Ne zaman polisiye tavsiyesi istesem karşıma çıkıyordu Grange. Mutlaka okunması gerektiğinden bahsediliyordu. Leyleklerin Uçuşu da zevkine güvendiğim bi ablam tarafından “okuduğum en iyi Grange romanı” diye etiketlenince başlamaktan başka çarem kalmadı. İyi ki de başlamışım. İlk 30 sayfası “bu ne ya? nasıl sıradan bir polisiye bu” dedikten sonra, tam da bırakmak üzereyken 30. sayfada başlayan sır perdesiyle kendinizden geçiyorsunuz. Antioche‘nin bulduğu bazı detaylar sizi bir anda kitaba çekiyor ve kalan sayfaları okumamak için zor tutuyorsunuz kendinizi. Grange bence müthiş bir iş çıkarmış. Hem iyi bir coğrafya bilgisi hem de leyleklerle ilgili verdiği detaylarla, üstüne de kurduğu güzel bir kurguyla sürükleyiciliği son sayfasına kadar bitmeyen bir roman Leyleklerin Uçuşu. Şu zamana kadar okuduğum polisiye romanlar içinde de en iyilerden belki de. Acayip hoşuma gitti benim. Okunması için de bol bol tavsiye ederim sağda solda. Hâlâ tanışmayanlar varsa, Grane okuyorum ben diyip de Leyleklerin Uçuşu’nu eline almayan varsa çok şey kaybediyor. Polisiye, gizem ve gerilim çok iyi harmanlanmış. Hikaye hep ayakta ve gereksiz yan hikayelerle desteklenmeden yerinde olaylarla okuyucuyu sıkmıyor, aksine, kan ve vahşeti bir nebze (sağlam bir nebze) kullanıp seyirciyi yerine çeviliyor. Anlattığı olayla da son darbeyi indiriyor finalde. Mutlaka okuyun. 10/10 Dipnot: Tess’den iyisini tanımam diyenler henüz Grange ile tanışmamışlardır. Tess okuduktan sonra Grange’ın romanları çok kaliteli geliyor insanın gözüne. Hiç Grange okumadıysanız bir şans verin derim…
Rastgele bir şekilde Kuyucaklı Yusuf‘unu okuduğum Sabahattin Ali ustanın tarzını kitaba başladığım gibi sevmiştim. Dil biraz eski olsa da anlaşılmayacak kadar eski değil, üstüne, anlattıkları hiç de eski değil. Günümüzde de sektirmeden devam eden hikayeler. Kuyucaklı Yusuf’u okuduktan sonra ne tavsiye edersiniz diye twitter’dan sorduğumda gelen yorumların hemen hemen hepsi Kürk Mantolu Madonna‘ydı. Hatta daha çok seveceğimi, mutlaka okumam gerektiğini söyleyenler de vardı. Nitekim öyle de oldu. Kitap Fuarı’ndaki %25 indirimden yararlanıp aldığım Madonna’yı daha otobüste eve gelirken okumaya başladım ve ertesi akşam da bitirmiştim zaten. “Yazarın Berlin’de geçirdiği iki yıllık (1928-1930) öğrencilik döneminin esinlemiş olabileceği bu uzun öykünün…” diye belirtmiş Füsun Akatlı Önsöz’de. Hikaye 40′larda başlıyor. Sıradan bir memurun tanıştığı başka bir sıradan memur Raif Efendi‘nin ilk bakışta sıradan gibi görünen ama 10 yıl öncesine gittiğinde bambaşka olan hikayesini anlatıyor. Dediğim gibi zaten okuyanlar da bilir, S. Ali’nin 1943′de yazdığı kitabın dili biraz ağır ama hem 160 küsür sayfayı bulması hem de karakteri içinize işletmesi bir taraftan meraklandırıyor diğer taraftan dilin eskiliğini unutturuyor insana. Mükemmel bir tutku, mükemmel bir boşluk aslında kitabın anlattığı. Sıradan bir adamın yaşadığı kısa ama hayatını derinden etkileyen sıradan bir dönemi süper aktarmış Sabahattin Ali. Benim gözümde “mutlaka okunası kitaplar” kategorisine hemen girdi. Tavsiye ederim. 10/10 http://cineshoot.net/kurk-mantolu-madonna-sabahattin-ali.html
Ahmet Ümit‘in İstanbul Hatırası kitabını okuduktan sonra mutlaka daha fazla kitabıyla tanışmam gerektiğini düşünüp twitter‘dan “en beğendiğiniz Ahmet Ümit kitabı” diye sormuştum. Gelen cevaplardan biri de Kukla‘ydı. İstanbul Hatırası’nda yazar, engin tarih bilgisini de kitabın içine çok iyi serpiştirerek mükemmel bir polisiye roman sunmuştu okuyucuya. Ardı ardına işlenen cinayetler, elinizden bir dakika olsun bırakmak istemeyeceğiniz akıcılığı ve hem tahmini güç hem de vurucu finaliyle uzun süre unutulmayacak bir romandı İstanbul Hatırası. Kukla’da da yine tarih üzerinden ilerleyen bir polisiye hikaye mevcut. Ancak bu sefer yakın tarihe, Türkiye’nin karartılan dönemlerine kendince ışık tutmak istemiş Ahmet Ümit. Gazeteciliği bırakma noktasına gelmiş, ailesi dağılmış, çareyi ve ışığı alkolde bulmuş gazeteci Adnan Sözmen, geçmişi suçlarla örülü, bugünü belirsiz, geleceği karanlık üvey kardeşinin bir gün çıkıp gelmesiyle bitmek bilmeyen bir kovalamacanın içine girip bir anda Susurluk dönemlerine gidiyor. Gizem yine finale kadar kendini hissettirse de, bu sefer tahmini daha kolay bir hikayeyle karşılaşıyor okuyucu. Yine de özellikle yarısından sonrası çorap söküğü gibi bir anda bitiveriyor. Ben öyle siyasi meseleleri pek sevmem, o yüzden pek bilgim de yoktur ama kitabı okuyan belirli bir yaşın üstündeki herkesin ciddi manada etkileneceği kesin. Zamanında (belki de şu anda da pek farkı yoktur) Türkiye’nin her kademesini saran çeteciliğe bir gazetecinin gözüyle yaklaşan Ahmet Ümit, 500 sayfalık kitabı birkaç günde bitirebileceğiniz şekilde yazmayı becermiş yine. 8/10 http://cineshoot.net/kukla-ahmet-umit.html
O nasıl bir hayat hikayesidir? O nasıl bir kaçış aşkıdır? O nasıl bir özgürlük hasretidir? O nasıl bir yılmamazlıktır… Öyle bir adam düşünün ki, bütün haksızlıklara, vahşiliklere, insanlık dışı tecrübelere maruz kalsın ama yine de hayattan kopmayıp kafasında her zaman özgürlüğü düşünüp girdiği her delikten bir şekilde kaçıp kurtulmayı başarsın. Ötekiler rıhtıma hamallık yapıyor. Hepsi de bir iş tutmuş ama, ekmeklerini güç çıkarıyorlar. “Zor olmasına zor ya, hiç olmazsa özgürlüğümüz var” diyorlar. “Özgürlük o kadar güzel ki.” Henri Charriere‘nin gerçek hayat hikayesini günlüğümsü bir şekilde okuyucuyla buluşturduğu 1968 yayımlı kitabında, bir hiç uğruna, cehennemin yaşandığı, karanın yüzlerce kilometre uzağındaki kürek mahkumlarının yanına gönderilen adamın her daim kafasında canlandırıp hayata geçireceği kaçışları okuyoruz. Onun için zor diye bir kavram hiçbir zaman olmamış, imkansızı başarması ise zaman almış adeta. Buraya yazdıktan sonra tavsiye edilince başlamadan duramadım ve kısa sürede de bitirdim heyecanın hiç dinmediği kitabı. Sırf Henri’nin değil ona yol arkadaşlığı yapan, girdiği cezaevlerinde de tanıştığı insanların hikayeleri gerçekten çok acımasız. Bunun yanında kaçışları sırasında ona kucak açan insanların karşılıksız yaptıkları yardımlar ve bu mahkuma karşı gösterdikleri davranışlar da insanı acayip duygulandırıyor. 9/10 http://cineshoot.net/kelebek-henri-charriere.html
Bir yandan İstanbul'un tarihi, bir yandan sürekli işlenen cinayetler, bir yandan karakterimizin gel gitleri. Ahmet Ümit muazzam bir işe imza atmış. Her şeyiyle okunası bir kitap.
Ne konusu ne yazarı ne de kalitesi hakkında bir bilgim olmadan tek bir tavsiyeyle başladım. Çok özel bir kitapmış ama. Ahmet Karcılılar akıcı, merak uyandıran, bitirmeden duramayacağınız, ufak tefek mesajlar veren güzel bir işe imza atmış. Karısının intiharı sonrası ifadesi için karakola çağrılan ve o geceyi nezarethanede geçiren karakterimizin karısıyla birbirlerine olan aşkını ama hayat şartlarının bu aşkın arasına nasıl girdiğini anlatan, günümüz açısından da epey düşündürücü bir kitap Gülden Kale Düştü. İsmi böyle çok ormantik, böyle ne bileyim çok edebiyat dolu gibi dursa da Gülden Kale karakterimizin karısının adı. İçinden çıkılmayacakmış gibi duran ama bir o kadar da kolay bir isim seçmiş yazar. Sırf şu yönüyle bile tebrik edilesi. Ahmet Karcılılar, Yağmur Hüznü romanıyla 1998 Orhan Kemal Roman Ödülü'ne layık görülmüş bir yazar. Pek tabii ki benim haberim yoktu kendisinden. Gülden Kale Düştü de öyle aman aman hit bir kitap değil ama anlattıkları, hissettirdikleri ve akılda kalıcı hatta tavsiye edilesi sonuyla mutlaka okunası kitaplardan. Acayip sevdim, hani birkaç kez daha okunabilir sayfa sayısının azlığını da düşündüğümüzde. Okuyun diyorum ve kaçıyorum. http://cineshoot.blogspot.com/2012/04/gulden-kale-dustu-ahmet-karcllar.html
Okuduğum ilk Osman Aysu kitabı olmasıyla bendeki yeri ciddi açıdan ayrıdır. Çok sağlam bir işe imza atmış Osman Aysu. Hem sürprizleri hem de karakterleriyle okunmayı hakediyor. Hele bir Jale karakteri var ki, aşık olmamak imkansız imkansız. :) Polisiye, gizem, gerilim 3lüsünü harmanlayan ve müthiş şekilde önünüze sunan bir kitap. Türü seviyorsanız kaçırmayın.