Bu kitabı bilhassa okumamın sebebi birçok düşünür ve aktiviste ilham kaynağı olmasıdır. Gandi, Martin Luther, John Lennon, Malcolm X... Thoreau'ya göre çoğunluğun evet ve hayırlarından ziyade sade ve sadece vicdanların kararları bir yönetim biçimi olmalıdır. (Gerçi kitapta bu şekilde karar verebilen 1 kişiyi dahi bulabilmenin lütuf olduğuna da değinmiş.) Kitabında da yer verdiği üzere bir vergiyi ödemediği için hapis cezası almıştır ve sormaktadır: Neden papazlar için vergi toplanırken öğretmenler için toplanmamaktadır? Ya da köleliğe gerçekten neden karşı çıkılmamaktadır? Köleliğe karşı çıkanlar ise neden sadece lafta kalmaktadır? Köleliğin kaldırılması hakkında sade ve sadece konuşmak vazifenin yerine getirilmesi anlamına neden gelmektedir? Bu sadece bir başkaldırı kitabı olarak algılanmamalıdır da. Aynı zamanda bir felsefedir. Kendimize dair sorgulamaları da içermektedir.
Serinin diğer masallarından farklı olarak konuyu daima dini olaylar ile ilişkilendirerek anlatmış. Evet, iyilik, doğruluk, ahlak gibi değerler fazlaca var kitapta ancak sadece Kral Davut, Hz İbrahim ve bilinen din adamları çerçevesinden sunulmuş bu değerler. Daima ezilen, sürgün edilen ve her bir üyesi muazzam bir karaktere sahip masallarının kahramanları da bu topluluğun bakış açısının neye benzediğini gözler önüne seriyor. Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi kısa kısa masallara yer vermiş olan kitapta sanırım 24 masal bulunmakta. Fransız masalları ne kadar prensesler ve onları kurtaran şövalyelere özgünlüğü ile beni sıkmışsa bu kitap da sürekli dini değerlerinden başka sunacak başka bir şeyinin olmamasından ötürü sıktı.
Bu Fransız abimiz yıllarca hapishanede ve bir o kadar da akıl hastanesinde yatmıştır. Soyadı olan "Sade"den sadizmin türediği bilinmektedir. Tam bir hedonisttir. En azından ben daha iyisini okumadım. Garip bir felsefi anlayışı vardır. Asla kural tanımaz ve kitabından da anlaşılacağı üzere dini düşünceler sadece ahmaklar için vardır. Sapkın kitaplarındaki sapkın fikirler sadece kitaplarında kalmadı. Öyle ki kendi yaşamında da sapkın davranışlara yer verdi. Zaten hapishane ve tımarhane arası mekik dokuması bundan mütevellit. Fahişelerle birliktelik ve akabinde birlikte oldukları ya da hizmetinde bulunduğu tüm insanlara uyguladığı şiddet kendisinin sonunu getirmiştir. Ensest kitabında ana karakterin eşini alıp farklı bir ülkeye, kayınvalidesinden kaçması da kendi yaşamından bir kesittir aslında. Konusu: Ana karakter bir evlilik yapar ve bu evlilikten bir kızı olur. Kızı dini ve ahlaki değerlerden ve üstelik annesinden uzakta 7 yıl boyunca yetiştirir. Kendisine ruhen bağımlı hale getirdikten sonra sözde ondan seçim yapmasını ister. Kızı da babasını seçer ve aralarında çirkin bir bağ oluşur. Durumdan şüphelenen anne ve kayınvalide durumu değiştirmek adına pederden yardım ister ve olaylar gelişir. Her ne kadar sapkınca yetiştirilmiş olursa olsun ya da doğaya aykırı düşüncelerle donatılmış olursa olsun insanın ruhu ahlak ve doğaya uyumludur mesajı vererek bitirmiştir yazar eserini. (Ki böyle bir son beklemiyordum.)
Muallim Naci'nin bir diğer adı da Ömer'dir aslında. Bu kitap da kendisinin 8 yaşına kadar olan anılarını içermektedir. 1890 yılında yazılmış ama sonuçta çocuk çocuktur ve hemen her çocuk benzer hatıralara sahiptir. Yaşı ne olursa olsun. Dil açısından fevkalade bulduğum ancak yer yer sözlüğe bakma ihtiyacı duyduğum bu eserde dönemin eğitim şeklini, insan ilişkilerini, aile dinamiklerini, bir çocuğun iç dünyasını bulabilirsiniz. Kimi zaman tebessüm oluşturan eser içeriğinde kimi zaman hüzünlenebilirsiniz. Babası üzerinden eseri anlatması ve yine babası ile son bulması da ayrı bir detay. Kendisi de bir Tanzimat yazarıdır. Hatta yeni edebiyata da şiddetle karşı çıkar. Bu sebeple de Recaizade Mahmut Ekrem ile de kavgalıdır. Aslında yeniliğe karşı değildir ancak anladığım kadarı ile milli olmayan ve bir anda peyda olan edebiyata karşı çıkıyor. (Haklı olarak)
Öncelikle Daisy Miller bir Amerikalıdır ve Hanry James'in kitaplarında da bu Amerikalılık geniş bir yer kaplar. Konusu: Daisy Miller göze batan güzelliği ile annesi ve erkek kardeşi ile bir çok ülke gezmektedir ve çok da zengindirler. Tabi dönem, kadınların bir erkekle (ya da birden fazla erkekle) uluorta muhabbet etmesinin ayıplandığı bir dönem. (Esasen pek de değişikliğe uğradığını düşünmüyorum bu durumun.) Bir vakit yolları Winterbourne isimli Amerikalı ile kesişir. Winterbourne -bana göre korkak- sınıf çatışmasına takılı kalmış ve teyzesi ile toplumun etkisi altında kalan sözde erkektir. Tüm bu gezinti sürecinde Roma'da tekrar karşılaşırlar ve birbirlerine aşklarını ifade edemeyen çiftin arasına İtalyan bir yakışıklı girer. Aslında Daisy Winterbourne'ü kıskandırmak için böyle bir yol izler. Amaaan her neyse sonunda (Kolezyum içinde vebaya da nasıl yakalanmışsa...) Daisy kısa süre içinde vefat eder. Aslında romanda anlatılmayan ve hikaye sonunda patlamamış bir silah vardır. Uşaklar ile samimiyete bu kadar değinilip işin iç yüzüne değinilmemesi veya babalarının sürekli para kazanıp ailesinin sürekli gezmesi için para harcarken hiç ortada görünmemesi garip geldi.(Kesin metaforiktir bu şimdi.) Bana göre romanda asıl anlatılan şey kadın erkek eşitsizliği, sınıf ve çıkar çatışması idi. Uslu uslu oturması gerek değil mi kızlarımızın? Sanırsın bu kızlar kendi cinsleri ile muhabbette. Yahu biri de çıkıp kadınlar masum değilse erkekler bu günahın neresinde diye sormaz mı? Varsa yoksa kadın falan kadın filan... Sanırsam kitap bir dönem Amerika'da dahi yasaklanmış. Sebebi yine bu bakış açısı. Yani, Amerikan kadınlarını bu kadar "hafif" gösterdiği için kitap bir süre yasaklanmış. Hanry James de bir garip. Kendisi Amerikalıdır ancak ölmeden önce İngiliz vatandaşlığına geçer. Ah, bu arada hani psikolojide pragmatizmin öncüsü William James var ya; onun da kardeşidir.
Genç Kız Kalbi Bu kadar akıcı bir üslup bu kadar tiyatrâl bir anlatım bu kadar ruh halini ortaya koyan başka eser okudum mu acaba? İlk kez Mehmet Rauf okudum ve hayran kaldım. Bundan evveli yok kesinlikle daha fazla Mehmet Rauf okumalıyım. Konusu: Başkahraman Pervin İzmir’de yaşayan ancak İstanbul hayali kuran genç bir kızdır. İstanbul’da yaşayan amcasının yanına gider ancak umutları suya düşmüştür. Öyle ki ne İstanbul onun hayâl ettiği gibidir ne de İstanbul eşrafı. İnsanlar cahil ve cahil olduğunun farkında da değildir. Kadınlar yegâne eğlencesi dedikodu yapmaktır. Oysa Pervin iyi huylu, derin düşünen, sanat ve edebiyattan anlayan (sanki biraz narsist) bir bireydir. Kendisini daha da korkutan bunca donanıma rağmen kendi değerini anlamayacak olan biri ile evlenmektir. Tüm bu korkular içerisinde bir gün yolu Behiç Bey ile kesişir. Kendisi bir yazardır ve karakteristik açıdan da Pervin ile uyuşmaktadır ancak gel gör ki tüm bu sayfalarca aşk ve anlatıma rağmen Behiç Bey paraya sevgiden daha çok değer veren biridir. (Hatta sevgi değil de para da yetermiş sanırım kendisine çünkü "yaşamak için hayat lazımdır, hayal değil" der.) Roman 1912 yılında yazılmış. Evet sonunda bir aksilik olacak belli ama ne diye hunharca okudum romanı. İçerisinde kadın hakları, erkek anlayışı, İstanbul ve batılılaşmadan ne anladıkları, Tanzimat adına pek çok şey barındırmakta. Üstelik yazar -umarım yanlış hatırlamıyorum- Servet-i Fûnun akımı etkisi altındadır. Her nasılsa Servet-i Fûnun “sanat, sanat içindir” anlayışına sahip olsa da bu sefer, içerisinde toplumsal konuları da barındırması ile gönlümü kazanmıştır.