Kitabı okurken bazı yerlerin altını çizmeyi severim ama bu kitapta altı çizilmeyecek tek satır yok neredeyse.Kelime oyunları o kadar şık ve o kadar sık ki bazen bu durum sıkıcı olabiliyor.Çok güzel bir edebiyat oyunu olmuş ama haddinden fazla güzel.
güzel başlamış ama sonu olmamış bir zülfü livaneli romanı.hatta genel olarak yarım kalan çok yer var.ne ön plandaki cinayetin ne de arka plandaki aşk öyküsünün içine giremiyorsunuz.romanı birinci ağızdan anlatan ahmet'in de amacının ne olduğu ya da amaçsızlığı havada kalıyor.edebi gibi gelmişti ama edebi bir roman olduğu da söylenemez.maalesef ki gazetelerde bahsi geçen plajda okumalık kitap olmaktan öteye geçemez benim için.yine de zülfü livaneli'yi severim,naifliğinden alçakgönüllülüğünden ötürü.emek vermiş yazmış,biz de hakkını verdik okuduk.okunmasın demem,okunsun derim.
koca kitap ölümden bahsediyor. gerçekten ölümden bahsediyor. bardamu'nün raslantısal yaşamının tek nedeni bu; bir gün ölecek olmak. diyor ki bardamu; "gerçek denen şey bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. bu dünyanın tek gerçeği ölümdür. seçim yapmak gerek. ya ölmek ya da yalan söylemek için. ben kendimi öldüremedim asla!" sessizlik delip geçiyor okuyucunun zihnini. tüm kavramlara ve tüm olgulara ana-avrat küfrediliyor bir nevi. ekliyor; "önlerine geceyi ve gündüzü katmış gidiyorlardı. ve yaşamı. insanlık; kendi gürültüsünden hiçbir şey duymuyordu. sallanıyorlardı. üstelik kent ne kadar büyük ve ne kadar yüksekse o kadar pişkinliğe vuruyorlardı. bir şeyler için çabalamaya değmez. diyorum ya size. değmez. ben denedim. değmedi." felçli gibi hissediyor okuyucu. ruhu mıhlanıyor hayata. ateşten bir varoluş hissedilirken bardamu hislere tercüman olmaya devam ediyor. "ateş" diyor. " bazen işkence eder bazense ısıtır. bu içinde mi yoksa önünde mi olduğuna göre değişir. hayat gibi." susuyoruz uzunca bir süre. konuşmaya gerek yok aslında. hafifçe gecenin içine itiliyor okuyucu. "bir şekilde gecenin içine itilenler eninde sonunda bir yere varıyordur her halde. cesur ol ferdinand. her yerden dışarı edile edile mutlaka hepsini, o pisliklerin hepsini birden korkutan o numarayı bulacaksın. ve o da gecenin sonunda olsa gerek. işte zaten onlar da bu yüzden gecenin sonuna gitmeyi göze alamazlar. alamıyorlar" denildiğinde bu şaheserin isminin nereden geldiği anlaşılıyor. yaşam boyunca aranılan tek şeyin muhteşem bir üzüntü olduğundan bahsederken celine, albert camus'nun o müthiş sözü akla geliyor. "her insanın bir olayı olmalı." "mutsuzum" diyenler akla geliyor sonra. ve o kişilere haddini bildiriyor bardamu; "mutsuzum demekle iş bitmez. insan ayrıca bunu kendine kanıtlayabilmeli. kendini geri dönüşü olmayan şekilde ikna edebilmelidir." yine ölüm konusuna geliniyor. her şeyin sonu olan o duruma. bu kez okuyucuyu ters köşeye uçuruyor üstad. diyor ki; "her şeyin sınırına gelinen nokta vardır. bu nokta bazen ölüm değildir!" her şeyin fazlasıyla ifade edildiği, net bir şekilde öne sürüldüğü şu zaman diliminin insan(cık)larına bir küfür gönderiyor yaklaşık yüz yıl öncesinden; "her şey size fazlasıyla açıklanıyor. sorun bu! anlamaya çalışsanıza biraz. uğraşsanıza. düşünsenize!" duraganlığın boktanlığından bahsediyor sonra. "aynı yerde durduğu sürece nesneler ve insanlar yozlaşırlar. çürüyüp leş gibi kokmaya başlarlar" diyor. biribirine acılarını anlatlanlara konuşarak tecavüz ediyor üstad. "insan dediğin şeyin tek amacı; yıllar süren ekşi bir surata, paramparça bir ruha, örselenmiş bir bedene sahip olmaktır" diyor. sırf bu yüzden de doğaya "kaltak" diye bağırıyor. ölümü evliliğe benzetirken aşk kavramını ortaya koyuyor. "toprak, herkesi kavuşturmaya yarar" diyor, emektar bir çiftçi edasında. "hayat devam ettiği sürece kavuşmak olanaksızdır. sizi oyalayan fazlasıyla renk, çevrenizde hareket eden fazlasıyla insan vardır." olmayan bir hayatta varoluşu bir hayal olarak görüyor. "dünya çoktan ölmüş" derken amacını belli ediyor. "bizler yalnızca onun üzerindeki kurtçuklarız. o boktan koca cesedinin üzerindeki kurtlar. ha bire onun bağırsaklarını kemirip duruyoruz. hem de yalnızca zehirli yerlerini. biz bir boka yaramayız. doğuştan çürümüşüz biz." ne söylenebilir ki bu cümlelerden sonra? hiçbir şey. bir şeyleri sonuca bağlamanın derdinde olanların sessizliğini kırıyor; "gerçek gençlik sevmektir." diyor. "herkesi ayırım gözetmeksizin sevmek." medeniyet saplantısını kafaya takanlara da deli diyor üstad. mutsuz olduğunu söyleyenlere inanmamamızı tembihlerken şu öneriyi sunuyor; "hele bir sorun, hala uyuyabiliyorlar mı? yanıt evetse, her şey yolunda demektir. karşınızdaki koca bir yalancıdır." gitmekten bahsederken o büyük insan, o kadar kararlıdır ki bu kararlılığı iç acıtır; "gidiyorum! giderken gözümün tekini düşürsem, dönüp almam." "insan yaşamda yükselmez. alçalır" dediği an üstad, üryan kalıyor tüm insanlık. çırılçıplak. beni çırılçıplak bırakan bir şaheser. beni yaşadığım sürece alçaltan.
Kitap vahşi bir üslupla kötüye saldırmış, sonunda onun yönetenle işbirliğini yüceltmiştir. Okuyucuya yorum bırakan bu kitap, kötünün tanımı hakkında açık kapı bırakmış olmakla birlikte, hangimiz kötü değil ki hakkında da sorgulama içerir.
benim palahniuk okurken onun beynine girdiğimi hissetmem dolayısıyla -ki bu bana bir de kafka 'da olur- kendisinin garip takıntıları olduğunu, garip olandan, mesela iğrenç kokulardan, kimsenin ilgilenmediği plastik çiçek işleme sanatından, ne bileyim burnunu karıştırdıktan sonra tatağı yiyen değil de g.tüne sokandan hoşlanması ve onlara karşı bir yakınlık hissetmesi durumu var. kitapları için araştırmasını çok iyi yapıyor. tüm bu garip huyları, yemekleri, işleri çok iyi buluyor. schiller kitap yazmanın bir matematik işlemi gibi olduğunu savunur. bu adam,yani chuck palahluluk (soyadı zor ne yapayım) tüm bu işlemleri kafasından yapabiliyor. bunu daha önce tolstoy'da şolohov'da ve onlar gibi büyük yazarlarda da gördük. işte palahluluk'un aynı klasmanda olduğu adamlar bunlar. ancak kendisinin bile büyük ihtimalle farkında olmadığını düşünüyorum. yeraltı edebiyatı 'ymış. 'sorunlu adamlar' mış. sanki dostoyevski çok normaldi! tolstoy çok normaldi! işte dönememizin kalıba koyma alışkanlığı nedeniyle harcanan bir yazar palahululuk. seçtiği konuların, bir porno yıldızının birkaç saati gibi konuların tolstoy'un kendi döneminde anna karenina'yı seçmesiyle hiçbir farkı yok oysa ki. ikisi de marjinal bu açıdan bakarsak eğer. ikisi de deha, ikisi de kendi istedikleri şeyleri kendi üsluplarıyla söylemekte usta. ancak pahaluluk'daki o 'boşverme'cilik işte tam da bu anda kendini gösteriyor. dananın kuyruğunun kopmaya başladığı, artık araştırmasını yapıp kalemi eline aldığı anda onun benzini olacak şeyi bulamıyor. tolstoy'un toplumsal gerçekleri ve karakterlerinin iç dünyasını yansıtma isteği gibi duygular palahuluk'da yok. kararmaktan, iğrençlikten zevk alma dürtüsü zaten karanlık bir iş olan yazmak ile birleşince git gide dibe batıyor ve o kadar büyük saplantılarla takip ettiği olayları bir çırpıda yazıveriyor. kurtulunmak istenen, şekilden şekle sokan, tuvalette kıvandıran mide bozukluğu gibi aynı. sifonu çekip kurtulmak istiyor bir an önce.