğru özellikle yoksulluk ve çaresizliğin fotoğrafını öyle bir çekmiş mi Dostoyevski, insanın içi daralıyor, ruhu bunalıyor. Acıma duygusunu -insanın ruhunu incelten şekilde- öyle naif bir şekilde yansıtmış ki Dostoyevski... Bu kitaptan anladığım en önemli şey: fakirlik ile sefaletin aynı şey olmadığıdır. Sefil insan her şeyini (insanı insani yapan değerleri) kaybetmiştir, fakir insan ise her şeyini (insanı insani yapan değerleri) kaybetmemiştir.

Kuyucaklı Yusuf
Kuyucaklı Yusuf

8

Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna'sını okumuş biri olarak, Kuyucaklı Yusuf -bence- ondan çok daha başarılı ve etkileyici bir roman olduğunu söyleyebilirim. Roman sürükleyici ve yalın bir dile sahip. İnsanı kendine çekiyor ve merak duygusunu kamçılıyor. Sessiz, malla mülkle ilgisi olmayan, makama mevkiye önem vermeyen, dalavere peşinde koşmayan, kendi içinde bir mücadelesi olan Yusuf karakteri beni çok etkiledi diyebilirim. O nasıl bir tip öyle, nasıl farklı bir karakter öyle. Doğduğunda yüreği nasılsa, aynı yüreğe sahip olarak ölecek bir karaktere sahiptir Kuyucaklı Yusuf. Kişileriyle, kurumlarıyla tam manasıyla çürümüş bir kurgu dünyasına doğar Yusuf. Kaymakam, kızı ve Yusuf dışında bir tane doğru dürüst insani bir karakter yoktur bu ortamda. Muazzez'in annesi bile kızına yabancıdır... Yaşarken aşkının her zerresini başkalarına karşı kıskanan aşıklar, sevdiği öldüğü zaman "acılar paylaştıkça azalır" deyişinde olduğu gibi acısını paylaşmak isterler. Yusuf, sevdiği öldüğünde matemini başkasıyla paylaşmayacak kadar aşıktır işte. Sevdiğinin hiçbir duygusunu yaşarken de öldüğünde de paylaşmak istemez. Sevdiğinin matemine de aşıktır bir bakıma! Yusuf, matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenmiş ve yeni bir hayata doğru yelken açmıştır… Roman bazı mantık hataları içerse de, bazı beğenmediğim yönleri olsa da, Sabahattin Ali, Yusuf gibi bir karakter oluşturmayı başarmış ya, o bile yeter. Romanın diğer yönleri artık beni ilgilendirmiyor.

Kürk Mantolu Madonna
Kürk Mantolu Madonna

8

İçeriği hakkında bir fikrim yoktu. Kitabın adı bana daha farklı bir öykü ile karşılaşacağımı çağrıştırıyordu. Daha ilk sayfalarda, yazarın insan ile ilgili çok isabetli psikolojik analizler yapabildiğine şahit oldum. Psikoloji analiz merkezli bakış açısı insanı o yaşanan ana, olguya sürüklüyor. Yazarın psikoloji merkezli analizleri oldukça etkileyici, bazen bu analizler insanı derinden sarsıyor. İnsanın en derinlerinden geçen duygulara hitap ediyor. Ben yapı itibariyle öyle kolay kolay etkilenen insan değilim. Kitabın konusu o kadar da ahım şahım bir öykü de değil. Bu kitap beni nasıl bu kadar etkiledi diye bir an düşündüm. Sonra "içselleştirme" diye bir şeyin var olduğunu hatırladım. Bir kitabın başarısı okuyucunun o kitabı özümsemesine yani içselleştirmesine bağlıdır, okuyucu kitapla birlikte hareket ediyorsa yani üzülüyor, eğleniyor, şaşırıyorsa o kitap o kişiyi işselleştirmiştir. Konu ne kadar iyi veya kötü olursa olsun fark etmez, okuyucuyu gönülden yakalamayı başarmışsa o kitap okuyanı için muhteşem olur. Kitabı okuyup nihayet son sayfasına gelince, kitabı okumaya başlamadan önce kitapla ilgili okuduğum yorumları göz önüne getirdim ki o yorumların çoğunda kitap aşırı derecede övülüyordu. O yorumlar, muhteşem, olağanüstü kelimelerinin dahi bu kitap için yetersiz kalacağı izlenimi veriyordu. Bu yorumların şartlanmışlığında kitabı okuyup bitirdiğimde, kitap aslında okadar da olağanüstü bir öykü içermediğine şahit oldum. Kitapta beni etkileyen şey konudan ziyade anlatım tarzı, kişilerin ruh hallerinin analizleri oldu. İnsanların iç dünyası ile ilgili olağanüstü analizler var kitapta. Kitabın sürükleyiciliği de iyi. Edebi içeriği de zengin sayılır. Kitap sanki yarım asır önce yazılmamış da günümüzde yazılmış gibi duruyor. Öykü yerli olmaktan çok batılı bir öyküye benziyor. Bu kitabı yazan bir yabancı olsaydı bu kişi ancak Dostoyevski olabilirdi. Maria Puder ile Raif Efendi Dostoyevski romanlarından fırlayıp çıkmış gibi bir izlenim uyandırıyorlar...

Gazap Üzümleri
Gazap Üzümleri

8

Bu roman, 1930'larda ABD'de yaşanan Büyük Bunalım dönemini, toprakları elinden alınan ve bu yüzden göç etmek zorunda kalan Joad ailesi üzerinden etkili bir tarzla anlatıyor. Kalın bir kitap olmasına rağmen kısa bir zamanda okunabilecek cinsten. Dili gayet akıcı, anlatım bakımından insanı yormayan bir tarza sahip. Bu romanda beni en çok etkileyen karakter anne oldu. Aile göç yolunda oradan oraya çaresizlik içinde savrulurken, annenin güçlü ve soğukkanlı karaktere sahip olması insanı etkiliyor. Genelde sefillik, çaresizlik gibi konuların işlendiği romanlarda sonlara doğru bir umut belirir ve kitap bir umutla biter. Bu romanda ise sayfalar ilerledikçe sefaletin ve çaresizliğin temposu sürekli yükseliyor. Sonlara doğru çaresizlik had sayfaya ulaşıyor ve nihayet kitap çaresizliğin görkemli atmosferinde çarpıcı bir sahne ile bitiyor.

Benim Adım Kırmızı
Benim Adım Kırmızı

6

Orhan Pamuk'la namı diğer Nobel ödüllü yazarımızla beni tanıştıran kitap. Roman konusu, dili, anlatım tarzı ve kurgusuyla çok ilginç geldi bana. Konusu ağır, dili ağır. Kitabın sonunu zor getirdim desem yeridir. Daha önce bu tarz bir roman okumamıştım. Çok farklı bir kitap olduğu kesin. Yazarın bilgisine saygı duydum desem yalan olmaz. Her romancının kolay kolay yazamayacağı bir roman yazdığı da ortada. Ancak bence bir yazarın yazdığı romanın kalitesi kadar, romanı daha geniş kitleye okutmasını da bilmelidir. İnsanlar zevk için kitap okur, azap çekmek için değil! Bu kitabı okumakla zorlandığımı söyleyince, bazı kişiler klişeleşmiş “Senin bilgi düzeyin Pamuk’u anlamaya yetmiyor demek ki ” dediler. Bilmiyorum belki sorun bendedir, belki de Nobel’de... Yazar, nakkaşlık ve hattatlık geçmişi ile ilgili -hayranlık uyandıracak derinlikte- çok iyi araştırma yaptığı kesin. Bu roman bir çırpıda okunacak, yüzeysel okunup anlaşılabilecek kitap değil. Bu roman için en temel sorun okuyup anlamaktan geçiyor. Yüzeysel bir okunma yapıldığında, acayip derecede sıkıcı bir kitap. Kitabın en olumsuz yanı bu işte. Çok aşırı detaylar okuyucuda bıkkınlık oluşturabilir. Öyle uzun betimleler, tanımlamalar, nesneler vs. bombardımanı var ki romanda -bir sayfalık paragraflar bile var-, bu durum maalesef okumayı zorlaştırıyor. Kitabın bazı bölümlerinde kişiler, olaylar birbirine karışıyor; bazı bölümlerinde nakkaşlıkla ilgili o kadar çok ayrıntı var ki, insanı sabır testine sokabilecek ve kitabı yarım bırakmamak için kendinizle özel mücadeleye girmenize neden olabilecek kadar... Sabredeyim, okumaya devam edeyim, ilerde düzelir dersin de yine olmayabilir, yine bitiremezsin, dayanamazsın bunalırsın, daral gelebilir... Kitabı anlayabilmek için yavaş yavaş ve özümseyerek okumak gerekiyor. Kitaptan zevk almak ve sıkılmadan okuyabilmek için bu şart. Olaylar içinde kaybolmadan, kelimelerin ve tarzın ayırtına vararak, hissederek okumak gerekli ki Nobel ödüllü yazarımızın romanını okudum da anlayamadım -veya sonunu getiremedim- diye komplekslere girilmeye :-) "Bu romandan anlayabildiğim en önemli şey, tarihte belirli bir zamanda bir meslek gurubunun pirlerinin kör olması erdemlikmiş. Aşkı uğruna kör olmamayı istemenin bir erdemsizlik olduğunu özümseyen bir aşık arıyorum desem yalan olmaz!"

Kayıp Sembol (Robert Langdon, #3)
Kayıp Sembol (Robert Langdon, #3)

7

Kayıp Sembol, Dan Brown'nun Da Vinci Şifresi, Melekler ve Şeytanlardan sonra okuduğum üçüncü romanı. Konusu okuduğum diğer Dan Brown kitapları kadar etkileyici olsa da, karakterlerin sağlamlığı diğer kitaplarındaki karakterlere göre vasat kalmış. Romanın sürükleyiciliği ve temposu diğer kitaplara göre daha alt düzeyde. Romanın baş karakteri Longdon'un rol arkadaşı diğer maceralarından da aşina olduğumuz gibi yine bir kadın. Kendi düzeyindeki bir bilim kadını ile -ana teması masonluk olan- gizemleri çözmeye çalışıyor. Longdon, önceki kitaplarda Avrupa'daki gizemleri çözerken, bu kitapta ABD'deki gizemleri çözmeye çalışıyor. Dan Brown'un kitaplarını sadece bir roman olarak düşünmemeli. Brown, diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitapta da tamamen gerçek araştırmaların üzerine kurgulanmış, kimsenin bilmediği gizli belgeler, tapınaklar, tarikatlar, semboller, gizli güçler ve daha birçok bilinmeyeni harmanlayarak bir roman ortaya çıkarmış. Brown'nun diğer kitaplarından aşina olduğumuz sert eleştirel bakış acısı bu kitapta sekteye uğramış gözüküyor. Brown, bu son kitabıyla masonluğu öcü olmaktan çıkarmaya çalışmış. Kitabın son sayfalarında etkili bir Hristiyanlık vaazı çekerek imana gelmiş, Robert Laongon'u da imanın kapısına yaklaştırmış gibi gözüküyor.

Mor Salkımlı Ev
Mor Salkımlı Ev

6

Halide Edip Adıvar'ın çocukluğundan itibaren 1918 yılına kadar olan anılarını anlattığı bu eser açıkçası çoğu kişiye ağır ve sıkıcı gelebilir. Gerçekten sıkıcı ve belli bir birikime sahip kişilere ve belirli bir yaş düzeyine hitap ediyor. İkinci bölümün ortalarından itibaren sıkıcılık biraz azalıyor. Yazarın -o dönemi de düşünürsek- realist mücadele tarzı beni en çok etkileyen şey oldu. Bir erkeğin dahi başarmakta zorlanacağı bunca olayın altından bir kadın olarak -hele o devirde- çıkması gerçekten ilgi uyandırıcı; O dönemin üst düzey devlet adamları ile ilişkileri. İki çocuğu ile Mısır'a kaçmak zorunda kalması. Cemal Paşa'nın çağrısı üzerine Suriye ve Lübnan'a gidip oralarda çalışmalar yapması...