asau, 78 adet değerlendirme yapmış.  (7/12)
Düşüş
Düşüş

7

Daha ilk sayfasında Düşüş'ün roman formatında yazılmış bir düşünce, deneme veya felsefe kitabı olarak yazılmış gibi bir düşünceye kapıldım. İtiraf etmeliyim ki, pek çok paragrafı tekrar, tekrar ve tekrar okumama rağmen anlayamadım. Yabancı'yı okuduktan hemen sonra Düşüş'ü okuduğumda Camus'nün az sözle çok iş yapan bir yazar olduğunun ayırtına vardım. Ayrıca, "içini dökmek" eyleminin cazipliğine karşın, "içini kusmak" eyleminin ne kadar tiksindirici olduğunun farkına varmamı sağladığı için Camus'ye minnet duydum.

Yabancı
Yabancı

8

Kitabı bitirince, bu romanı -belirli bir zaman sonra- tekrar okumalıyım dediğim ender eserlerden biridir Yabancı. Bu kadar ince bir kitap nasıl bu kadar ağır ve derinlikli olur diye düşünmedim değil. Kitabın son sayfalarında, beyin fırtınalarına yakalandım desem yalan olmaz. Kitaba önsöz yazan V. Günyol'un, Camus'yü, yazarın sanki öyle bir iddiası varmış gibi "zamanımızın peygamberi" olarak tanımlaması ve kraldan çok kralcı olması canımı sıktı. Peygamber kelimesini hangi anlamda kullandığını az çok tahmin edebiliyorum ve bunu bir yere kadar maruz görebilirim. Ancak, Camus'nün felsefesini bir hadis ile kıyaslama yaparak açıklamasını maruz göremem. Günyol’un, -en azından yazdığı şekilde- öyle bir hadis olmadığını bilmemesine mi veya doğrusunu öğrenmediğine mi, yoksa kendi dinine karşı "Yabancı" kalmasına mı yanayım bilemedim.

Sil Baştan
Sil Baştan

5

Bu kitabı hiç beğenmedim. Aslında romanın yazarına karşı bir eleştirim yok. Ben en çok yayıncılara ve eleştirmenlere kızıyorum. Yayıncıların, kitapları satabilmek için, eleştirmenlerin veya yazarların kitaplarla ilgili "muhteşem, olağanüstü" gibi klişeleşmiş zırvalıklarını kaynak olarak kullanıp bizi kandırmalarına acayip sinir oluyorum. Yazarın, aman şöyle heyecanlı bir macera yazayım, kitabın satırlarını şöyle endamlı felsefe lafları ile süsleyeyim diye bir derdi yok zaten. Öylesine yazmış, takılmış kafasına göre. Vakit geçirmek –belki de para kazanmak- için öylesine yazmış bence. Kitap, alt mekanları ve olguları ile tamamen Amerikan yerel kültürünü yansıtıyor. Konu biraz evrensel olsa da kurgunun evrensel bir içeriği yok. Kitabın iki temel odak noktası var : 1. Kırk yaşında –züğürt- bir insan ölse ve tekrar dirilip on sekiz yaşına geri dönse ve hayatı tekrar yaşama şansına sahip olsa, insan fıtratı en çok iki şeyi doğal olarak isteyecektir. Birincisi "cinsellik"; yazar, kitabın pek çok yerinde eğrelti derecesine varan ve rahatsızlık verecek şekilde cinsellik unsurlarını habire tekrarlaması da zaten bu yüzden. İkincisi işe "servet"; hayatını tekrar yaşama şansına sahip olan biri herhalde ilk düşüneceği şey zengin olmak ve bunun sağlayacağı zevk ve sefadır. Yazar, karakteri habire öldürüp, ona hayatı sil baştan tekrar, tekrar ve tekrar yaşatarak, bu olguyu sorgulatıyor. 2. Ünlü "Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez." sözüne karşı da yazar, "Doğru, ama çok yakından incelenmiş bir hayat da intihara değilse bile deliliğe yol açar." diyerek vermek isteği mesajı da vermenin gönül rahatlığıyla noktayı koymuş ve sanki kitabı yazmayı bitirmeden hadi eyvallah demiş!

Ateşi Yakalamak (Açlık Oyunları #2)
Ateşi Yakalamak (Açlık Oyunları #2)

6

Bu seri hakkında daha önceden hiçbir şey duymadınız ve Açlık Oyunları kitabını ilk kez gördünüz. Daha kitap, adını okumakla dikkati çekiyor, merak uyandırıyor. Pek çok yarışma duydukta, bu tarz bir yarışma adını ilk kez duyuyorduk. Ne özgün bir kitap adı öyle, insan merak ediyor, konusu da ne acaba, merak edip okumak istiyor insan. Alıp okuyorsunuz ve özgün konusu ve kurgusu ile sizi alıp götürüyor. Hele açlık oyunları yarışması gibi özgün bir fikir bulduğu için yazarı kutlamak istiyorsunuz. Açlık Oyunları'nı okuduktan sonra, ki Açlık Oyunları bir seri olduğuna göre serinin diğer kitaplarını da doğal olarak okumak istiyorsunuz. Okumak için ikinci kitabı alıyorsunuz. Adına bakıyorsunuz, "Ateşi Yakalamak"; bir tuhaf geliyor bu ad size, ne saçma bir ad böyle, herhalde mecazi bir anlam içeriyordur diyorsunuz bu ad. Ama neyse, boşverelim adını da, hele bir okuyayım şu kitabı diyorsunuz. Kitabı bitiriyorsunuz ve kitabın adını, kitabın içinde mecazi anlamda bile bulamayınca şaşırıyorsunuz ve kitaba bulunan adın veya çevirinin yanlış olduğunu düşünüyorsunuz. Bu kitabın adı Ateşe Atılmak, Ateş Almak veya Alev Almak adlarından biri olabilirdi diyorsunuz.. Kitabın içeriğine gelince; serinin ilk kitabına göre -bana göre- baya sönük kalmış. Heyecan ve temposu biraz durağan. Kitap üçüncü kısma, yani "DÜŞMAN"a kadar kendini tekrarlayan, -üçüncü kısmı hariç- heyecandan yoksun bir tarzda ilerliyor. İlk kitabın kısa bir özeti ve üçüncü kitaba geçiş niteliğinden öteye geçmiyor. Kitap maceradan ziyade Katniss karakterine odaklanmış ve tüm kitap onun etrafında dönüyor ve çoğu zaman sıkıcı oluyor. Üçüncü kısma kadar Katniss'in tripleri ile oyalanıyorsunuz ve anlamsız gevezeliklerini dinleyip duruyorsunuz. Serinin okunmasına en çok neden olan, heyecan ve temponun yükselmesine en çok neden olan ve Açlık Oyunları'nın belkemiğini oluşturan, açlık oyunları yarışma alanındaki olaylardaki heyecan bile birinci kitabın çok altında. Nerdeyse, yarışmacılar arasındaki heyecan verici kapışmalar, hayatta kalma savaşı ve tüm düşmanlıklar yok olmuş. Ortada tek bir düşman kalmış, o da, Capitol başkanı.... Ee, ne demişler: “Tüm düşmanlar birleşip dost olduğunda ve ortada tek düşman kaldığında işte o zaman kıyamet kopar”. İstikbalde devrim mi var ne…. -Bana göre- kitabın tek artı yönü birinci kitap ile ikinci kitap arasında bağlantı iyi yapılmış. İki kitap arasında kopukluk yok. Ayrıca ikinci kitap olayların gelişmesi ve düğümlenmesi, açlık oyunları mantığının oturması açısından da daha bir anlaşılır olmuş. Kitap, merak sürecinin devam ettirebilmesi için, en isabetli mıntıkanın yok olduğunu belirten bir cümle ile bitmesi ve böylece üçüncü kitabın okunmasının da garanti altına alınması da zekice bir fikir olmuş. Açlık Oyunları’nı en çok sevecek kişiler ortaöğretim çağındaki gençler olacaktır. Onlar için kitap, zorlamadan ve sıkılmadan okuyabilecekleri ve karakterler ile kendilerini özdeşleştirebilecekleri ve hoşça vakit geçirebilecekleri popüler bir eser.

Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası

8

Kitabı şöyle bir göz atmak için elime aldım, alış o alış, kendime geldiğimde kitabı çoktan yarılamıştım. Kitabın yarı masalımsı yarı gerçekçi –belki de büyülü gerçeklik- kurmaca evreninde kaybolup gitmişim. Kitap bir günde elimde eriyip gitti. Kitabı bitirdiğimde, biri bana "şu romanın konusunu anlat hele" diye sorsa, ne anlatabilirim diye düşündüm. Kitaptaki olguları düşünüp, derleyip toparlayıp tam bir öykü oluşturamadım kafamda. Ancak şöyle bir kaç cümle kurabilirim diye düşündüm: "Anladığım kadarıyla kitap "Düşünüyorum, öyleyse varım" tezine karşı "Düşünen bir insanı düşünüyorum, düşünebildiğim için ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu insanın da var olduğunu biliyorum" karşı tezini eksenine alan, yarı masalımsı yarı gerçekçi bir şeylerden bahsediyor" derim ve işin içinden sıyrılırım diye düşündüm. Yazarı İhsan Oktay Anar olan bir roman okudum, ama tam olarak düşle gerçek arasında... Ben bu kitabı sevdim, belki de sevdiğimi düşledim. Ama neden sevdiğimi (belki de sevdiğimi düşlediğimi) kelimelere dökemiyorum.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

8

Kitap psikolojik tahlil ağırlıklı bir roman olduğundan ve roman kişileri psikolojik yönden ele alındığından, olguların tam manasıyla anlaşılması biraz güç oluyor. Eski kelimeler bir hayli fazla (kitabın sonuna bir sözlük konulması akıllıca bir iş). Dili birazcık ağır(mış) gibi geldi bana. Ancak Peyami Safa'nın biçime dayalı kullandığı dil etkileyici; kesik cümleler, olaylara ve içe bakışa olan yorumu, şiir gibi benzetmeler Safa'nın edebi yönünün güçlü olduğunu gösteriyor. Bir hastalık ve bu hastalığa tutulmuş çocuğun iç dünyasını -hissettirecek tarzda- çok iyi yansıtmış Safa. Kitapta, "Dünyanın hiçbir Nüzhet'i yalan söylememelidir", "Ağaçların sıhhatine bile imrenerek-bakarak yürüdüm", "Aşkta musiki, sevgilinin vesika fotoğrafını kainat ebadında bir agrandismana çıkaran muhayyilenin objektifini bir anda açıyor" gibi beni etkileyen pek çok cümle var, ve onlardan bazıları: Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler... İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur... Hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar!... Istırabın ilacı ıstıraptır. İkisinin hasılı zarbı: sevinç!... Halbuki mesele basit. İnsan hastalanır ve ölür... Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur...

Dijital Kale
Dijital Kale

7

Bu kitabı tek cümleyle tanımlamak gerekseydi herhalde şöyle olurdu: "Teknoloji, gizem/gerilim ikilisinin tek bir kitapta birleşimi". Dan Brown'un ilk romanı olan bu kitap, Brown'un Melekler ve Şeytanlar, Da Vinci Şifresi, Kayıp Sembol gibi romanlarına genel yapı olarak benzeyen, ancak konusu itibariyle diğer romanlarına göre farklı bir kitap. Brown kitaplarının olmazsa olmazları gizli tapınaklar, tarikatlar, gizemli kutsal kişilikler bu kitapta yok. Diğer kitaplarında olan çok gizemli, zeki ve şeytani karakterler, gizli kişilikler bu romanda yok. Karakterler daha açık bir şekilde aktarılmış, olayların gelişimi daha kolay anlaşılabilir tarzda ilerliyor. Sonucu az çok tahmin edebiliyorsunuz. Şu eylemi tam da şu karakter yapmıştır diye düşünmeye başlarken, bir yandan da, bu eylemi -hiç umulmadık- şu karakter yapmıştır diye düşünebiliyorsunuz. Bir bakıyorsanız ki, gerçekten de o eylemi -hiç alakasız- başka bir karakter yapmış oluveriyor. Brown'un diğer romanları genel olarak reel dünyayı, bu roman ise siber dünyayı anlatıyor. Eğer bilgisayar, internet, dijital veri güvenliği, hacker vs. gibi bilişim dünyasının teknik terimlerine aşinaysanız, kitaptaki olayları daha kolay algılıyorsunuz. Bu roman, bilişim sektöründe çalışanlar tarafından teknik bir kitap niyetine bile okunabilir. Bu kitapta ilginç olan bir şey daha var. Kitabı sanki siz kendi isteğinizle okumuyorsunuz, o size kendini okutuyor. Ayrıca yazar, kitabın son sayfasına 85-56-3-105 ... ile başlayan bir şifre yazması ve kitabı okuyan tarafından bu şifrenin çözülmesini istemesi orijinal bir fikir olmuş. Bu kitapla şunu öğrenmiş oldum. Demek ki, çözülemez şifre yoktur, çözülemeyen yöntem vardır. Ayrıca şunu da başaramadım: NSA'i bir türlü NASA olarak algılamamı engelleyemedim. Demek ki NASA bilinçaltıma iyice işlemiş.