Fakir bir aile çocuğu olan Zeze'nin küçük yaşlardan itibaren gençliğinin son demlerine kadar yaşadığı olayların anlatıldığı eserler dizisinin ikinci kitabı (diğerleri Şeker Portakalı, Deli Fişek). Konusu itibariyle Şeker Portakalı'nın devamı olsa da, onun kadar etkileyici ve sarsıcı değil. Kitapta sanki farklı bir öykü anlatılıyormuş gibi bir duygu hissediyor insan. Kitabın daha ilk sayfalarından itibaren, haklı olarak Şeker Portakalı'nda zihinde oluşan Zeze'yi arıyorsunuz, ama bulamıyorsunuz. Kitap başlarda sorunlu bir tarzda ilerlerken sonlara doğru biraz düzeliyor. Yazar, Zeze’ye -yaşına göre- olması gerektiğinden daha büyük sözler söyletiyor. Onu anlamsız, ilginç bir felsefi ve psikolojik anlayışın içine sürüklüyor. Bu durum sıkıcılığa neden olabilir. Sonuç: Küçükler için hayal kırıklığı, daha büyük gençler için ise bir yere kadar idare eder.
Fakir bir aile çocuğu olan Zeze'nin 5 yaşından itibaren gençliğinin son demlerine kadar yaşadığı olayların anlatıldığı kitaplar dizisinin ilk kitabı (diğerleri Güneşi Uyandıralım, Deli Fişek). Bu kitabı yıllar önce okumuştum ve çok etkilenmiştim. Geçenlerde tekrar okudum ve anladım ki çocuk olabilmek ve bu duyguyu hiç kaybetmemek önemlidir. Keşke hep çocuk olarak kalabilseydik, hiç olmasa bir yanımız... birazcık olsa da... ve anladım ki kötü çocuk yoktur, kötü yetişkinler vardır... ve anladım ki çocukluk duygularımızı körelten belki de yok eden şeyin büyümek olmadığını, büyütmek olduğunu... Şeker Portakalı çocukken okunabilecek, ama okumak için çocuk olmak zorunda olmadığınız bir eser. Şeker Portakalı büyükken okunabilecek, ama okumak için çocuk kalmak zorunda olmadığınız bir eser. Serinin diğer kitaplarını da ara vermeden peş peşe okumanızı tavsiye ederim.
Bu kitabı tanımlayabilecek en özgün cümle: "Temposu sesten hızlı bir gerilim romanı" Kitabı bir roman tekniği açısından değerlendirsek; karakterlerin sağlamlığı, konunun sürükleyiciliği ve soluksuz temposuyla; ilginç işaretler, gizemli ve şeytanı karakterler, dahice planlar... ve sonuna gelince... "hadi be" dedirten bir roman. Hani derler ya "hayatım boyunca -şimdilik- okuduğum en sürükleyici kitap"... Okurken yaşanılan heyecan dolu dakikalar bir yana, yazarın mekanları betimlemedeki ustalığı, insanın o yerleri gidip görme isteğini acayip bir şekilde kamçılıyor. Yazar, mekanlar için öyle bir betimle yapmış ki, sanki o an, o mekanlardasınız da Brown sizin turist rehberliğinizi yapıyor gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Bu roman, yazarın bir diğer romanı Da Vinci Şifresi ile benzer olay örgüsüne sahip. Hatta pek çok konuda benzer içeriğe sahipler. Ancak Melekler ve Şeytanlar'ın temposu ve sürükleyiciliği Da Vinci Şifre'sinin çok üzerinde. Bu da, kitabın Da vinci Şifresi'nden daha iyi bir eser olduğunu ortaya koyuyor. Kitabın adı bence çok eğrelti duruyor. Bu kadar dahice bir roman yazmayı başarabilen bir adam nasıl olur da kitaba en uygun adı koymayı beceremez. Kitaba daha farklı bir ad verilseydi daha iyi olabilirdi. Bence bu ad, bilinçli -kitabın içeriyle doğrudan bir ilişkisi olmasa da - ve bir amacın belirli bir parçası olarak verilmiştir! Bu kitap sıradan bir gerilim romanı olsaydı en yüksek puanı hak edebilirdi. Ancak söz konusu Brown olunca; bilincinizi değil, bilinçaltınızı hedef alarak yazılmış bir kitap olunca durum değişiyor. Normal bir zekaya sahip –yüzeysel bir okuma yaban - insan için romanın bilinçaltına etkisi olmayabilir ve romanın sıcaklığı zamanla sönebilir. Ancak belirli bir zeka düzeyine sahip, -kitabı özümseyerek okuyan- özellikle matematik hafızaya sahip, analitik yeteneği güçlü olanlar için kitap, romandaki mimari yapıtlar, kutsal mekanlar, yüce kişilikler ve semboller gibi somut öğeler üzerinden kişiye Hıristiyanlığa karşı bilinçaltında büyük bir hayranlık uyandırtabilir. Hatta farkında olmadan Papalığı -kendi inancınızın kutsallarını aşıp- üstün bir irade olarak algılatabilir. Gerilimin en yükseldiği noktalarda, dış dünya ile bağlantının kesilip beynin tüm hücreleriyle konuya odaklandığı sırada, bilinçaltını hedef alan ve kurgudan çıkıp, ilahi bir gerçekliğin içinde olduğunu bilinçaltına yerleştirebilir. Sonunda -bunun sadece bir roman olduğunu unutup- “vay be, ne zekalı insanlar, ne üstün zekalar... adamlar herşeye hakim... ne merak uyandırıcı din... ben -biz- neyim ki onların yanında... bizimkisiler de neymiş kine...” demeye başlar bilinçaltı.
Nedenini bilmiyorum ama ben Khaled Hosseini'ye (bizim Halit imiş, bizim Hüseyin imiş gibi) karşı içten içe saygı duyuyor ve içtenlik hissediyorum. Adam bana içten geliyor. Yazdıklarını içten yazıyor, samimiyetle aktarmaya çalışıyor. Sanki Batı çölünde doğuya ait –parıldayan - bir gül gibiymiş gibi geliyor bana Hosseini ve yazdıkları. Yazar bu kitapta hem tarihsel bir bilgi akışı sağlamaya çalışıyor hem de iki kadın ekseninde savaşın puslandırdığı ilişkiler bütününe ayna tutmaya çalışıyor. Yazarın en dikkat çeken tarafı, Afganistan içinde yaşanan onca olaylara tarafsız olarak yaklaşmaya çalışması ve -siyasi ve toplumsal olayları- olabildiğince gerçekçi bir bakış açısıyla romanı kurgulaması. Örneğin dini -ödev- diye sunulan bazı şeylerin aslında dini olmaktan çıkıp, -bozulmuş- yerleşik birer gelenek olarak algılanmasını istemiş sanki. Bizim -bazı- yerli yazarlar gibi olumsuzlukların suçunu, hazmetmediği kişilere, kurumlara -özellikle- dine atmamış... Tarafsızlık için söz konusu ABD olunca sular durur. Bunu da anlayışla karşılamak lazım. İnsanın en kutsal hakkı olan -özgürce ve insanca- yaşama hakkınızın sönmeye yüz tuttuğu bir zamanda size bu hakkı verene karşı nasıl tarafsız olabilirsiniz... yanlış olsa bile nasıl tarafsız kalabilir fıtrat... zor...
Olasılıksız'ın rüzgarını da arkasına alarak yazmış olduğu bu kitapta Adam Fawer, empatiyi farklı bir açıdan ve ilginç bir tarzla ele almış. Olasılıksız romanıyla çok geniş bir kitleye ulaşmayı başaran Adam Fawer, yine geniş kitlelere ulaşmayı hedefleyerek, Olasılıksız'da uyguladığı formülü Empati'de de uygulamış. Çok başarıyla uygulayabildiği betimleme ve kurgulama yeteneğini kullanarak edebiyat, bilim ve felsefe bilgilerinin içine öyküyü yerleştirerek daha önce örneğine hiç rastlanmayan bir roman ortaya çıkarmış. Adam Fawer'da insanı kıskandıran iyi bir betimleme yeteneği var. Adam duyguları, soyut eylemleri bile anlaşılır şekilde betimleyebiliyor! Kitabın çok gereksiz ayrıntılarla dolu olması, hem olayları algılamayı zorlaştırıyor, hem de insanı bunaltıp can sıkıcı bir durum almasına neden oluyor. Ayrıca bu durum sayfa sayının artmasına neden olmuş. İlginç ama kitabın ikinci bölümünü birinci bölümden önce okumak sanki olayların daha iyi kavranacağı gibi bir izlenim doğurdu bende. Kitabın sonundaki sürpriz daha ilginç olabilirdi. Bana pek esaslı gelmedi.
Kitabın son sayfasında, Emir'in Sohrab'a söylediği "Senin için bin tane olsa yakalarım" sözünü okuduktan sonra gözünüzden bir damla yaş akmadıysa, başka hiçbir şey duygularınıza gebe çalamaz. Tek bir günah vardır. O da hırsızlıktır... Gözlerinden tek bir damla yaş bile akmadıysa, duygularının gerçeğe ulaşma hakkını çalmışsın demektir.
Bu kitabı iki açıdan değerlendirmek gerekiyor. Kitabı klasik bir roman olarak düşünüp, ondan heyecanlı bir macera, insanı alıp götüren fantastik bir öykü beklerseniz hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu konuda sizi kesinlikle tatmin etmeyecektir. Kitabı bir edebi eser olarak düşünürseniz, sizi bir yere kadar tatmin edecektir. Kitabı uluslararası başarıya götüren yönü de bence budur. Kitap yeni bir şeyden mi bahsediyor, bence hayır. Örneğin Yunus Emre bin yıl önce sormuş zaten Sarı Çiçeğe... Yunus Emre, William Blake ve Nasrettin Hoca'dan esinlenilmiş bilgi kırıntılarının içine Küçük Prens'in gülünü, Efes'deki Meryem ve Artemis'i de katıp İstanbul'da Topkapı Sarayı yakınındaki sufi izlenimli bir otelde -Amerikan tenceresinde- bir yemek pişirilmiş gibi bir izlenim doğurdu bende bu eser. Her şeye rağmen kitap ne öyle göklere çıkarılacak kadar özel bir eser, ne de yerlerde süründürülecek kadar basit bir eser olarak görünüyor. Ortalarda bir yerlerde duruyor...