“Berzah -Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-” Eseri Etrafında Salih Mirzabeyoğlu’nun “Berzah, ‘Bütün Dalların Birleştiği Kök’e” isimli eseri 2006 senesinin Ocak ayında sessiz – sedasız çıkmıştı. Bazı vakitler eser müellifinden, bazı vakitler ise müellif eserinden ayrı tutulabilir; tıpkı, Sartre’in, Zola’nın, Dostoyevski’nin bazı eserlerinin niteliğine bakılırken yazarların dünya görüşlerinin bir kıstas olarak görülmemesi gibi. Fakat, İmâm-ı Rabbâni, Muhyiddin-i Arâbi, Abdulhâkim Arvâsi Hazretleri gibi büyükler ve eserleri mevzu bahis olunca iş değişiyor. Meselâ Necip Fazıl Kısakürek! Kimse onun hayatını eserinden, eserini hayatından ayrı bir yerde göremez. (Ki böyleleri nadirdir.) Çünkü, dünyaya belli bir misyon (“misyon”u özel mânâ da kullanıyoruz; kaldı ki her insan, bu dünyada bir “görev” için bulunmaktadır) için gelmiş insanlar, yazmış olmak için yazmaz, söylemiş olmak için söylemez ve hareket etmezler. Böyle olunca da, eserleri kendi, kendileri “eser” oluyor ve değil yazdıkları, söyledikleri, bizim için “basit bir el hareketi” olarak gördüğümüz –istidatlısı için- dostu gözünde binbir mânâ kıvılcımına dönüveriyor. (Salih Mirzabeyoğlu’nun altını devamlı çizdiği bir ölçüyü hatırlatalım: “Bilgi, bilene var!”) Salih Mirzabeyoğlu da böyle; hem hayat hikâyesi, hem de eserlerinin yazılış sebepleri hep belli bir ideolocya planı üzerinde. O hâlde, sadece eser değil, eserin müellifinin de kim olduğu bir değer mevzuu… Görüldüğü üzere bundan bahsetmemiz için bir mecburiyet doğdu. “Sessiz sedasız” ifadesine dönelim: Salih Mirzabeyoğlu 57 cilt eserin müellifi. En mühim özelliği ise Necip Fazıl’ın Büyük Doğu davasının İBDA hareketi ile yürütücüsü… Yani, karşımızda sadece bir “yazar” olarak görebileceğimiz birisi yok; aynı zamanda kendi fikir hareketinin aksiyonunu da sürdüren, birini birinden ayırmayan bir idealist var. Eserinin, fikrinin kavgasını veren, bedelini ödeyen bir adam… İşte o, çok satan ve yok satan karmaşık dünyamız her gün, her hafta alt-üst olurken “sessiz-sedasız” ideali uğruna -hem de bütün insanlık adına- karınca misali arzuladığı nizam peşinde mimarisini örgüleştirmeye devam ediyor. “Büyük Doğu” Yapı’sını “sürdürmeyen çırak utansın!”da bırakmamış derin bir hayâ hissi ile ümmetin “öksüz” kalmaması için… Yaklaşık on yıl kadar önce Radikal Gazetesi’nin kitap ekinde sağırlar üzerine yazılan bir kitabın reklamını görmüştüm. Kitabın ismi “Sesleri Görmek” idi. Bunun gibi, bu “sessiz-sedasız” ifadesinin derin bir sükût olduğu aşikâr. O kadar derin bir sükût ki kulakların sesten rahatsız olmamasını ancak Tarkovski’nin “mânevî ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor” sözü anlatır. “Maddiyat” denilince, kazanılması gereken para geliyor hemen hatırlara; hayır materyalist düşünme biçimi gelmeli. Algıların “değer”leri buna göre tasnifi; sakat olan bu! Bundan bahsediyor Tarkovski: “Güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olma”… “İnsanı kendi varlığıyla ilgili en temel sorular sormasını, bir ruhî varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelleyen” bir kölelik, anlayıştaki körlük! “Ses”in belli bir frekans altında ve üstünde duyulmadığını bir not olarak ekleyelim… Kendi fikrini, hareketinin yol alışını “su”ya benzeten Salih Mirzabeyoğlu’nun 14 senedir hapiste olduğunu ve eserlerinin 17’sini hapiste ve bunların büyük çoğunluğunu da “Telegram” adını verdiği bir işkence altında yazdığının altını çizmek gerekiyor. *** Salih Mirzabeyoğlu’nun her eserinin müstakil olmakla birlikte, ayrıca her birinin bir bütünün parçaları olduğuna dikkat çekelim. Sanki Kâbe’yi tavaf eder gibi, aynı mihrak noktasına hep bağlı, her yöne açık dairevi bir usûl belirlemiş. Fakat hiçbir eserinde “mihrak”ından sapmıyor: “Mutlak Fikir”… İnsanın dünyaya geliş maksadı-yaratılışı bir ayet mealinde söylendiği üzere “ibadet”. İbadeti, ibadetini yapabileceği nizamı tesis için mücadele; mücadelesi “İslâma Muhatab Anlayış”ı tesis ve bunun eşya ve hâdiseler üzerinde tatbiki… Her zaman üzerinde durduğu ölçülerin başında “İslâm tasavvufu önünde Batı tefekkürünü hesaba çekmek” geliyor. Yüzyıllardır yapılmamış, yapılamamış olanı yapıyor ve ikincisini birincisine “ircâ” ediyor. Bunu da “dünyayı nakışlandırma meselesi olarak, marifet ve tecrübe alanı” olarak belirlemiş. *** “Tilki Günlüğü” isimli altı ciltlik “Ruhî Roman”ında biyografi kaleme alıyor; ama daha evvel tesadüf ettiğimiz hiçbir biyografiye benzemiyor. Ele alış, değerlendiriş, anlatış ve birçok noktadan bakıldığında yeni bir san’at anlayışı ortaya koyulduğu muhakkak. “Kökler” isimli “Menâkıb” eserinde, tasavvuf büyüklerinin menkıbe ve sözlerini öyle bir biçimde şerh ediyor ki, ayrıca bir söz, tek kelime etmiyor. Derin bir hürmet hissi içinde akıl ile çözülmesi zor bir tasnif harikası; her yazılan bir önceki ve sonrakiyle tarif edilebilir ve edilemez bir “kök” alakası içinde. Ayrı ayrı okunursa “ayrı bir hikmet”, ardı ardına sıralanışının bütününde apayrı bir lezzet. Ve kitap bölüm bölüm okunursa daha başka… “Büyük Muztaribler” isimli dört ciltlik “Fikir” eserinde Doğu’dan Batı’ya bahsedilmesi gereken kim varsa, bahsederken un eler gibi eliyor; hem bakılması, okunması gerekenleri işaretlerken, diğer yandan çerden-çöpten kişi ve eserlerle vakit kaybedilmemesini ihtar ediyor. Aynı zamanda “bir ders kitabı” gibi kaleme alınışı ile öğreticiler ve öğrenciler için eşi bulunmaz pahada. Ve, hakkı yenmiş kim varsa tarih önünde resmediyor, hakkını iade ediyor, hakkını veriyor Hak adına. “Telegram-Zihin Kontrolü” eseri ile her zamanki üslubundan bambaşka bir üslub ile karşılaşıyorsunuz. Kesiksiz bir akış ve yerine göre argonun en latif nitelemeleri; ilmî ve fikrî ciddiyetinden zerre taviz vermezken sözü bir anda keserek okurun zekâsına havale ediş… “Kibirliye kibir sadakadır”ın hakkını veriş ve yine mâletme, tasnif, icat, tasarrufu altına alma… Kendisine yapılan işkenceyi anlatırken ilim ve fikir dünyasına yeni bir pencere açıyor. Ve her eserindeki gibi kavgasının, nizamının, “Başyücelik Devleti” idealinin derdinde… “Berzah” diğer eserleri gibi aynı mihrak noktasından milim şaşmadan Batı tefekkürüne doğru açıldıkça açılıyor, İslâm tasavvufu önünde hesaba çekerken içe doğru da kapandıkça kapanıyor. Sırrîlik ve müphemliği zedelememe gayreti her eserinde şaşırtıcı bir biçimde değişen ve kendini aşan üslûbu ile zarflanması bu eserinde de mevcut. Ve en baştaki eserinden en sonrakine yine bir bütünlük. *** Buraya kadar müellif hakkında bir girizgâh yaptık ki görüldüğü üzere gerekliydi. Şimdi ise alâkasını okurun sonra göreceği, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şiirleri vesilesiyle kendisinden bahsedeceğiz. Memleketimizde bilinmeyen hususların başında “bilindiği” zannedilen birçok husus ve mes’elenin aslında pek bilinmediği gelir ve bunun en şiddetli misallerinden birisi de maalesef Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve şiirleridir. “Yazar”lar arasında “ekabir” gibi dolaşan bir çoklarıyla beraber umumiyetle Üstad Necip Fazıl’ın şiirleri ve davası bilinmiyor. Bu hususun altını gayet net bir biçimde çizenlerden birisi de Millî Gazete Yazarı Mustafa Topaloğlu oldu. Topaloğlu 23 Aralık 2011 tarihli “İdealist Bir Mahkûm, Salih Mirzabeyoğlu” başlıklı yazısında “Belediyeler, vakıflar, kurum ve kuruluşlar, Üstad Necip Fazıl Kısakürek için organizeler yapıyorlar, lüks salonlarda anma programları, kitap sergileri ve tanıtım programları… İslâmi kesim bu mirası tepe tepe kullanıyor. Bunlar sevindirici ve gurur verici etkinlikler. Ancak, onun talebesi olan, onun yolunda hayatını feda eden bir bakıma öğrencisi ve savunucusu olan, "Salih Mizrabeyoğlu" cezaevinde çile dolduruyor, işkence görüyor ve sürgünden sürgüne gönderiliyor... Lüks salonlarda ve rahat koltuklarda miras yemek ve ego tatmini yapmakla herkes görevini yaptığını sanıyor.” Dedi. Bu tesbit anlatmak istediğimizi çok açık bir biçimde özetliyor. Böyle olunca da –şimdi- Üstad Necip Fazıl’ın şiirlerine bakış açımız ister istemez değişmek zorundadır. Çünkü, O’nu, ancak O’nu anlayan anlatır. Mesela okuyalım: “Ensemin örsünde bir demir balyoz”… Okuyor, tad alıyor, bir şeyler anlıyoruz muhakkak; fakat şairin tam mânâsı ile neyi kastettiğini, neyi anlamamız gerektiğini bilemiyoruz, meçhûl… Peki, bu söylediğimizin böyle olduğundan nasıl eminiz? Şöyle Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’a ve eserlerine bakış tarzını görüyor ve bunun böyle olduğundan emin oluyoruz. Görüldüğü üzere “bilinen” zannettiğimizi bilmediğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu bilgi, diğerine göre daha iyi ve işe yarar… Bu mevzuyu bir ölçünün altını çizerek bitirelim “şiir vardır ki hikmettir!” *** Kitabın takdim bölümünden evvel Üstad Necip Fazıl’ın “Çile” isimli bütün şiirlerini topladığı eserindeki “Perdeler” şiirini görüyoruz. Kitapta altı bölüm-levha var, tıpkı “Perdeler” şiirinin altı kıt’a’dan oluşması gibi… Bu hususa döneceğiz. “Nakşî sırrıdır kavgam” diyen Salih Mirzabeyoğlu tefekkür ve aksiyon planında Salih peygamberde tecelli eden “kendinden zuhur” üzerinde durur ve hareketinin-kavgasının diyalektiğini bu çerçevede örgüleştirir. Ledünnî İlme sahip olmasını da eklersek bu mevzu daha iyi anlaşılır. Ledünnî ilim Hak tarafından vasıtasız bahşedilen ilme derler. Muhyiddinî Arabî hazretlerinin “Fütuhat-ı Mekkiyye” isimli eserinin 112. Kısmında “Tamamlama” başlığı altında yazılanlara bakalım: “… ‘Kün (ol)’ sözünün görünür yönü iki harftir: Kef ve Nun (K-N). Şahadet âleminin de iki yönü vardır: Zâhir ve Bâtın… Zâhiri Nun, Batını ise Kef’tir. Bu sebeble Kef harfinin boğazdaki çıkış yeri gayb âlemini temsil ettiği için daha içtedir. Çünkü o, dil ve boğaz arasında, boğaz harflerinin sonuncusudur. Nun ise dil harflerindendir. Kelimenin gayb (yönü) ise, Kef ve Nun arasındaki Vav’dır ki o dudak harflerindendir. Vav gözükme özelliğindedir ve ol –sahih- değil illet harfidir. Bu sebeple oluş ve tekvin ondan varoldu, çünkü o illet (sebep bildiren) harfidir. Dudak harflerinden Vav, nefesin içten dudaklara doğru uzatılmasıyla meydana gelen dudak harflerindendir. Bu sebeple cisimde hüküm (görünmeyen, gaybî) ruha ait olduğu gibi fiil ve hareketler ruhu sayesinde insandan ortaya çıkar. Onun ruhu görünmezdir. Çünkü kendinin ve Nun harfinin sakinliği sebebiyle gizlendiği için Vav harfinin görülür bir varlığı yoktur. Öyleyse Vav perde ardından etkindir. Başka bir ifadeyle o kendi gizliyken hükmü açık harftir…” Baran Dergisi 288. Sayısındaki “Ölüm Odası B-Yedi” eserinde Salih Mirzabeyoğlu’nun söylediği “aksiyonlarını bizden alıyorlar” cümlesini buraya not düşmek istiyoruz. Muhyiddinî Arabî hazretleri aynı eserin 119. Kısım ve 5. Fasıl “İlâhî Mertebenin Kelimesi (kün, ol)” başlığı altında şöyle der: “… Vav ise ‘kün (ol)’ içinde bulunduğunu göstermek ve geçici bir sebeple ortadan kalktığını göstermek üzere âlemde zuhur etmiştir. Böylelikle Vav, görünmeden amil olmuş ve oluş ‘ol’ ile Vav’ın düşmesinden önce ortaya çıktığı için, alemde zuhur etmiştir.” Salih Mirzabeyoğlu, “Berzah”tan çok sonra yazdığı “İnsan / Erkek ve Kadın” isimli eserinin 45. Sayfasında şöyle diyor: “… Gizlenme ve zuhur gibi iki mertebe arasında berzah gerçekleşir; çünkü BERZAH, İKİ UCUN ARASINDA VARLIĞINI KORUR…” Aynı eserin 44. Sayfasında ise Berzah’ın mânâlarını sıralarken “… Madde ve mânâda, iki şey arasındaki her şey, perde, köprü, berzah.” Der O halde “Vav” için de berzah tabirini kullanabiliriz. “Kitapta altı bölüm-levha var, tıpkı Perdeler şiirinin altı kıt’a’dan oluşması gibi… Bu hususa döneceğiz” demiştik. Şimdi yarım bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Şiirin altı kıt’a’sı ile kitabın altı bölümü… Bu bize kesinlikle büyük dikkat sahibi, ne yaptığını çok iyi bilen, eserini örgüleştirirken şekil ve ruhun hakikaten hakkını veren bir yazar karşısında olduğumuzu ihtar eder. Bu söylediğimizi kitabı okuduğumuzda daha iyi anlayacağız. Ve ne okuduysak tekrar geri dönüp bakmamız gerektiğini… Böyle olunca da, ister metaforik, ister sembolik bir ifade ile karşılaşalım, hepsinin mutlaka ve mutlaka bir sırrîlik ile çevrelendiği düşüncesi ortaya çıkıyor. Zaten müellifin kendisi Berzah’ın 270. Sayfasında “… Gerçekliğin doğrudan doğruya tecrübe edilmesi, aklın ve dilin hükümranlığını çok aşan bir hadisedir…” der. *** Şimdi “PERDELER” şiirini kitabın levhalarıyla birlikte okuyalım: Birinci Levha: ÂLEMDE İNSAN Perdeler, hep perdeler... Her yerde, her yerdeler. Pencerede, kapıda, Geçitte, kemerdeler... Perdeler, hep perdeler... İkinci Levha: RUHA DAİR Ya benim sevdiklerim, Şimdi nerde, nerdeler? Önü bomboş perdenin; İçerde, içerdeler! Perdeler, hep perdeler... Üçüncü Levha: ŞUUR-BERZAH Gönülde asıl perde; Onu hangi göz deler? Surat maske altında, Sis altında beldeler. Perdeler, hep perdeler... Dördüncü Levha: DİL-ŞÜBHE Perdeye doğru akın; Atlılar, piyadeler. Yollar, yönler dolaşık; Değişik ifadeler. Perdeler, hep perdeler... Beşinci Levha: BERZAH-ŞEKİL Bir tohumda bin gömlek. Giyim giyim fideler. Kalbler dilini yutmuş; Bangır bangır mideler. Perdeler, hep perdeler... Altıncı Levha: HİÇ-HEP Son noktada son perde; Çevrilmiş seccadeler. Orada işte işte, Ölümden azadeler! Perdeler, hep perdeler... *** Berzah, Salih Mirzabeyoğlu’nun diğer eserleri gibi her branş sahibinin kendi sahası ve disiplinine göre faydalanabileceği bir eser… Takdim bölümünde: “… bu eser bir yönüyle mâarifetname; diğer yönüyle de ansiklopedi ve müracaat edilecek olan”… “… Neticede, hem ‘el kitabı’, hem de ‘başvuru kitabı’ olma niyetinde!” diyerek içeriği ve mes’eleleri ele alış tarzı anlatılmış. Tarkovski, “hayatın anlamını kavramayan bir sanatçının aslında söyleyecek pek fazla bir şeyi de yoktur herhalde!” der. Bu söze nazaran Berzah, hayatın mânâsını, gerçek mânâsını kavramış bir sanatkârın, yazar ve aksiyon adamının bulunduğu makama ve bağlı olduğu “mihrak noktası”na dair bakış açısını önümüze serdiği, sanki bir perdeye tutulan projeksiyon ışıkları gibi seyretme şansına sahip olduğumuz bir kitap. Bin bir şeyi tekraren defalarca söyleyen ve her telaffuzunda söylediğine farklı bir mânâ verip yeni bir icad ile karşımıza çıkan Salih Mirzabeyoğlu “çağına hâkim fikir adamı” vasfının bu eseriyle de ispatçısı; bunun böyle olduğunun ölçüsünü de –münekkid yokluğu sebebiyle- kendi kendini muhasebe ile kendi niteliyor. “Kendisiyle yarışıyor” da denilebilir. Salih Mirzabeyoğlu, “İnsan –Erkek ve Kadın” isimli eserinin 44. Sayfasında “Berzah, gerçekte birbirine zıt iki âlemi, iki hâli, iki mertebeyi veya iki özelliği birleştiren ve ayıran bir mertebedir. Buna göre BERZAH, ZIT İKİ UCUN KARŞISINDA BULUNUR VE HER İKİ TARAFIN HAKİKATLERİNİ KENDİSİNDE TOPLAR; KENDİSİ BİR OLARAK KALDIĞI HÂLDE BÖLÜNMEDEN İKİ YÜZÜYLE İKİ UCUN KARŞISINDA DURUR… BERZAHIN ÖZELLİĞİ, KENDİSİNDE BERZAHIN BULUNMAYIŞIDIR. BÖYLECE ONUNLA BİRLEŞEN HERŞEYİN AYNISI OLUR” diyor. Hemen diğer sayfadaki şu tarifi de buraya alalım: “… BU İKİ TARAFTAN HER BİRİSİ DİĞERİNİN HÜKMÜNÜ GÖREMEZ; HALBUKİ BERZAH İKİ TARAFTA DA HÜKÜM SAHİBİDİR. (…)” Kitapta “Berzah” yerine göre “şuur”, “şekil”, “ruh” ve “insan”. Berzah’ın nitelenişi ele alınan meseleye göre anlatılmış ve “Perdeler, her yerdeler” mısraındaki gibi, açılımları yapılıp şerh edilmiş. Bu meyanda İslâm tasavvufu önünde Batı tefekkürünü hesaba çeken Büyük Doğu-İBDA’yı da Berzah olarak niteleyebiliriz. “Her iki tarafın hakikatlerini kendi tarafında toplama”sı ve “her iki taraftan her birisinin diğerinin hükmünü görememe”sine dikkat edersek buradaki fail İNSAN olur; aynı şekilde, aynı nitelemeleri Büyük Doğu-İBDA için de düşünürsek ve “berzahın özelliğinin kendisinde berzahın bulunmayışı”na nazaran Salih Aleyhisselamda tecelli eden “kendinden zuhur” gibi, Salih Mirzabeyoğlu’nun misyonunu anlamamak idrak ve zevk yoksunluğu olsa gerek. *** Hürriyet Gazetesi’nin 29 Nisan 2012 tarihli bir haberinde “tanrı parçacığı yerine parçacık bulundu” ve 6 Mayıs 2012 Pazar günü çıkan “karanlık maddenin kanıtı 400 milyon yıl önceden” haberlerinden size bahsetmek istiyoruz. İlk haberde Cern’de yapılan son deney ile alakalı, Baryon parçacığının yeni bir türünün tesbitinden bahsediliyor. İkinci haberde ise astrofizikçilerin hesaplarına göre evrenin %83’ünün bilinmediği ve kalan %17’sini bilebildiğimizi ve hemen yanında İsmet Berkan’ın aynı tarihli yazısında “karanlık madde”yi “şey” diye niteliyor. Gelelim Berzah kitabıyla alakasına; maalesef memleketimizin genel kültür seviyesinin Batı verimleri ve icatları karşısında aptal taaccüpten öteye gitmeyen hâli ve tepkileri malûm… İşte Salih Mirzabeyoğlu’nun Berzah eseri ve buna benzer eserleri bu icatlara, verilere nasıl bakmamız gerektiğinin aslı ve esasını bize öğretiyor. *** Kitabın bütününü kapsayan ve son bölümde kafalarda beliren sual galiba şu olacak “yaşanmaya değer hayat ne?” “Zorunlu varlık” olan insanın “Berzah”taki trajik durumu -gayesi bakımından- ele alınan eserde, bütün bir ilim ve felsefe verileri yeri geldikçe ele alınıyor. Mutlak fikire nisbetle nerede takılıp kaldıkları, nerede bir neticeye varılamadığı ve batıl sistem ve mezheplerin inançlarını ne’ye nisbetle inşa ettikleri gayet açık ve anlaşılabilir bir dil ile ifade edilmiş. Eserin bir özelliği de büyük mücerredleri zedelemeden genel anlayış seviyesine hitab eder bir üslûb ile kaleme alınması ki, bu, apayrı bir sanattır. Bütün bu söylediklerimize tesadüf edilirken İslâm tasavvufuna ait birçok ölçünün nerede ve nasıl kullanılması gerektiğine dair bir usûlü de öğretici olması bakımından “el kitabı” ve “ansiklopedi” nitelemesini daha iyi anlıyoruz. *** Bergman’ın ifadesi ile “sinemanın en büyük yönetmeni” Tarkovski ile 1982’de yapılan ve Le Monde’da 1983 yılında Herve Guibert imzası ile çıkan söyleşideki şu sözlerini hatırlamak gerekiyor: “Ruh hakkında o kadar az şey biliyoruz ki, yolunu kaybetmiş köpekler gibiyiz. Siyasetten, sanattan, spordan, kadın sevgisinden konuşurken kendimizi rahat hissediyoruz. Maneviyata dokunduğumuz anda yolumuzu kaybediyoruz, kültürümüz gidiyor; bu alanda hiçbir hazırlığımız yok. Medeniyetimiz kayıp dişlerini nasıl fırçalayacağını bilmeyen insanlardan farksız hâle geliyoruz.” Bir yanda kaybettiğimiz-kaybettirilen ruhumuzun-maneviyatımızın ıstırabı, öte yandan, bütünü hâlinde kurtuluşun Berzah’ı. Özelde memleketimize hitab ederken, gaye bütün insanlığın kurtuluşu, bunun çabası. İlim, fikir ve sanat dünyasına yeni bir “duyuş” ve “anlayış” daha… *** Kendisine Salih Mirzabeyoğlu’nun “Erkam -Hayat, Sayı Matematik-” isimli eserini hediye ettiğimiz müzisyen Murat Taner ile birkaç ay sonra yeniden karşılaşmış ve sormuştum: “Kitabı okumaya fırsat bulabildiniz mi?” “Hayır” cevabını alınca sebebini sormuş ve şu karşılığı almıştık: “O kitap okunup bitmez ki başucuma koydum hep bakıyorum.” Aynen bu ifadelerdeki gibi… “Berzah-Bütün dalların birleştiği kök’e” İbda Yayınları’ndan temin edilebilir. Fatih Turplu, Aylık dergisi 95. Sayı, Ağustos 2012
“Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar” Üzerine… Casanova, Stendhal, Tolstoy Her büyük yazar gibi Zweig’da çağının ötesinde eserler kaleme aldı. Bazı roman ve hikâyeleri olsa da en mühim özelliği, bütün branşlardaki yazar, şair, fikir adamı, aksiyoner, politikacı vs. kim varsa biyografilerini kaleme aldı. Biyografi’yi kronoloji’nin kaba tasniflerine boğdurmayıp hakikate en yakın tarafı ile- rûhî – ele aldı. Zvayg’ın bu özelliği ayrı bir bahis olmak üzere bu eser, bahsettiğimiz husus açısından mühim; çünkü Casanova, Stendhal ve Tolstoy’un ortak özellikleri, üçünün de içe doğru derinleştikçe dışa doğru açılmaları, dış dünyayı içlerine yönelerek tasvir etmeleri ve “kendileri ile uğraşmaları”… Zvayg, eserinin önsözünde bu mevzuyu “kendi kendisiyle uğraşan bu ‘içe dönük’ sanatçı tipinin ve onun temel sanat biçimi olan otobiyografiyi ışığa çıkarmak” diyerek ne yapmaya çalıştığını; biyografileri rûhî açıdan ele alarak “otobiyografi” hâline getirmek gayesini anlatır. Casanova Ömrü boyunca kadınların peşinde koşan Kazanova, Zvayg’ın gözünde acınacak bir muhteristir; tutkularının kölesi bir muhteris. Bütün hayatı tutkusunun peşinde geçen Kazanova’nın yaşlılığı ve yedi yılda kaleme aldığı 10 cildi aşkın eseri “Hayatımın Hikâyesi”ni ele aldığı yerler gerçekten alâka çekicidir. Kitabının önsözüne “Yalnızca cesaret sahibi olmak yeter” yazan Kazanova’nın Don Juan’a nisbetle masum olduğunu savunan Zvayg, onun inişli-çıkışlı ruh hâllerini psikolojik tahliller eşliğinde anlatır. Stendhal Gerçek ismi Henri Boyle olan Stendal’in hayatını onun kendisini nasıl gizlediğine hayret ederek ve kimi yerde küçümseyerek anlatan Zvayg, bu bölümde nerede ise bir kanun kaçağını kovalayan polis müfettişi edasını takınır. Gerçi onu bu duruma sürükleyen Stendal’in esrarengiz ve karışık hayatıdır. Stendal’in en büyük marifetinin “kendini gözlemlemek” olduğunu savunur. Bütün romanlarındaki iç dünyalarda kendi iç dünyasını gözlemlediğini ve onu asıl mutlu edenin bu olduğunu söyler. Niçe’nin hayranlık beslediği Balzak ve Dostoyevski’ye ilham veren Stendal’in ruh dünyasını çözmeye çalışır bu bölümde Zvayg. Tolstoy Tolstoy’un hiç bilmediğimiz yönlerini, Zvayg’ın titiz araştırmaları ve kuvvetli tahlilleriyle öğreniyoruz. Disiplin ve teferruatçılık… Savaş ve Barış’ı yazarken bir ufacık not için günlerce yol giden, belki de işine yaramayacak bir belgeyi aramak için aylarca didinen, sayılamayacak kadar çok envanteri toplayan Tolstoy’un ne derece teferruata düşkün olduğunu Zvayg’ın tahlilleri esnasında öğreniyoruz. Zvayg Tolstoy’un aslında bir “şair” olduğunu söyler. “Gerçeğin ressamı” olarak nitelenen Tolstoy’un her eserindeki kahramanda kendini nasıl aradığını Zvayg’ın tasvirleri içinde görüyoruz. * “Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar” Zvayg’ın diğer eserleri gibi okunmayı ve kütüphanelerimizdeki nadide yerleri hak ediyor. Fatih Turplu, Baran Dergisi Sayı 299, 2012
“Kendileri İle Savaşanlar” Üzerine… Sahasında bir otorite olan Avusturyalı yazar Stephan Zweig’ın (1881-1942) bu eseri ele aldığı şahıslar bakımından (diğer eserleri gibi) alâka çekicidir. Şair Kleist ve Hölderlin ile beraber Nietzsche’yi de bu esere ekler. Zvayg söylemese de, bizce onu da şair saymalı; nizamı arayan, hakikat peşinde çırpınan, kalabalıklar içinde yapayalnız bir şairdir Niçe. Zaten eserini kategorize ederken Kleist ve Hölderlin ile ele alması da bunun doğrulaması sayılabilir. Ele aldığı bu üç adamında ortak noktaları, içlerinde yenemedikleri bir “şey” olması; hayatları boyunca dâima bu “şey” ile savaşırlar. Zvayg bu durumu “Daemon” olarak isimlendirir. Bu, yenilemez bir güçtür; kaderlerinin yön vericisi, adeta kaderleri… Üçünün de en bariz ortak noktaları yalnızlıklarıdır. Hayatları boyunca kalabalıklar içinde yalnız kalmışılar ve pek az, hatta hiç anlaşılamamışlardır. Ne var ki, devirlerinden çok sonra büyük övgüye mazhar olmuşlardır; yine üçünün de hazin sayılabilecek diğer ortak noktaları budur. Üçü de bir “bütün” e, “mutlak fikir” e doğru, hakikat nizamının bütünlüğüne ömürleri boyunca hasret duymuş ve bu uğurda çırpınmışlardır. Hayatları san’atları olmuştur; Zvayg’ın Kleist’i anlatırken kullandığı deyimi ile “Yalnızca paramparça olmuş biri mükemmele hasreti bilir. Yalnız sürgüne uğrayan adam sonsuzluğa ulaşır” Kleist “Dik dur, dik dur sıkıca, aynı her bir taşı Düşmek üzere olan bir kubbe gibi” Dizeleri onu ne şahâne anlatır. Zvayg onu, “Almanların en büyük trajedi şairidir!” diye niteler. Bütün hayatı şehirlerden şehirlere sürüklenerek geçen bu yalnız şairi bir gölge gibi takip eden Zvayg “çevresi buz gibi” diye tasvir edilen Kleist’in ruh dünyasını çözmeye çalışır. Kleist’in en ufak bir korku ve kaygıya kapılmadan intihar etmeye beraber karar verdiği arkadaşının kalbine ateş edişini, ardından silahı ağzına dayayıp tetiği çekmesini, Kleistvârî bir üslub içinde anlatır. “Çoğu zaman iyi bir ölüm, en iyi hayat hikâyesidir” Nietzsche Her yönü ile aşırı derecede hassas ve bu hassasiyetinin yoğunluğu kadar yalnız bir adam! Hayatı boyunca hassasiyetinden ötürü işkence gören Niçe’nin ızdırabını Zvayg’ın gözünden seyrediyoruz. O yüksek fikirlerin sahibinin “dörtte üç kör gözleri” ile en ufak hava muhalefetinden ıstırab duyuşunu, çayının azıcık koyu olmasından dolayı bağırsaklarını tahriş edişini ve en ufak bir yanlış beslenmesinin hassas sinirlerini günlerce alt-üst edişinin dehşetini duyuyoruz Zvayg ile. Hepimizin rahatça daldığı uykunun Niçe için nasıl bulunmaz bir nimet olabileceğini ve ancak ilaçlar ile buna ulaşabildiğini anlamak, Niçe’ye bakış açınızı daha farklı kılıyor. Şehir şehir bekar odalarında konaklayan, her odasının düzeni aynı olan, kafası bir türlü durmayan bu ileri derecede hassas, yalnız dehâ, havanın en ufak değişiminden bile ıstırablar içinde kıvranırken Zvayg’ın sesini duyuyorsunuz: “Sinirleri ile havanın nem miktarı arasında gizli bir elektrik kontağı mevcuttur sanki!” Arthur Schopenhauer’ın eserini okuduktan sonra on gün gözüne uyku girmeyen, yayıncıların basmadığı ve ancak kendi parası ile bastırdığı eserlerinin birkaç arkadaşı tarafından başka kimsenin umrunda olmadığı, 70 milyonluk Almanya’da eserlerini yollayacak ancak yedi kişi vardı! Kilise’ye en büyük tekmeyi vuran ama “tezlerin tezi İslam!” a varamayan Niçe! “Bizi taşıyan buz öyle inceldi ki hepimiz lodosun sıcak, tehlikeli soluğunu hissediyoruz” sözünün üzerine Zvayg “Avrupa’nın çatırdamasını onun gibi kimse göremedi” diye not düşer tarihe. Zvayg’a göre Kleist gibi o da “Trajik” bir tabiata sahiptir; çünkü “yalnızca trajik tabiatlarda fark ederiz hissin derinliğini”. Hölderlin 19. Yüzyılın, şâir, fikir adamı, komutan, yazar kim varsa sonunda yakıp-yıktığını bir şekilde harcandığını ama içlerinde sadece birisinin “Allah’tan yoksun bırakılmış bir dünyada” hepsinde uzun kaldığını savunur Zvayg: Hölderlin! Saflığı ve günahsızlığı arar şâir Hölderlin. Şiirinin hakikat arayışı bu çizgidedir. Zvayg’da bunun farkında olarak anlatır onu : “Hölderlin’in gelişimi okulu bıraktığı zaman tamamlanmıştı.” Hayata değil sanata, insanlara değil Allah’a hizmet etmek isteyen şairin peşi sıra dolaşırız. Onun trajik yanı üzerine karakterinin özelliklerini uzun uzun anlatır Zvayg! Onu büyük yapanın “şairlik yeteneği” olmadığını, sonsuzluğa doğru yoğunlaşma olduğunu söyler Zvayg. Hölderlin’in çevresinden değil ruhundan gelen şiiri ve hayatı peşinde içindeki zifiri karanlıkla yaptığı “trajik” mücadeleyi seyrederiz okudukça. Zvayg, Hölderlin’i anlatırken adeta benliğini onun ruhunda eritmiştir ve bizi “en masum çaba” peşinde sürükler durur. Niçe ile Wagner arasında olan o fırtınalı rûhî durum, Hölderlin ile Schiller ile arasında da vardı. Ve Zvayg sanki ikisinde de anlamaları-anlaşmazlıkları çözmek için uğraşır. “İradesinin tersine onu çekmektedir Kavganın birinden ötekine, o dümensizi Harika bir hasret uçuruma doğru” Aynı Niçe gibi çıldırmamak için müziğe sarılan ve saatlerce piyano başından kalkmayan Şair Hölderlin’in hayatını şiir gibi anlatır; ama trajik bir şiir! Kendi Hayatının Şirini Yazanlar- Stephan Zweig, Doğu-Batı Yay. Ağustos 2011 Fatih Turplu, Baran Dergisi Sayı 301, 2012
“Üç Büyük Usta” Üzerine... Balzac, Dickens, Dostoyevski Stephan Zwieg’ın en bilinen eserlerinden birisidir. 19. Yüzyılın üç roman yazarını Balzac, Dickens ve Dostoyevski’yi ele alır bu eserinde. Biri Fransız, biri İngiliz ve diğeri Rus bu üç romancıyı bir hayıflanma ile anlatmaya başlar; keşke bu kategoriye girecek bir Alman romancı olsaydı diye dert yanar ve bu eserinin, beklediği büyük Alman romancı için bir başlangıç olmasını ümid eder. Balzak’ı toplumcu, Dikıns’ı aileci ve Dostoyevski’yi ferdiyetçi sayan Zvayg, bu temel üzerinden yola çıkarak onları inceler, anlatır. Onları anlatmasının yetersiz olduğunun notunu düşen Zvayg, Balzak ve Dikıns’a bu eserde çok az yer ayırmasına mukabil, yine de, Dostoyevski ile alakalı bölümün diğerlerinden daha yetersiz olduğu kanaatini saklamaz; gerçi, Balzak için ayrıca müstakil bir eser vermiş ve onu etraflıca anlatmış az sayıda yazarlardandır. Netice olarak, sahasında nadir kalemlerden olan Zvayg, bu kitabı ile edebiyat dünyasında iz bırakmış ve başvuru kaynağı olmuştur. İBDA MİMARI bile, Büyük Muztaribler isimli eserinin birinci cildinde yer alan Dostoyevski ile alakalı bölümü “Zvayg’ın anlatımı” ile diyerek eserinde yer vermiştir ki, bu, edebiyat dünyasında Zvayg’a ayrıca değer katmaktadır. Balzak “Allah’ın sırf kalabalık olsun diye yarattığı insanlar vardır” diyen bu tasvir dehâsı 1799’da Tourin’de doğar. Napolyon’un imparatorluk yılları Balzak’ın gençlik yıllarıdır; Zvayg, Balzak’ın fatihçiliğini Napolyon’dan aldığını söyler. Doğrudur da… Eserlerini bilenlerce malumdur ki son Bonapartçı Balzaktır belki de? Napolyon karşıtları romanlarında ya köhne fikirlere sahiptir yahut da kötüdürler; yandaşları ise, dâima mazinin şanlı günlerinden dem vururlar… Zvayg’ın belki de en ustaca anlattığı yazarlardandır Balzak; bunda, herhalde birazda birbirlerine benziyor olmalarının gerçekliğini sorgulamak gerekiyor? Onu, “Don Juan du verbe-Sözün Don Juan’ı diye tasvir eder Zvayg; “en aşağı tabakadan bir köle gibi” çalıştığı işlerinde ızdırab duyan, sıkıntı çeken sanki Balzak değildir de Zvayg’dır! Balzak romanlarında gördüğümüz, bir devrin Fransa’sına aid her sosyal hâdisenin ve heykel ve resimlerin; kıskançlık ve cimriliğin, aşkın ve ihtirasın bizi hayrete düşürmesi kadar, Zvayg’ın onunla bütünleşme ve onu anlama çabası da hayrete düşürüyor okuyucuyu. Dikıns Zvayg’ın dikkatini nasıl koruduğuna ve yazarken her biyografiyi sanki otobiyografisini yazıyormuşçasına hassas ruh hallerine büründüğüne en iyi misallerden birisi de Dikıns’a ayırdığı bölümdür. Dikıns’ın o günkü İngiliz toplumundan ve döneminden ayrı düşünülemeyeceğini savunur. “Ama küçük şeyler” teferruatlar; Dikıns’ın teferruatçılığının diğer romancılar gibi hayâl, hırs ve başka hislerin arsasında binâ edilmediğinin altını çizer, anlatır. Onda mutlu bir aile vardır; insanların görmek istediği, duymak istediği, yaşamak istediği; içinde olmak istedikleri mutlu bir aile: Zvayg İngiliz toplumunun onda bulduğu şeyin bu olduğunu söyler ve o zamanlar ihtiyaç duyulan bu durumun dile getirilmesinin onu büyüttüğünü… Balzak karakterlerinin her zaman yüksek hayalleri vardır; hep bir fetih arzusu peşinde koşarlar; Dostoyevski karakterleri de öyle; her biri “ateşli ve coşkulu”; oysa “Dikıns insanlarının hepsi mütevazıdır”. Zvayg onun hedefinin burjuva romantizmini keşfetmek olduğunu savunur. Onun görsel olduğunu ve bunun da tipik bir İngiliz tavrı olduğunu söyler; Balzak ve Dostoyevski karekterlerini çağırdığımızda, bizi bir hissin, ama bir Dikıns karakterini çağırdığımızda bizi bir görüntünün karşıladığını belirtir. Belki de 19. yüzyılın getirdiği ve 20. yüzyıla sarkan karmaşıklığı fark eden Dikıns bunu keşfetmiş ve mütevazı bir hayatı istemişti; kim bilir? Dostoyevski Zvayg onu anlatmak için kaleminin en çevik halini, hissinin en derin taraflarını ve kelimelerin en karmaşık hallerini kullanır; ama heyhat; hayatı sürekli çırpınma içinde geçen Dostoyevski midir yoksa Zvayg mıdır şaşarız okurken? Bir şey söyler, sonra onu çeler; olmadı başka bir şey söyler; sonra ondan da vazgeçer! Onu bir türlü yakalayamamanın ızdırabı altında anlatır ve anlatır… İlâhi bir durum karşısında olduğu hissini verir anlatırken okuyucuya; Holmsvârî bir kovalamaca peşinde Dostoyevski’yi tanımaya çalışırız. Rehincinin sürekli ziyaretçisi Dostoyevski, son pantolonunu oraya bırakırken Zvayg dünyaya küfreder bir kızgınlık hâlindedir. Kezâ, istediği yüz rublenin gelip-gelmediğini kim bilir kaçıncı defa sorarken banka memurlarının gülümsemesini öyle çabuk ve öyle acâib anlatır ki, o banka memurlarından iğrenirsiniz; oysa aynı satırlara geri döner ve onlara tek bir laf etmediğini, ortada bir imâ’nın bile olmadığını görürken size bu hissi veren şeyin ne olduğunu düşünürsünüz. Aslında okurun hissettiği, Zvayg’ın bir kartalın gözü gibi keskin bakış açısının hâdiseyi fotoğraflamakla kalmayıp içine nüfûz etmesi ile açıklanabilir sanırız? Dostoyevski kahramanlarının hedeflediği camianın sosyal bir camia değil dini bir camia olduğunu savunur; haklıdır da! Tarkovski de Dostoyevski’yi buna benzer görür: gerçekten de o inanmak ister; bütün ömrü Allah fikrinin etrafında ve bu hissin istilası altında geçer. Zvayg bu bölüm boyunca bir romancıyı değil de sanki ermiş bir adamdan bahseder gibi anlatır. Ve günümüzdeki psikologların hocası diye onu gösterir; Dostoyevski’nin eserlerine aşina olanların mutlaka okuması gereken bir bölüm. Üç Büyük Usta, Stephan Zweig, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Haziran 2010 İstanbul Fatih Turplu, Baran Dergisi Sayı 302, 2012