Hayali bir imparatorlukta yaşanan olaylar bir yargıcın gözünden anlatılmaktadır. Olayların geçtiği coğrafya hayali olsa da aslında dünyanın her yerinde olan ya da en azından olması muhtemel bir yerdir. Her ülkenin tarihinde, sınırlarının bir bölümünde olan ya da olmaya devam eden bir dram anlatılmaktadır bir bakıma.
Hikaye ve şiirlerden oluşan bir kitap. Bukowski' nin okuduklarım içinde en beğendiğim kitabı. Diğer kitaplarını okurken bir yerden sonra hep aynı tarz cümleleri okumak kimilerine sıkıcı gelebiliyor ama bu kitapla Bukowski, ne kadar kaliteli ve yaratıcı bir yazar olduğunu ortaya koyuyor. Sert bir kahve ve puro ya da cigarillo ve bira ile harika bir uyumu var kitabın :)
6 yıldız vermemin nedeni kitabı beğenmemem değil, ben Harry Bosch serisini çok severim ne var ki buna 8 verirsem Suç Ve Ceza' ya 15 vermem gerek ama en fazla 10 verebiliyoruz. O yüzden 6 :) Bosch harika bir karakter. Gerçekten bir derinliği var ve jazz seviyor ki bu onu, benim için ekstra özel kılıyor. Polisiye/macera/gerilim tarzı kitapların alışılagelmiş kahramanlarından çok farklı. Evet sisteme karşı ama asla bir süper kahraman havasında değil, aksine o bir 'tutunamayan'
Geyik yaptığımı düşünebilirsiniz ama yapmıyorum. Bu kitaba adını veren ilk öyküdeki ana karakterin hikayesi, öve öve bitirilemeyen Kürk Mantolu Madonna' daki o sünepe adamın hikayesini ezer geçer. Tamam dil olarak Kürk Mantolu Madonna muazzam bir eserdir ancak sadece dil olarak öyledir. Anlatılan hikayenin hiçbir numarası yoktur. Keşke o üslupla böyle bir hikaye anlatılsaymış, o zaman ben de hayatımda okuduğum en iyi kitaplardan biri derdim Kürk Mantolu Madonna için. Muhterem Aziz Bey' in muhteşem hikayesini, o sünepe Raif Efendi' den bahsederek baltalamak istemiyorum. Ben bu kadar güzel bir kitap beklemiyordum, artık hediye edene duyduğum büyük sevgi ve saygıdan mıdır bilmiyorum ama çok beğendim kitabı. Her hikaye çok güzel ama özellikle kitaba adını veren bu bahsettiğim ilk hikaye muhteşem. Keşke öykü yerine roman olsaymış o karakter ve onun yaşadıkları. O Raif isimli sünepe bir hatuna vurulup kalmışken ve üstelik o hatunu da götürememişken(götürmüş de olabilir şimdi tam hatırlamıyorum), Aziz Bey gençliğinde tozu dumana katıyor. Aziz Bey' in, o hızlı zamanlarını geride bırakıp da yalnız bir adama dönüşümünü çok daha uzun uzun, çok daha sindire sindire okuma imkanını verseydi keşke Ayfer Tunç. Okulda tarih derslerinde de yaptılar bana bunu mesela. Hatta ekşide ya da başka bir sözlükte başlık bile açıldı bununla ilgili. Osmanlı Devleti' nin yükseliş dönemi tarih hocalarımız tarafından -utanmasalar Hücum Marşı eşliğinde anlatırlar- büyük bir coşkuyla anlatılırken duraklama ve gerileme devri ''evde kitaptan okursunuz'' cümleleriyle geçiştirilip oldu bittiye getirilirdi. Ayfer Tunç da oldu bittiye getirmiş Aziz Bey' in hadisesini. Yani öykü olunca bana öyle gibi geldi. Oysaki kendisinden öğrenilecek çok şeyim vardı daha eminim.
Sıkıcı kitap, çok hem de; ama aynı zamanda iyi kitap. Her şeyden önce neredeyse kitabı tutup karşı duvara fırlatmama neden olacak kadar sıkıcı olan üsluba ve olaylara rağmen hikayenin sunuluş şekli çok hoşuma gitti. Bilinç akışı tekniği gibi entel şeyler yazmak istemiyorum çünkü pek getirisi yok. Yani yazdım da hiçbir hatun da gelip ''woooww sevişelim mi'' demedi. E o zaman ne gerek var, basit usül devam edelim, ama yine de şunu söyleyeyim bu bilinç akışı denen şey dünyanın en sıkıcı şeylerinden biri. Şimdi önce bizim sapık, hasta, korkak, manyak, dertli karakterimizin oteldeki yaşamını anlatıyor kitap. Sonra otelin dışına çıkıp ezber bozuyoruz ki oraları birazcık keyifle okunuyor işte. Otelin boğucu havası sizi o kadar bunaltıyor ki bizim sapıkla beraber dışarı çıktığınızda bir daha otele dönmek istemiyor canınız. Ama sonlara doğru otelden de daha sıkıcı bir yere giriyorsunuz; Zebercet' in kafasının içerisine. Ben bu kadar sıkıcı kafa görmedim. Bir de karmakarışık bir aile ilişkisi var; Cem Yılmaz' ın dediği gibi lan hani marjinal bizdik? Tüm sülale tren yapıyor. Evin beyi uşağa, uşak şoföre, şoför hepsine filan filan. Kitapta olan bir kadın eksik kitapta.(Öyle okursun işte, nasıl cümle ama) Ama çok önemli değil, bence dünyadaki tek adam bu Zebercet de olsa bu kadın o adama vermezdi. Sabah sabah yazasım yok bir kızı çok özledim çünkü ve gece olsun da mesaj atsın diye bekliyorum ama siz sevgili kitap kurtlarına da saygısızlık etmek istemem. Şimdi bir tane tabela var, otelin yerini gösteren. Tabela zamanla ters dönmüş ve toprağı gösteriyor artık. Zaten otelin kasvetli havası da ilk tasvirlerden itibaren bana hep mezarı çağrıştırdı. Zebercet yaşayan bir ölü aslında. Otel de onun mezarı. Bana göre tabelanın toprağı göstermesi de zaten bunun metaforik bir anlatımı.(Az votkaya 2 kız düşer bu cümleye) O kadar manyak, psikopat ve yalnız ki adam yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyor aslında. Ne var ki bunun libidosuna hitap eden bir kadın gelmeyince otele bu da o kadının tekrar gelmemesini beklemeye başlıyor.(sakin!) ve mezarla gerçek dünya arasında arafta kalıyor bana kalırsa. Şimdi Yusuf Atılgan Aylak Adamı yazıyor 1959 yılında. 1960' da bir tane öykü yazıyor sonra da bir daha bu kitaba kadar kitap yazmıyor adam. 1973 yılına kadar yani. Düşün bu kitabın ne kadar özel olabileceğini bu şartlarda. Ama yok Kürk Mantolu Madonna' ya dediğim gibi bu kitabın da gereksiz abartıldığını söylemeyeceğim. Cidden eli yüzü çok düzgün bir kitap ama çok sıkıcı. Bu kitapta abartılan ise karakter. Yalnız, hasta, sapık bir adam. Henüz cinsel kimliğine bile karar verebilmiş değil. Çocukluğundan gelen travmalardan da olsa gerek sağlam bir tedaviye ihtiyacı var. Özenilecek, öykünecek hiçbir şeyi göremedim ben. Ama yalnız adam örneği için muhteşem kendisi; yalnızlık dediğin işte böyle olur ve bu yalnızlık da hiç de övünülecek bir şey değildir. Öyle face' e yalnızlık ve huzur yazıp like beklemeye benzemez yani yalnızlık. Popülariteye hizmet eden hiçbir şey de yalnızlık olarak adlandırılamaz bence. Neyse işte özetle sıkıcı ama sağlam bir kitap var karşınızda. Bir de müthiş cesur bir yazar var. türkiye gibi bir ülkede o cümleleri yazmak, o dönemde yazmak büyük bir cesarettir demek için girdim bu cümleye ama yazarken fikrimi değiştirdim, bence şu an daha baskıcı bir dönemdeyiz, sadece şu an bu baskıları kırabilmenin, bastırılmışlıkları başka türlü kırabilmenin daha fazla yolu var geçmişe oranla. Kızı da hala özlüyorum bu arada.
Tüm zamanların bana göre en büyük yazarlarından biri Marquez. İddialı bir giriş oldu gibi ama bu adamın herhangi 3 kitabını okuduysanız -ki bunu yaptıysanız artık onu ve tarzını seviyorsunuzdur- siz de benzer şeyi düşünürsünüz eminim. Yalnızlık ve yalnızlığın anlatımı sıkıcıdır çoğu zaman. Marquez işin içindeyse durum değişiyor ama. Hemen hemen her hikayesi ve romanında yalnızlığa değinen Marquez' in en güzel hikayelerinden biri bu, belki de en güzeli. Bir günde hatta birkaç saatte okunup bitirilen bu kitapta Marquez tüm hünerlerini cömertçe sunmuş okuyucuya. Bu cömertliğinden olsa gerek Yüzyıllık Yalnızlık gibi bir şaheseri bile bu kitabın gerisinde tutup diyor ki Marquez ''Herkes yüzyıllık yalnızlığın en iyi kitabım olduğunu düşünür oysaki benim en güzel kitabım Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı öykümdür'' Kırmızı Pazartesi için de ''Her yazar son kitabının en iyi kitabı olduğunu düşünür, bu da benim son kitabım dolayısıyla en iyisi'' demişti Marquez. Kırmızı Pazartesi bu kitaptan daha sonra yazıldı. Şimdi ben de karar veremiyorum en iyisinin hangisi olduğuna ama şunu rahatça söylerim ki bu kitap Marquez' in okuduğum ve okumadığım eserleri içinde en iyi üçte olacaktır ve değişmeyecektir bu eminim. Bu nasıl bir yalnızlık tarifidir kalemine kurban olduğum; --spoiler-- Aylardan ekimdi. kendisi gibi buna benzer pek çok sabahı atlatabilmiş biri için bile geçirmesi zor bir sabahtı. Neredeyse 60 yıldır beklemekten başka hiçbir şey yapmamıştı albay. Gelen birkaç şeyden biri de ekimdi. --spoiler--
Olivier isimli bir çocuğun, annesini kaybettikten sonra yaşadıklarını anlatan bir hikaye. Yazarı yakın bir dönemde ölmüş, ölünce de eserleri filan konuşulmaya başlandı tabii ve onun en önemli kitabı olan, otobiyografik ögeler barındırdığı iddia edilen bu kitap da tekrar gündeme geldi, gazetelerin kitap eklerinde, bloglarda filan. Ben de onun gazıyla okudum zaten. Çok akıcı bir kitap gibi gelmedi bana, sıkıldım okurken ama 10 sayfa okuyup da kenara bırakmak yerine kendinizi zorlarsanız Olivier' in dünyasına giriyor, onun hislerini, yalnızlığını anlayabiliyorsunuz. Aslında kitabın tanıtım yazıların Olivier ile anarşist ruhlu Bougras' ın dostluğundan bahsediliyordu ve Bougras karakterinin olduğu bölümleri okumak gerçekten çok keyifliydi ama bu bölümlerin sayısı bana çok az geldi. Ben çok derin bir dostluk beklerken yetim bir çocukla ilgilenen, enteresan, hırpani bir adam gördüm sadece. Bougras karakterinin üzerinde biraz daha dursaydı yazar, Meursault' tan sonra gerçek anlamda olmak isteyeceğim bir karakterle daha tanışmış olurdum sanırım. Ama diğer yandan; küçük çocukla koca adam muhteşem bir arkadaşlık kurup da dünyanın ...... koydular edebiyatı yapmak yerine olan biteni gerçekçilik çizgisinden milim ayrılmayarak anlatmasıyla hayranlığımı kazandı kendisi. Büyük adam-küçük çocuk arkadaşlıklarını daha önce de gördük edebiyatta ve aklıma ilk genel örnekleri içlerinde barındıran kitaplar, bu kitaptan çok daha fazla bilinmiş ve sevilmişlerdir.(Küçük Prens, Şeker Portakalı) Bu kitaptaki ana tema ise çocuğun yalnızlığı olduğundan, ufaklığımız büyüklere ders vermeye filan girişmiyor haliyle ama ders de almıyor. Bir çocuğun yalnızlığı, en saf haliyle, çoğu zaman bana sıkıcı gelen bir üslupla ama gerçeklikten hiç ayrılmadan anlatılıyor özetle. Sık sık sokaktan bahsediyor yazar, sokakla çocuğun ruh hali arasında benzerlikler kuruyor ama tabii bunu açık açık yazarak yapmıyor. Kitabın en sevdiğim yanı bu oldu; sokağın durumunu göre Olivier' in değişen ruh hali. çocukken hepimiz yaşadık bunu ben hala da yaşarım hata, belki de bu yüzden çok sevdim bu detayı.(Spoiler geliyor) Ve sokak kitabın finalinde de başrolde yine. Olivier' in sokağa vedaya hazırlanırken sokak da Olivier' ya veda ediyor aynı şekilde. Gerçekten de sokak ile Olivier arasındaki kurulan bağ ve bunun yansıtılışı muazzam. Bir de artık kitaplarda esrarengşiz bir karakterle karşılaşmaktan çok sıkıldım ben. Bu kitapta da Örümcek isimli bir dilenci var. Olivier bunun evine gidiyor, orada kitaplar görüyor, bunun aslında çok kitap okuduğunu öğreniyor filan. Ne yapayım? Sokaktaki bütün dilencilerle diyalog mu kurayım, kurmadığım için kendimi suçlu mu hissedeyim, keşfedilememiş cevherlerin peşine mi düşeyim? Olur da denk gelirse eyvallah takdir ederim ama her kitapta bunun gözüme sokulmasından rahatsız olmaya başladım artık ciddi manada. O aslıdna böyleydi, bunu kazısan altından şu çıkardı vs vs. E o kızıl hatun da benimle takılsaydı keşke, neler kaçırdığını bir bilse mi diyeyim o zaman? Hatun yakışıklı, kaslı, dövmeli çocuğa gitti, çok samimi söylüyorum bir bok da kaçırmadı. 40' tan sonrası için o çocuktan daha iyi bir eş olabilirim belki ama şu an çocuk her türlü basar yani. Fransız olsam ya da Fransa tarihini bilsem daha çok ilgimi çekerdi kitap, çünkü Fransa ile ilgili çok fazla küçük bilgi ve detay var kitapta. Kitabın ön söz bölümünde muhteşem bir son paragraf var, keşke kitap o paragrafla başlasaydı, gördüğüm en güzel kitap girişlerinden biri olurdu o zaman. Şuydu o beğendiğim paragraf: Evet, güneşin beyaza boyadığı kül rengi binalarıyla, aralarından yeşil otların fırladığı sokak taşlarıyla, kendi yalnızlığını kuşatan sınırlarıyla sokağım, yaşadığım her anı hiçbir zaman unutamayacağım kadar göz kamaştırıcıydı. Sanki be değil de, bembeyaz bir ışık içine gömülen kendi kaybolmuş çocukluğum söz konusuymuş gibi, ilk acıların karşısında gözlerini kırpıştırarak bütün saflığıyla duran ve kalbi bambaşka çarpan bu ürpermiş çocuğu tekrar görüyorum. O zamanlar dünya yine sevinçlerle doluydu.