Bir daha okumayacağım dediğim yazarı sırf güzel konu bulmuş diye tekrar şans verdim vermez olaydım. Konu güzel ancak anlatım o kadar kötü ki ne siz sorun ne ben söyleyim. Bir romanda, olursa bir karakter dengesizdir ancak bu romanda o kadar çok dengesiz var ki. En başı Amelia denen geri zekalı çekiyor. Bir yandan "ben korkusuzum" diye geziyor ancak karşılaştığı olaylarda "ben korkuyorum, lütfen beni incitme" gibi replikler çokça ağzından çıkıyor. Duncan'ın çift kişilikli olması çok güzeldi ancak adamın gelgitler yaşarken ki durumunu anlatma başarısı sıfır. Ayrıca Duncan önceden bir kadın seviyormuş ama o kadına duyduğu hisler nerede diye sormaktan kendimi alamadım, durum lafta kaldı. Richard'a gelince adama o kadar kötü dendi ancak bu da tamamen lafta kaldı. Ben adamın kötülüğünü görmedim bence aralarında en iyi karakter oydu. Millet sakın bu yazarı okumayın!!!!!!!! Karakter yaratmadaki başarısı sıfır. Konuyu anlatması sıfır.
Yayın evi sağ olsun neredeyse 1.5 yıldır beklediğim yazarın yeni bir kitabını da okuyup bitirmiş oldum. Ülkemizde çevrilen diğer dört kitabından farklı olarak bu kitap "Sons of Sin" isminde bir seriye aittir, şu ana kadar 4 kitap yayınlanmıştır ve sanırım yazar seriyi bitirdi. Seri piç olmaları sayesinde birbirinin yakın arkadaşı olan üç erkeğin yaşadıkları zorlukları ve aşklarını anlatıyor. Konusuna gelirsem: Sidonie Forsythe'nin anne babası ölünce bakımını ablası Roberta üstlenir. Roberta zaman içinde acımasız olan William'la evlenince mutluluğu kumar masalarında bulur ve parası tükenir,birçok kişiye borçlanır. Borçlandığı birisi de Jonas Merrick'tir. Jonas,onunla bir hafta geçirmesi karşılığında borçlarını ödeyeceğini söyler. Roberta zor durumda kalınca kız kardeşi Sidonie'den yardım ister. Sidonie de ablasına geçmişte borçlu olduğu için bu işi üstlenir ve Jonas'ın yaşadığı yere doğru gider. Çevresinden duyduğu kadarıyla adam kalpsiz ve hovarda biridir. Başta ondan korksa da zamanla anlar ki anlatılanlardan çok farklı biridir ve burada olmasının başka sebepleri vardır. Şimdi kitap konu olarak güzel, bizdeki kitap kapağı da on numara ama konuya girmem biraz zaman aldı ve almak istediğim zevki tam olarak alamadım. Sebebi uzun bir aradan çevirisi en kötü olan kitaplardan birini okumuş olmamdır. Her sayfada abartmıyorum yaklaşık on kere Sidonie, Merrick ismi geçti bazı kelimelerde "de, ki" ekleri ayrılması gerekirken ayrılmamış kelimelerin bir iki harfi eksik. Yani kısaca imla hatası çok fazla. Okuduğum dört kitaba bakarak söyleyebilirim ki Jonas yaratmış olduğu en acı çeken karakterdi. Adama başta ben de gıcık kaptım fazlasıyla ukala ve dediğim dedik bir ama zamanla geçmişini öğrenince acısını anlayınca bağrıma basasım geldi ancak sonlara doğru yine öküzlüğünü yaptı,kızı resmen süründürdü. Sidonie için diyecek bir şeyim yok, yazarın diğer romanlarındaki kadınlar gibi onu da çok sevdim ve ona sonuna kadar hak verdim. Mutlu bir son var ama her şey tam anlamıyla güllük gülistanlık da değil, bu açıdan tam anlamıyla tatmin oldum. Bir sonraki roman da sanırsam 1.5 senen sonra gelir ve onu da seriden mi yoksa başka bir kitaptan mı devam ederler bilemiyorum. Seriden devam etseler hangisi çevrilir. Sonraki kitap "Days of Rakes and Roses" diye geçiyor ama o kitap serinin 1.5 kitabı olarak görülüyor. Diğeri de 2. kitap olarak geçen "A Rake's Midnight Kiss". 2. kitap Richard'ı anlatıyor. Açıkçası Richard'ı çok merak ettim sanki Anna'nın yaratmış olduğu diğer karakterlere oranla bu biraz daha az acı çekmiş gibi geldi ve umarım öyle çıkar. İmla hatalarına rağmen okumama değdi ama şunu söylemesem de olmaz. Ben artık bu yayın evine küfredecek seviyeye gelmiş bulunuyorum. Bu kadar güzel yazarları var ama ne yazık ki bu güzel yazarların kitaplarını yılda 1-2 sene sonra bir tane çıkarıyor. (Julia Quinn ve Julie Garwood hariç, en azından onların yılda 2 kitabı çıkyor şükürler olsun ki.) Son 2 senedir çocuk kitaplarına takmış durumdalar.
Uzun zamandır okumak istediğim yazardı Kat Martin ve bir kitabını okumak nasip oldu.Anladığım kadarıyla yazar fazla detaya girmeyi seviyor. Kitapta önemsiz karakterler hakkında bile bir iki bilgi vermişti, bu tarzla ilk kez karşılaştım. Açıkçası ben kitabı beğendim ancak Hulyami Hanım'ın da dediği gibi Leif-Krista arasındaki çekişme başta güzel olsa da sonradan sıktı. Adam o kadar sevdiğini belli ediyor ama kız ille de, "o kaba biri, benim isteklerimi anlamıyor,ben onla evlenemem, ama onu çok seviyorum" tiradı çok sıktı. Ayrıca Matthew bence iyi bir karakterdi ancak yazar son anda "Matthew kıza hakaret etsin de okuyucu bu karakterden soğusun" gibi bir düşünceye kapılarak adamı çıkarcı biri yapmış. Onun haricinde karakterlerin büyük çoğunluğunu sevdim. Krista'nın Leif'e yapmış olduğu abartı tripleri haricinde kendisini çok sevdim. Ne istediğini bilen,ayakları yere sağlam basan, kadınların da önemli olduğunun bilincinde bir iş kadını. Ve Leif... Allah'ım o nasıl bir karakter. Bugüne kadar okuduğum tarihi aşk romanlarındaki en sapık ve acayip karakter sanırım Leif oldu. Krista'ya olan sapıksal düşünceleri ve davranışları bazı yerlerde gülmeme sebep oldu. Ayrıca modern dünyaya uymaya çalışırken yaptığı tuhaflıklar da çok şirindi. Gerçi onun haricinde de güldüğüm bir iki yer oldu bir iki alıntı paylaşayım: "Sizi birkaç hafta daha beklemiyordum." dedi babasına. "Evet, mektubundan sonra ikimiz de endişelendik." Leif onu nerak mı etmişti? Kesin babası nazik davranmaya çalışıyordu. "Eh, artık evdesiniz ve üzüldüğümü söyleyemem." Leif'in gözleri açıldı. "Demek sen de beni düşündün." Krista'nın yanakları kızardı. Onu gerçekten hiç düşünmemişti veya düşünmemeye çalışmıştı. "Aslında onu babama söylemiştim. Ama Leif'in ona inanmadığı ortadaydı. Adam hiç değişmemişti. Hala bir çılgındı. En sevdiğim diyalog bu alttaki oldu :D Freddie: "Tanıştığımıza memnun oldum moruk." Leif'in kaşları çatıldı." Moruk? Ne dedin sen bana?" Genç adamın gözlerine bir anda korku çöktü. "Kötü bir şey demedim gerçekten." "Argo" dedi Krista. "Konuşma dilinde yerel bir ifade. Sadece selamladı seni." Leif kafa salladı." Ben de memnun oldum tanıştığımıza moruk." Leif direk konuya girdi ve son olarak önerdiği başlık parasını söyledi."sanırım bir şeyleri yanlış anlıyorum" dedi profesör. "Üzgünüm profesör, kelimeleri yanlış mı kullandım?" "Belki de. Bana Krista için yirmi bin pound önerdiğini duyduğumu sandım." "Bunun size hakaret olduğunu biliyordum. Daha fazla önermeliydim. Kızınız bundan çok daha fazla..." Ve bunun gibi daha çok komiklikler var. Ancak sonlarda o komiklik tamamen kayboldu. Üstte yazmış olduğum Krista'nın triplerinden dolayı. Ve çeviri. Okurken "A ne kadar güzel çevrilmiş" dedikten çok çok kısa bir süre sonra katliamlar başladı. Başta "de, ki eklerinin gerekilen yerde ayrılmamış olması hatta defalarca kez. Sonra kelimelerdeki karışan harfler. Hatta sonlarda çevirmen, çevirmekten baya sıkılmış olacak ki baz kelimelere gelmesi gereken ekler yok oldu. Anna Campbell'in "Yedi Gece" romanından daha beter imla hataları vardı. Neyse, sonuçta göze çarpan bir iki kötü özellik dışında okutturdu beğendim. Yayın evinin sonraki kitap için fazla bekleteceğini sanmıyorum ama umarım yayın evi sonraki kitabı çevirince bu seriden devam eder.
Sonlara doğru spoiler vardır, kitabı okumayan yorumu okumasın. Daha önce bu kitap hakkındaki olumsuz yorumlar yüzünden okumak hiç istememiştim ancak yazarı sevdiğimden bir şans vereyim dedim ve iyi ki vermişim. Şu ana kadar 3 kitabını okumuştum. En sevdiğim Mahrem isimli romanıydı. Bu romanı okuyunca Mahrem'den aldığım zevkin daha fazlasını aldım. Diana isimli genç bayan sekiz yıldır dul bir bayandır,on senedir Cranston Abbey ismindeki bir malikaneyi yönetmektedir. Ancak kendisi burayı yönetse de buranın asıl sahibi Lord Burney'dir. Lord Burney'in ailesi ve yakın akrabaları kısa süre önce bir yangında can vermişlerdir. Miras başkasına kalmasın diye Diana'ya bir teklif sunar. Onla evlenmesini ister böylece Cranston Abbey Diana'ya ait olacaktır. Ancak kendisi artık iktidarsız olduğundan Ashcroft Kontu'nu baştan çıkararak ondan çocuk yapmasını ister. Diana da malikaneyi kazanacağını bildiğinden hiç düşünmeden bu teklifi kabul eder. Ashcroft Kontu, 32 senelik hayatı boyunca ailesinden sevgi görmemiş - zaten ailesi sünepe olduğundan o da onları normalde sevmez-, sürekli çapkınlık peşinde koşan, zamanla bu hayattan sıkılmış bir hovardadır. .Bir gün evine bir kadın gelerek onun metresi olmak istediğini söyler. Başta kabul etmez ama kadın bu cüretkarlığı ve masumiyetiyle büyülemiştir tabi bu kişi de Diana'nın ta kendisidir,kısa sürede bu teklifi kabul eder . Kitabın genel anlamda beğenilmemesinin nedeni yoğun cinselliğin olmasından kaynaklanıyor. Yazar genelde cinselliği ortalara doğru koyar fakat bu kitapta cinsellik daha ilk sayfalardan başlıyor ve sonlara doğru azalıyor. Ancak bu beni kitaptan hiç soğutmadı. Tarquin -yani Ashcroft- on numara çapkın ama cömertliği, her daim iyimserliği,sevdiği kadına olan tam inancı, onurlu bir adam olması, o kadar mutsuzluğa rağmen saf bir yüreği olması... Böyle bir adama nasıl aşık olunmaz a be dostlar. Diana'nın cesareti ve adama olan aşkı beni çok etkiledi ancak Tarquin'e o kadar yalan söylemeseydi keşke. Bu yazarı iki yönünden çok seviyorum. Kadın kadar erkeğin düşüncelerine de fazlaca yer veriyor ve mutlu sonlar olsa da her şey tam anlamıyla güllük gülistanlık değil. Örneğin kitabın sonunda Diana, Cranston Abbey'e kavuşamıyor ve babasıyla tam anlamıyla eskisi gibi olmuyorlar aynı şekilde Diana'nın babası Tarquin'e de tam anlamıyla sıcak değil. Yeminle bunu yazan başkası olsa ne yapar eder bu durumların tam tersini yazardı. Yazarın okumam gereken bir kitabı kaldı sonra bekle yaklaşık 1.5 yıl ama beklemeye değer benim için.
Pippa, bilime baya merak salmış bir vaziyette, kitabı okumamdaki en önemli etken buydu ben de bilimsel şeyleri seviyorum. Yalnız ortalara gelinceye kadar o kadar sıkıldım ki. Sebep de Pippa'nın gerdek gecesini aşırı bir biçimde merak etmesi. Bunun için de Cross'un peşini bırakamıyor. Yazar bu konu üzerinden baya gitmiş ve kitabın sonuna kadar da gitmeye devam etmiş. Cross'u Michael'den daha çok sevdim. Onun geçmişte yaşadıkları bana çok acıklı geldi. Resmen kendi ailesini mahvetmiş. Bunun için de biraz katı biri olmuş. Kitabın arka kapağının konuyla hiçbir alakası yok. Bir kere Cross'un onun için başka planları falan yoktu sürekli kızı kendinden uzaklaştırmaya çalıştı durdu, kız ille de bana bu konuyu anlat dedi. Sırada Temple'nın hikayesi var ama ben daha çok Chase'i merak ediyorum adam tam bir bilgisayar misali, her bilgiyi onda bulabiliyorsunuz. Sonuç olarak "Rules of Scoundrels" serisinin ikinci kitabı Geçmişten Gelen Mutluluk ilkine göre daha mı iyi daha mı sıkıcı karar veremedim.
Miranda Chase amcasının kütüphanesinde çalışan, dış dünyayla bağlantısı fazla olamayan kitap kurdu bir hanımdır. Bir gün mektup arkadaşından aldığı, başka baskısı olmayan bir kitabı okurken bir müşteri gelip ona kitap sorar. Ancak Miranda kendini okuduğu kitaba fazlasıyla kaptırdığı için müşteriyle pek ilgilenmez, zaten normalde müşteriler de Miranda ile ilgilenmezler. Ancak müşteri ona seks içerikli bir kitap sorunca kızımız neye uğradığını şaşırır ve kafasını kitaptan kaldırır. Karşısında gayet çekici bir adam görür. Ve kızımız adamın ilgisini çekmiştir. Zaman içinde öğrenir ki aslında o Vikont Maximilian Downing'tir. Maxim, Miranda'dan kendi kütüphanesini düzenlemesini isteyince asıl olaylar başlar. Şimdi buraya kadar her şey güzel, konuya bakınca biraz Julia Quinn tarzı bir kitap bekliyor insan yani komik anların yaşanmasını ancak bunu bir gram kadar dahi bulamamak çok üzücüydü. Yazar sürekli Miranda'yı anlatıp durmuş. Çok çok az Maxim'i anlatıyor. Yan karakterler zaten çok yüzeysel anlatılmış. Kitabın arka kapağında şöyle bir cümle geçiyor: "Sosyetenin bir parçası olma fikrinden hoşlanmayan Miranda Chase". Yalnız kızımız aristokrat kızı değil, bildiğimiz bizim gibi insan. Cinsel sahneler çok olmasa da imalar az değildi. Normalde bundan pek rahatsız olmam ama sıkıcı olan bir kitabı bu unsur daha da sıkıcı bir hale getirmiş. Artık yazardan mı yoka yayın evinden mi bilmiyorum ancak okuduğum bazı yerleri anlamakta zorluk çektim. Miranda'nın iki tane mektup arkadaşı var. Maxim'in aslında Miranda'nın mektup arkadaşlarından biri olduğunu anladım. Ancak diğerinin de o olması şaşırtmadı değil. Ve bu iyi anlamda diyebilirim. Sanırım en sevdiğim yön kapağı diyebilirim. Ben aradığımı pek bulamadım. Genelde bir yazarın okunan ilk kitabı onun nasıl yazdığı hakkında az çok bilgi verir. Sanırım bir sonraki kitaplarında da buna benzer şeyler görebiliriz. Bu açıdan ben yazara ikinci bir şans vermeyi düşünmüyorum.