Darkshadow, 73 adet değerlendirme yapmış.  (5/11)
Tatlı Şeytan (The Sweet Trilogy #1)
Tatlı Şeytan (The Sweet Trilogy #1)

7

http://kitaphayvaniningunlugu.blogspot.com/2012/08/kitap-yorumu-sweet-evil-wendy-higgins.html Bu kitap için çok karışık duygular beslemekteyim. Öncelikle melek-şeytan temalı ama bu türdeki diğer kitaplardan oldukça farklı olduğunu belirtmeliyim. Başta fazla tipik gelmişti ama olayların iyice içine girince beni de içine çekti. Gözümü kırpmadan okudum. Kitabın ilk yarısını okuduktan sonra kendi kendime "bir 3'lük kitap daha" demiştim ama sonları beni çok şaşırttı. Şimdi elim 3 vermeye gitmiyor. Anna Whitt on altı yaşında, sıradan bir lise öğrencisi. Derslerinde iyi, sosyal hayatı pek yok, tek arkadaşı Jay adında bir oğlan. Anna'nın tuhaf bir yanı da var; o auraları görebiliyor. Bir gün Jay'in en sevdiği grubun konserine gittiklerinde Anna grubun batericisini görüyor. Kaiden Rowe. Kahverengi saçlı, mavi gözlü, karanlık, gizemli ve tehlikeli görünüşlü. Şimdiye kadar hep iyi bir kız olmuş olan Anna, Kaidan'ı gördükten sonra kızlar tuvaletinde sırf hakkında konuşuyorlar diye Kaidan'la ilgili bir yalan söylüyor. Konserden sonra sahne arkasında karşılaşıyorlar ve Kaidan onu garip sorulara boğuyor. Bu sırada Anna yeteneklerinin auralarla sınırlı olmadığını, sesleri ve kokuları da çok iyi duyabildiğini fark ediyor. Annesi doğumda ölen, babası da hapishanede olan Anna, evlatlık verildiği Patti isimli bir kadınla yaşıyor. Yalnız kızımız, doğumunda olanları bile hatırlıyor, ki bu bayağı ilginç bir detay. Kaidan'ın ona söyledikleri doğrultusunda Patti'yle "tuhaflıkları" hakkında konuşuyor, böylece gerçek ortaya çıkıyor: Anna bir Nephilim. Yani melek soyundan geliyor. Sweet Evil'de Nephilim, şeytanların (aslında düşmüş melekler) çocukları. Bu çocukların babaları şeytanlar oluyor, anneleri ise doğumda ölüyor. Anna'nın normal Nephilimlerden bir farkı var; onun annesi bir melek. Tahmin edeceğiniz gibi Kaidan da bir Nephilim. Sweet Evil'de şeytanlar çok farklı ele alınmış. Nephilim sahibi olabilenler yalnızca Duke dedikleri şeytanlar. Bunlar, insan vücudunu ele geçirebiliyorlar ve genellikle bir günahla özdeşleşmişler. Mesela, Kaidan'ın babası Duke of Lust, yani Şehvet Dükü. Şeytanlar, insanların akıllarına girerek kötü şeyler yapmalarını sağlıyorlar. Şeytanlar tarafından dürtülen insanlar bir de yanıbaşlarında Guardian Angel'ları var. Kaidan çok sevilesi bir karakter! Çekici; bazen o çok sevdiğim alaycı tiplere dönüşüyor, bazense çok soğuk biri oluyor çıkıyor. Anna ise kitabın çoğunluğunda fazla duygusal, neredeyse her şeye ağlayacak kıvamda, ama aynı zamanda çabuk kabullenen bir karakter. Tabii hikaye onun ağzından anlatıldığı için Anna'nın gelişimine tanık oluyoruz, bu sayede sinir bozuculuğu azalıyor. Sweet Evil, özellikle şeytanları farklı ele alışıyla bende güzel bir etki yarattı. Yalnız şunu söylemeliyim ki, Anna ve Kaidan'ın aşk hikayesi çok zorlu. Bu yüzden bol bol kıvrandırıyor kitap boyunca. Ve kitabın sonu da şaşırtıcı; ortada kalmışsınız hissi yaratıyor. Yer yer klişelerden sıkılmış, diyalogları o kadar da başarılı bulmamış olsam da Sweet Evil okunası bir kitap. Melek ve şeytanları okumak isteyip de hep aynı konuların işlenmesinden sıkılanlar için güzel bir seçenek olabilir.

The Golden Lily
The Golden Lily

9

http://kitaphayvaniningunlugu.blogspot.com/2012/08/kitap-yorumu-golden-lily-richelle-mead.html Böyle sonlar yasaklanmalı! Yooo, olamaz! Olmamalı... Sonuyla beni bunalıma sokan bir kitap oldu The Golden Lily. Bloodlines yani Kanbağı serisinin ikinci kitabı Temmuz'da yurtdışında çıkmıştı, Türkçe edisyonu ise hâlâ hazırlanıyor. Tabii ben bu seriyi orijinal dilinde takip ediyorum. İyi ki de öyle yapıyorum; yoksa çıkmasını bekleyene kadar fena olurdum. Her neyse, The Golden Lily Sydney'in Simyacılar tarafından çağrılmasıyla başlıyor. Ona bir tür hapishaneye nakledilen Keith ile ilgili sorular soruluyor. Keith'in insanlara vampir kanıyla yapılmış Simyacılar'ınkine benzer dövmeler satmasının arkasında vampirlere duyduğu yakınlık var mı diye soruyorlar. Sydney, dürüstçe öyle bir şey olmadığını söylüyor. Ama aslında bu konuda ikileme düşen kendisi elbette. Jill, Eddie, gruba yeni katılan Angeline ve Adrian'la olan yakınlığı ve hepsine duyduğu hisler Sydney'in iyice kafasını karıştırmış durumda. Bir Simyacı olarak Moroi ve dampirlerden nefret ederek yetiştirildiği için bir yandan onlara değer verirken, Simyacı yanı bunu her halükarda reddediyor. Sydney, Amberwood lisesine devam etmekte ama bu kez kendi odası var. Yaptığı başarılı işler doğrultusunda Simyacıların güveniyle beraber, özel odasını da kazanmış. Angeline, Jill'in yeni oda arkadaşı. Ve Jill cephesinde de işler bir hayli karışık. Jill, Micah'la yakınlaşırken; ona âşık olan Eddie ise uzaktan izlemekten başka bir şey yapamıyor. Eddie'nin durumumu da beni pek üzüyor açıkçası. Üstelik Angeline de Eddie'yi etkilemekle uğraşıyor gibi duruyor. Adrian ise Dimitri ve Sonya'ya geri dönüşen Strogoilerle ilgili araştırmada yardım ediyor. Bundan hiç memnun olmasa da. Sydney'e bol bol şikayet ediyor. Eh, tabii bunda deney arkadaşlarından birinin Dimitri olmasınında büyük bir etkisi var. Sydney'in kanını Strogoilerin içemediğini hatırlayan Sonya, Sydney'e kanını inceletmesi için baskı yapıyor. Ancak Sydney, kanını hiçbir vampirin eline vermemekte kararlı. Bu konuda ona arka çıkan ise Adrian oluyor. Adrian'ı Sydney'i savunuşu görülmeye değer. Bu arada Sydney de hayatında ilk defa bir erkekle çıkıyor. Hem kendi hem de etrafındaki herkes için tuhaf bir durum bu. Fakat çıktığı çocuk (Breydan'dı sanırım adı, çok garip ismi var. Adrian bu konuda ona çok takılıyor tabii.) tıpkı kendisi gibi. Bir tür "nerd" yani. Sydney onunla gayet iyi anlaşsa da eksik bir şeyler olduğunun farkında. Ve Adrian çocukla her daim dalga geçiyor. Kıskançlığından tabii. Vee evet! Adrian Sydney'e fena halde tutulmuş durumda! Kitap boyunca bol bol bir araya geliyorlar ve biz de Adrian'ın tavrındaki değişiklikleri iyice kavrıyoruz. Sydney'in de ona karşı bir şeyler beslediğini de hissediyoruz elbette. Ama kendisi bunu anlamamakta çok başarılı. Hem de sinir bozucu derecede! The Golden Lily'de aksiyon sahneleri daha az. Ama bunu hiç ama hiç hissetmiyor. Çünkü Sydney ve Adrian sahneleri her şeyi unutturacak cinsten. Öyle ki, gözüm çok kötü yorulmuşken bile kitabı okuma peşindeydim. Bu yönden Kanbağı'ndan daha iyi bir kitap olduğunu belirtmeliyim. Kitap, Sydney karakterine ısınmama çok yardımcı oldu. Gerçekten, çok zeki bir kız. Rose nasıl cesursa, Sydney de bir o kadar zeki. Biraz kendime benzettim onu sanırım, ama onun kadar kör olmazdım ben herhalde. Ancak o sahne her şeyi yıkıp geçen cinstendi. Buradan Richelle Mead'a sesleniyorum: Üzme artık şu Adrian'ı. Yeterince ezdin geçtin çocuğu zaten! Bırak mutlu olsun bir kere de!!! Son olarak, üçüncü kitap The Indigo Spell'de istediklerimin olmasını istemekten başka çarem yok. O da Şubat'ta çıkacakmış zaten! Ahh, neyse sakinim...

Delirium
Delirium

5

http://kitaphayvaniningunlugu.blogspot.com/2012/08/kitap-yorumu-delirium-lauren-oliver.html Bu kitabı sevmeyi çok istedim. Öyle böyle değil yani. Konu güzel, puanlar güzel, yorumlar güzel; ama bir şeyler eksik. Kendini sardıramadı bir türlü. Kurgunun içine giremedim. İlk yarısını okurken zorlandım, öyle ki az kalsın isyan edip bırakacaktım. Çok yavaş ilerliyordu. Neyse ki son birkaç bölüm güzeldi. Özellikle son bölüm bol heyecanlıydı. Ama sadece bir bölümlük heyecan kitabı kurtarmaya yetmedi. Sadece seriye devam etme kararı almamı sağladı. Delirium'da aşk tehlikeli bir hastalık. Hattâ adına artık amor deliria nervosa diyorlar. Uygun koşullara ulaşan her kişi bu hastalığın tedavisini almak zorunda. Böylece hayatın geri kalanı boyunca, ölüme bile sürükleyen bu ölümcül hastalıktan uzak durabilecek. Mantık çerçevesinde ailesini kurup, günlük işlerine devam edebilecek. Lena Haloway, tedaviyi alacağı günü iple çekiyor. Bir an önce deliria olma ihtimalinden kurtulup, sıradan yaşamına başlamak istiyor. Ama tedavisine hâlâ doksan beş gün var. Lena, teyzesi ve teyzesinin ailesi ile beraber yaşıyor. Babası, Lena çok küçükken ölmüş, annesi ise kızın gözlerinin önünde intihar etmiş. Lena'nın tedavi olmayı sabırsızlıkla beklemesinin nedenlerinden biri de bu zaten. Lena'nın yaşamında çok sevdiği iki kişi var; ilki diğer teyzesinin konuşmayan küçük kızı Grace, ikincisi ise en yakın arkadaşı Hana. Lena ile Hana çocukluk arkadaşları ve açıkçası Hana, Lena'nın tek arkadaşı. Fakat arkadaşı kendisinin tam zıttı aslında. Lena, kendisini son derece sıradan görürken, Hana'nın muhteşem olduğunu düşünüyor. Kendisinden bin kat daha güzel, daha akıllı, daha zengin olduğunu söylüyor. Ayrıca Hana bir özgürlük düşkünü olarak çıkıyor karşımıza. Lauren Oliver'in Delirium'unda kısıtlı bir düzen mevcut. Tedavi edildikten sonra insanlar tamamen sıradan ve kurallarla çevrili bir hayata devam etmek zorundalar. İzin verildiği kadar çocuk yapmalılar, kadınlar ev işleriyle meşgul olmalı... Ve herkes aşktan kesinlikle kaçınmalı. Çünkü aşk insanı deliliğe sürükler. Elbette tüm bu kurallardan ayrı yaşayan bir grup da var. Onlara Invalid deniyor. Invalidler, şehrin tellerinin ardında Wild yani Yaban denilen yerlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Devlet, çoğu zaman onların varlığını reddetse de halk her şeyin farkında. Lena, deyim yerindeyse insanları mimlemek için herkesin girmesini zorunlu tuttukları sınava girdiğinde çok tuhaf şeyler oluyor. Önce, yetkililere söylememesi gereken, onu deliria bulaşmış biri gibi gösterecek şeyler söylüyor. Sonra da, Invalidler sınav alanına bir baskın düzenliyor. Bu olayların ortasında Lena, Invalidlerin protesto amaçlı yaptığı şeye gülen bir oğlan görüyor. Bu oğlan Lena'ya göz kırpıyor. Sonraki günlerde Hana'yla birlikte koşuya çıktığında Lena, yeniden bu çocukla karşılaşıyor. Adının Alex olduğunu öğreniyor. Alex ilk başta Lena'ya sınav alanındaki olayda yer almadığını söylese de sonradan bunu kabul edercesine kızın kulağına yarın onunla buluşmasını fısıldıyor. İşte her şey burada başlıyor. Lena yavaş yavaş Alex'e âşık oluyor, yani deliria'ya yakalanıyor. Alex'in Invalid doğumlu olduğunu ve doğduğu yere özlem duyduğunu fark ediyor. Delirium'un yarısından çoğu işte bu olaylara ayrılmıştı. Genç bir kızın ilk aşkı ve içinde büyüdüğü kurallar doğrultusunda bunda yanlış bir şey olduğunu düşünmesi falan filan. Son sayfalara gelindiğinde, heyecan birden yükseldi. Eğer, en azından kitabın yarısına yakını son sayfalar gibi olsaydı ortaya çok iyi kitap çıkabilirdi. Ayrıca karakterlere tam olarak ısınamadım. Özellikle Lena'ya. Alex olmasa o ilk yarıyı okuyamazdım herhalde. Kısacası, beklentilerimin altında bir kitap çıktı Delirium. Umarım üç kitaptan oluşacak serinin ikinci kitabı Pandemonium, son kısımların kaldığı yerden devam eder de yüzümü kızartır.

Bana Dokunma (Bana Dokunma, #1)
Bana Dokunma (Bana Dokunma, #1)

7

Kitabın yazılış tarzı gerçekten ilginç. Her şeyden önce böyle orijinal bir tarzı yakaladığı için yazarın önünde şapka çıkarıyor, hatta eğiliyorum. Kitap, genel hatlarıyla da güzeldi. Sıkmadan okuttu kendini. Sonlara doğru X-Men havası sezmeye başlamış olsam da kesinlikle rahatsız etmedi. Juliette dokunuşuyla insanları öldürebilme kabiliyetine sahip olduğu için tımarhaneye kapatılmıştır. Ailesi de dahil herkes onu dışlamıştır. Çok uzun zamandır bir hücreye tıkılmış vaziyettedir. Bir gün yanına bir hücre arkadaşı verilir. Hücre arkadaşı erkektir. Juliette, ilk başlarda ondan ölümüne korksa da varlığına alışmaya başlar. Hücre arkadaşı, yani Adam, onun çocukluktan tanıdığı biridir aslında. Ancak Adam’ın onu hatırlamadığından emindir. Juliette yine bir gün hücresinden neredeyse sürüklenerek dışarı çıkarılır ve bulunduğu yerin otoritesi gibi görülen Warner isimli birinin yanına götürülür. Warner, onun yeteneğinin farkındadır, hattâ onu kendi lehinde kullanmak istiyordur. Kitaptaki distopik dünyada Yeniden Kuruluş isimli örgüt, dünyayı daha iyi bir hale getirmek için tüm kontrolü eline almış fakat çok daha kötülerine sebep olmuş. Eski dünya yerini çok daha berbat bir yere bırakmış. Dediğim gibi, yazarın tarzı hayli ilginç. Juliette’nin aklından geçirdiği ama düşünmek bile istemediği sözlerin üzerini çizmiş. Çok enteresan betimlemeler kullanmış. Juliette’nin kızarışlarını bol bulmuş, başlarda susup durmasını mantıklı bulmamış olsam da ilerledikçe güzelleşen bir kitaptı. Bir de fazla romantizm sevmeyenlerin uzak durmalarını öneririm. Çünkü Adam ve Juliette arasında bu tür sahneler çokça mevcut. Warner karakterini sevdiğimi itiraf etmek zorundayım. (Lanet olası kötü adam sevdam!) Roman, aynı zamanda aksiyon bakımından da zengin. Distopya sevenleri hayal kırıklığına uğratacağını düşünmüyorum. Serinin ikinci kitabı çok daha heyecanlı olacağa benziyor.

Kanbağı - (Bloodlines, #1)
Kanbağı - (Bloodlines, #1)

8

http://kitaphayvaniningunlugu.blogspot.com/2012/08/kitap-yorumu-kanbag-richelle-mead.html Ahh, benim zavallı Moroi'm! Büyük bir Adrian fanı olduğumu bilmeyen yoktur. Vampir Akademisi'ni okurken bile her daim onun tarafını tutmuştum. Sırf sonunu bildiğim Son Fedakarlık'ı 2 yıla yakın bekletmiştim. Sevdiğim karakterlerin acı çekmesine hiçbir zaman dayanamadım, dayanamam. Biraz fazla hassasım bu konuda. Kanbağı'nın çıkacağını ve Sydney'in bakış açısıyla anlatacağını öğrendiğimde hiç umurumda olmadığını itiraf etmeliyim. Evet, Simyacıların dünyası bir hayli ilginç ama yine de beni çeken bir şey yoktu. Ama kapak görseli yayınlanıp, Sydney'in yanındakinin Adrian olduğunu öğrendiğimde kitaba bir şans vermeye karar verdim. Tabii bunun için önce Vampir Akademisi'nin son kitabını bitirmem gerekiyordur. Onu da geçtiğimiz günlerde (bol acı çekerek) hallettim. Ve işte Kanbağı'nın sırası geldi de geçti bile! Öncelikle söylemeyim ki bu seri ilkinden farklı olacak gibi duruyor. Orijinal Vampir Akademisi serisinin bittiği yerden yaklaşık bir ay sonra başlıyor. Ve daha önce de belirttiğim gibi bu sefer hikayeyi bize Simyacı Sydney Sage anlatıyor. Sydney'i ilk seriden hatırlayacaksınız. Rose'un hapishaneden kaçışında büyük rol oynamıştı. İlk ortaya çıktığında ona pek ısınamamış olsam da Kanbağı'nı okudukça yavaş yavaş Sydney'i de benimsemeye başladım. Kanbağı'nın farklı olmasının nedenlerinin başında elbette Sydney geliyor. O bir Simyacı. Ve vampirlerden nefret ederek yetişmiş bir genç kız. Üstelik Simyacılar onun üzerinde son derece büyük baskı oluşturuyorlar. Kitabın başında Sydney, babası tarafından uykusundan uyandırılıp evlerine gece vakti gelen Simyacıların yanına götürülüyor. Elbette, onların Sage ailesinden istediği bir şey var: Kızlarından biri. Sydney veya kız kardeşi Zoe bir görev için seçilecek. Fakat Sydney, henüz dövmeleri yapılmamış, yani Simyacı olmamış, kız kardeşinin bu işe bulaşmasını istemiyor. Bu yüzden kendisini öne sürüyor. Babası ve Simyacılar daha önceki davranışları yüzünden onu otoritesizlikle itham etse de tecrübesi yüzünden göreve kabul edilmesini uygun buluyorlar. Sydney'i görevi yine vampirlerle ilgili. Moroi prensesi Jill'e bir saldırı düzenlenmiş ve bir süre Saray'dan ve eski okulundan uzaklaşmak zorunda. Bu durumda devreye Sydney giriyor. Jill'e yeni okulunda, tabii ki yanında gardiyanlarla birlikte, eşlik edecek Simyacı Sydney'den başkası değil. Jill'in Palm Springs isimli çölün ortasındaki bir şehirde okula gidilmesine karar veriliyor. Yanında ise Sydney'le beraber, yine ilk seriden tanıdığımız Eddie, Sydney'in nefret ettiği Simyacı Keith ve Adrian Ivashkov geliyor. Kitap, ilk başlarda sıkıcı denebilecek bir durgunlukla ilerlese de Adrian'ın olaylara iyice dahil olmasıyla hız kazandı. Zaten romanı pek çok yerde de Adrian-Sydney diyalogları kurtardı. Aksiyon bakımından Vampir Akademisi'ne nazaran zayıf olsa da, sonlara doğru artan heyecan tatmin ediciydi. Sydney, Jill ve Eddie ile beraber gitmekle yükümlü olduğu okulda öğrencilerin Simyacılarınkine benzer metalik ya da gümüş dövmeler yaptırdıklarını ve bunların öğrencilere sportif yetenekleri gibi bazı özelliklerini artırdığını keşfediyor. Bu gizemi çözmek elbette Sydney'e kalıyor. Adrian'la, dövmeleri yapan dövmeciye gittiklerinde, Adrian'ın oradaki adamı oyalamak için hayalindeki dövmeyi anlatışı kahkahalara boğulmamı sağladı. "Öyle mi? Motosiklet sürüp üzerinden ateşler çıkan bir iskelet çizebilir misin? Ve iskeletin kafasında bir korsan şapkası istiyorum. Ve omzunda da papağan olsun. İskelet bir papağan. Veya belki bir ninja iskelet papağan? Yo, bu çok aşırı olur. Ama motosiklet süren iskelet bir de ninja yıldızları atsa süper olurdu. Ateşlilerinden." (Kitabı İngilizce okuduğum için çeviri bana aittir.) Sydney'in Moroi ve dampirlerden ölümüne korkarken, Jill'e giderek ısınmasını hattâ Adrian'ı bile önemsemeye başlaması alıştıra alıştıra verilmişti. Kitap genel olarak güzeldi. Ama keşke sonu öyle olmasaydı! Neyse, hatırlayıp sinirlenmeyeceğim... Kısacası benim gibi Adrian hayranıysanız çok çok seveceksiniz. Adrian'ı mini golf oyna(yamaz)rken, ismini Jet Steel olarak değiştirip ortalıkta dolaşırken, Sydney'le bol bol uğraşırken, Jill'e ağabeylik duyguları beslerken, iş bulmaya çalışırken ve resim çizerken göreceksiniz. Adrian, umarım hak ettiğine kavuşur ve Sydney'le yakınlaşmaları kötü bitmez. Çünkü sanırım ikisini yakıştırdım. En yakın zamanda ikinci kitap The Golden Lily'de görüşmek üzere!

Melez (Melez Sözleşmeleri, #1)
Melez (Melez Sözleşmeleri, #1)

7

http://kitaphayvaniningunlugu.blogspot.com/2012/08/kitap-yorumu-melez-jennifer-l-armentrout.html Alex'e merhaba deyin! Tam adıyla Alexandria. Ama isminin kısa versiyonunu kullanmayı tercih ediyor. Alex, bir Melez. Evet, o Yunan Tanrılarının soyundan geliyor. Yani Hematoi ırkından. İki Hematoi'nin çocuğuna Safkan, Hematoi'yle bir insanın çocuğuna ise Melez deniyor. Alex'in annesi de bir Safkan, elbette bu durumda babası insan oluyor. Ama babasıyla hiç tanışmamış. Alex, on dört yaşındayken annesi tarafından zorla denebilecek bir şekilde Akit'ten alınarak insan dünyasına karışmış. Akit, Safkanlar ve Melezler'in beraber eğitim gördüğü, dış dünyadan soyutlanmış bir adada yer alan bir tür okul. Burada Melezler, ya Safkanlar'ı korumak için Muhafız olarak yetiştiriliyor ya da iblisleri öldürmek üzere Avcı oluyor. Üç yıl boyunca annesiyle beraber geçmişinden uzak yaşayan Alex'le bir iblis kovalamacası sırasında ilk kez karşılaşıyoruz. İblisler, Melez ve Safkanlar'ın kanlarında bulunan, Safkanlar'da daha çok olan, "eter" adlı maddeyi içerek beslenen şeytani yaratıklar. Bir İblis, yine bir Safkan'ın dönüştürülmesi sonucu oluşuyor. Annesi bu İblisler tarafından gözleri önünde öldürüldükten sonra Alex, tüm gücüyle yaratıklarla dövüşmeye devam ediyor. Elbette onun da bir sınırı var, Akit'te eğitim görmüş olmasına karşın üç yıl boyunca bu eğitimden uzak kalınca onların tamamen hakkından gelmesi imkansız. Tam bu sırada imdadına Aiden yetişiyor. Alex'in Akit'ten tanıdığı, siyah saçlı, gri gözlü ve yakışıklı Aiden onu kurtarıp okula geri götürüyor. Aiden bir Safkan, aynı zamanda bir Avcı. Ve Alex, kesinlikle ondan çok hoşlanıyor. Hem de çok uzun zamandır. Ama şöyle bir sorun var ki; Melezlerle Safkanlar arasında ilişki yasak. Şüphesiz ve kati bir suretle. . Açıkça söylemek gerekirse, Melez'in büyük bir kısmı bana Vampir Akademisi serisini hatırlattı. Sanki oradaki Moroilerin yerini Safkanlar, dampirlerin yerini Melezler almış gibiydi. Üstelik keşke bunlarla sınırlı olsaydı. Aiden'ın, Alex'in eğitimini üstlenmesi Rose-Dimitri ilişkisine birebir çağrışım yaptı. Bu durumda İblisler de Vampir Akademisi'ndeki Strogoiler gibi göründüler gözüme. Hattâ Safkanların dört elementten birini kullanabiliyor olması üzerine tuz biber ekti. Bu yüzden ilk sayfalarında biraz göz devirdiğimi itiraf ediyorum. Fakat yavaş yavaş hikayenin içine çekilince bu benzerlikler görünmez hale geldi. Yazar üzerine bir de kurguya artı şeyler ekleyince tadından yenmez oldu. Mesela; Apollyon miti. Apollyonlar Tanrılar tarafından seçilmiş Melez ya da Safkanlar. Onlar, dört elementi birden kullanabiliyorlar. Ekstra olarak beşinci elementi de bünyelerinde barındırıyorlar. Bir Avcı'dan çok daha çevik ve hızlılar. Kısacası Süper Yunan Ninjaları diyebiliriz. (Sanırım bu tabiri az önce uydurdum.) Her bir ömür boyunca bir Apollyon dünyaya geliyor. Alex'in dönemindeki ise Seth. Seth'in kitaba dahil olmasıyla hikaye kesinlikle daha eğlenceli bir hal aldı. "Bir daha bu kadar salakça bir şey söylersen seni uykunda boğarım." Altın kaşları kalktı. "Küçük Alex, birlikte yatmamızı mı teklif ediyorsun?" O sonuca nasıl vardığına hayret etmiştim. Havluyu indirdim. "Ne? Hayır!" "Yatakta yanımda yatmadıkça beni nasıl boğabilirsin ki?" Pis pis güldü. "Bir düşün bakalım." Her sevdiğim kitapta (dişi içgüdülerim sağ olsun) bir erkek karaktere bağlanırım. Ama kesinlikle "bir" tanesine. Ama Melez'de Aiden ve Seth arasında karar vermek hayli zor oldu. Lâkin ne yalan söyleyeyim; Seth daha üstün geldi. Ne de olsa o Apollyon ve şey... sarışın. Melez, Yunan Mitolojisi'ni günlük hayatı başarıyla harmanlamış, güldüren ve heyecanlandıran bir roman. Melez Sözleşmeleri serisinin devam kitaplarının çok daha iyi olacağı kitabın sonlarında net bir şekilde hissediliyor. Ve neyse ki, serisinin ikinci kitabı Safkan DEX'den çıktı bile! Kapak görsellerine hayran kaldığım bu seriyi samimiyetle öneriyor, beklentilerimi boşa çıkarmamasını diliyorum.

Son Fedakarlık (Vampir Akademisi, #6)