meursault samsa, 191 adet değerlendirme yapmış.  (17/28)
Bulantı
Bulantı

8

Açık ara okuduğum en sıkıcı kitaplardan biri olabilecekken yazılış tarzıyla nispeten yırtan bir kitap. Nedir o yazılış tarzı? Tek karakter üzerinden yazılan bir hikaye. Anlatıcı merkezde ve onun başından geçen somut olaylar anlatılıyor. Geçtiği sokaklar, içtiği, yediği, yattığı filan. Burası önemli bak, somut olaylar anlatılmasa; bilinç akışı adı verilen o sıkıcı teknikle yazılsa kafayı duvarlara vururdum bu kitabı okurken. Pınar Kür' ün Asılacak Kadın isimli bir kitabı var, okurken bir beddualar ettim ki Ulu Odin' in Darth Vader' e ettiği beddualar solda sıfır kalır. Selahattin Hilav gibi bir usta çevirmiş Allah' tan yoksa bu kitap başka bir yayınevinden çıksaydı ziyan olurdu. Şu kitabın çevirisine Can Yayınları kaç para istese analarının ak sütü gibi helaldir ayrıca. Antoine Roquentin isimli birinin günlüğünü okuyorsunuz aslında. Konuya çok değinmiyorum zira zaten pek önemi de yok. Canı çok sıkılan bir adam bu Roquentin. Karıya kıza gitse belki düzelirdi ama Sartre hiç o taraklarda bezi yokmuş gibi davranıyor. Simone De Beauvoir(Bunu bakmadan yazabiliyorum. Bir erkek bir bunu bir de Nietzsche' yi bakmadan yazabiliyorsa net abazandır. Kendimden biliyorum) ile yaşadıklarını da biliriz Sartre ya neyse. Adamın can sıkıntısı sizin bildiğiniz tarzda tribal bir enfeksiyon değil elbette. Bizim Roqu, hayatın anlamsızlığını net şekilde gören dahası günlüğüne yazdıklarıyla da bunu size de yer yer gösteren bir adamdır. E hayatın anlamsızlığını, dahası gereksizliğini fark eden bu adam haliyle hayata karşı bir iğrenme duymaya başlar. İşte bulantı meselesi özetle budur aslında. Ya tamam da kitap tam olarak ne anlatıyor diyenler olabilir. Ben okuduktan sonra uzun süre dedim çünkü. Varoluşçuluk nedir diye merak edip bir şeyler okuyorsun, bekliyorsun ki masa nedir sorusunun cevapları gibi cevaplarla karşılaşasın ama nerede... Şimdi Antoine Roquentin için hayatın anlamsız olduğunu bir anlayalım önce. Adam olan biten her şeyin boş olduğunu söylüyor. Yalnız hiççilikten bahsetmiyoruz burada, ondan bahsettiğini savunanlar da var da bence bahsetmiyor. Evet her şey anlamsız ama her şey var olduğu için anlamsız diyor Antoine Roquentin. Antoine Roquentin varız diyor yani ama bunun için sebep yok diyor. Elim burada ama sebepsiz yere burada, kolum burada ama sebepsiz yere burada, bacağım burada ama sebepsiz yere burada... (neyse uzuvlara devam etmeyeyim daha fazla) diyor. Dikkat et şimdi vitesi 2' ye alacağız çünkü(ehliyetim de yok bu arada ama korkma araba da kullanamıyorum zaten); Hangi kaynağa gidersen git varoluşçuluğu araştırırken Sartre' a illa ki denk gelecek ve onun; ''varlık özden önce gelir.'' sözüne rastlayacaksın. Anladın mı sözü? Anlamadın tabii. Tanrı beni yaratmadı benim varlığım özümden de önce vardı diyor kafir! Varlığım vardı ama özümü ben oluştururum diyor. Benim yaptığım her eylem her seçim beni oluşturur özgür irademle diyor. Yemin ederim yazarken yoruluyorum okurken ne çektim sen düşün. Ulan Camus' u bu yüzden daha çok sevdim işte hep. Tertemiz pırıl pırıl anlatıyor ne anlatıyorsa Yabancı kitabında. Üstelik bir de hatun götürüyordu Meursault. Roquentin' in ise mastürbasyon yapmaya mecali yok bana sorarsanız. Bizim Roqu bir cisme tekme mi atıyordu yoksa ona benzer bir şey oluyordu tam hatırlamıyorum ama sonrasında yok efendim niye oraya gitti de buraya gitmedi diye düşünüp duruyordu. Roqu kendi de dahil olmak üzere her şeyin neden orada, öyle olduğunu sorgulamaya başlıyor. Ama bir yandan da varoluşuna bir anlam arıyor tabii bulamıyor, yalnız sorumluluk duygusunu da hissediyor. Çünkü o var, varlığının etkileri var ama nedeni yok. Nasıl bulanmasın lan adamın midesi, beyni? Burayı cidden dikkatli oku yalnız: Sartre' a göre insan olan biten her şeyden sorumludur. İnsanı yaptıklarıyla kendi özünü oluşturur. İnsanın varolması için hiçbir neden yoktur ama insan vardır ve bu düşüncenin altında ezilir insan. Varlığına anlam yüklemeye çalışır, ama böyle bir anlam yoktur. Anlamsız şekilde varolan insanın bu anlamsızlığı fark etmesini anlatır işte bu kitap özetle. Kitap neden önemlidir? Çünkü varoluşçuluk düşüncesini bir hikayenin içine bu kadar güzel yedirebilen dahası, varoluşçuluğu bu kadar kapsamlı şekilde anlatabilen ilk ve belki de tek romandır.

Bu Bir Pipo Değildir
Bu Bir Pipo Değildir

8

8 yıldız verdim ama kitabı sevdiğimden değil, zira anlamadım bile. Peki neden 8 yıldız? Bir kere bu kitabı çevirmek yürek ister. Öyle bir dil kullanmış ki Faulkner, bir yerden artık dildeki kelimeler yetmemiş kendisi sözcük türetmiş. Modernist yazarların en babalarındandır kendisi ne var ki bana fazla geldi. Beynimi allak bullak etti incecik kitap. 10 yıldız verecektim ama anlamadığım bir kitap için bu çok mantıksız olur diye düşünüp vazgeçtim. Anlaşılmayacak bir kitap yazabilirsiniz elbette ama bu şekilde yazamazsınız işte. Ben henüz bu kitap seviyesinde değilmişim onu da anladım ayrıca. Bu da bu kitapla ilgili okuduğum en derli toplu yorumdur; https://eksisozluk.com/entry/9592067

Boyalı Kuş
Boyalı Kuş

7

Kitaba adını veren boyalı kuşun hikayesinin anlatıldığı bölüm ve oradaki metafor kitabın en güzel yeridir belki de. Oda Kitabevi' nin sahibi İbrahim abinin yorumlarına kulak verecek olursak ''bu kitabı beğendim diye bu adamın diğer kitaplarını da bulmaya uğraşma. en güzelini okudun işte zaten o kitapta da çok bir şey yok, sadece boyalı kuş metaforunu çok severim ben.'' Otobiyografik öğeler içerdiği varsayılır ancak kesin bir delil ya da açıklama yok bununla ilgili bildiğim kadarıyla.

Bir Kayıp Denizci
Bir De Baktım Yoksun
Bir De Baktım Yoksun

8

4-5 hikayeden oluşan bir kitaptı diye anımsıyorum. Son hikaye baya baya ağlattı beni. Bir adamın, ölen babasının ardından hissetiklerini -hatırladığım kadarıyla- bilinç akışı tekniğiyle aktarılmasından oluşan bir bölümdü son bölüm. Dağıtmıştı beni fazlasıyla. Bir de ismi kendisininkiyle aynı olan bir kızla tanışan erkeğin, o kızla yaşadığı kısa süreli ilişkiyi anlattığı hikayeyi çok sevmiştim. Hem aralarında geçenler, hem mekanlar, hem de birlikte yaptıkları çok öykünülecek şeylerdi bana göre. Yine hayatım boyunca gördüğüm en güzel 2 tablodan biriyle de bu kitaptaki bir hikaye sayesinde tanıştım. Nighthawks! Edward Hopper tarafından çizilmiş, gelecekte gerçek boyutuyla evimin duvarını süsleyeceğini umduğum bir tablo. Söz konusu tablodan öykülenerek yapılmış bir albüm bile vardır ki albümü yapan da Tom Waits' dir. Daha başka bir şey demeye gerek var mı?

Bir Avuç Kum
Bir Avuç Kum

8

Wilbur Smith' in okuduğum tek kitabı. Fazlasıyla iyi bir kitap ama zaten polisiye/macera konusunda, Michael Connelly' nin hayran olduğum Harry Bosch karakteri yüzünden yeterince zaman harcadığımdan polisiyelere pek fazla zaman harcamamak için Wilbur Smith' in 2. bir kitabını okumadım ama sanırım okuyacağım. Kitap gerçekten çok iyi. Wilbur Smith belli ki çok kaliteli bir yazar. Tasarlanan zekice cinayetlerin ardındaki sırrı çözmeye çalışan cesur, güçlü, karizmatik bir karakter yaratıp onu pek çok entrikanın içine bırakmak elbette ki iyi bir macera romanı yaratmak için fazlasıyla yeterlidir; ancak Wilbur Smith klasik yöntemin dışına çıkmış ve bana sorarsanız Oscar alabilecek kadar güzel bir film için gerekli senaryoyu yazmış. Kitap ne anlatıyor peki? Yazacaklarım kitabın ilk sayflarında gerçekleşen olaylar, yine de spoiler sayılabilir; Biri oto tamircisi, biri eski bir asker olan 2 karakter var kitapta. Oto tamircisi, ordunun perte çıkardığı eski araçları (tank/jeep arası bir şey bunlar, toma olabilir :) ) almak için açık arttırmaya katılıyor. Burada kendisinin tek rakibi olarak 2. ana karakter, yani eski asker çıkıyor karşısına. Tamircimiz, kimsenin almayı düşünmeyeceğini sandığı araçlara sahip olamıyor ve tahmin ettiğiniz üzere eski askerimiz araçları satın alıyor. Sonrasında bizim tamircimize bir iş teklif ediyor. Bu araçları onarıp boyamasını ve yeni gibi yapmasını istiyor. Peki sebep ne? Çünkü kendisi de bu araçları, o teknolojiye henüz sahip olmayan birilerine satacak; kanlı bir iç savaşın hüküm sürdüğü Etiyopya' daki büyük aşiretlerden birinin liderine. Tamircimiz işi kabul ediyor, araçları satılacak duruma getiriyor ki karşılığında 2 tarafta çok iyi para kazanacak; ama bu kolay işi zorlaştıracak ve asıl hikayeyi başlatacak bir şart geliyor araçları satın alacak müşteriden: Araçların teslimatını siz yapacaksınız, yoksa alışverişi unutun! Birbirlerinden hemen hemen her yönleriyle farklı iki kahramınımızın tek bir ortak noktası, tek bir ihtiyaçları var belki de; para! Dolayısıyla birbiriyle hiç uyuşmayan bu iki adam kendilerini bilmedikleri bir kültürün, tahmin edemeyecekleri tehlikelerin ve tarafı olmadıkları bir savaşın içerisinde buluyorlar. Tüm bunların üzerine bir de yeni bir sorun çıkıyor karşılarına; çok güzel bir kadın! İşte böylesine dopdolu bir kitap var karşınızda.

Benim Hüzünlü Orospularım
Benim Hüzünlü Orospularım

7

Okuduğum Marquez kitapları içerisinde en az beğendiğim buydu sanırım. Şimdi Marquez kitaplarının genel teması yalnızlıktır, bu nedenle de benim en sevdiğim Marquez kitabı, Albaya Mektup Yok' tur. Yüzyıllık Yalnızlık' tan bile öndedir o kitap benim için. Yalnızlığın bu kadar güzel anlatıldığı başka bir kitap bilmiyorum ben çünkü. Bu kitapta ise yine konu yalnızlık, tabii bir de aşk teması var. Kitabın adına bakınca birçok kadın hikayesi okuyacağınızı sanıyorsunuz belki ama kitapta 14 yaşında bir kızın, 90 yaşındaki bir adama hissettirdiklerini okuyorsunuz sadece. Benim için ne kada çok kadın o kadar çok göğüs ve dolayısıyla o kadar iyi kitaptır. Sırf bu nedenle bu kitaba iğrenç diyebilirim mesela. Şaka lan şaka korkmayın. Göğüsleri severim de o kadar da değil. Büyülü gerçekçilik neydi? Büyülü gerçekçilik emekti. Yok geyik yapmıyorum bence gerçekten fazlasıyla emek gerektiren bir iş o tarzda kitap yazmak. Yıllarca aralıksız yağmur yağdıracaksın; güzel, saf bir kızı gökyüzüne uçuracaksın, adamın birine durmaksızın yemek yedireceksin ve tüm bunları okuyan okuyucuya bir kez bile 'dur lan ne oluyor, nasıl ya, fantastik mi bu kitap şimdi, hayal mi yoksa bu' gibi şeyleri düşündürtmeyeceksin. Bu kitapta ise büyülü gerçekçilikle ilgili bir şey bana göre yok. Kitabı okurken bir süre her şey hayal filan mı acaba diye düşündüm ama değil yahu sahici bir aşk hikayesi anlatıyor Marquez kitapta. Tamam, bunu, o nefret ettiğim vıcık vıcık aşk hikayeleri tarzında yapmıyor ama yine de aşk hikayesi anlatıyor. Hiç sevmem aşk hikayelerini. 14' lük çıtırı bulmuşken sevişeceksin dedecim ne aşkı!!! Kitap da anlamsız geçişler de var ya da bana anlamsız gelmiş de olabilir artık bilmiyorum, benim kafa 14' lük çıtırda kalmıştı çünkü. En sevdiğim yanı ise Marquez' in her zaman yaptığı gibi yalnızlığı yine muhteşem anlatmasıydı, bu kez bir de yaşlılığı anlatıyor Marquez bu kitapta ve baya da fena anlatıyor. Alıntılayabilirdim ekşisözlükten filan ama yapmayacağım, merak eden girip okusun bu kitaptaki yaşlılığın anlatımını. Muazzam gerçekten. Tek bir alıntıyla bitirelim. Şimdi ben dedeye kızıyorum ya hani 14' lük çıtırı bulmuşsun yesene be dedecim diye ki yerinde ben olsam hiç affetmezdim mesela, dede de yaşlılığın verdiği bunaklıkla bana şöyle diyor; ''seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir." Bunak işte. Edit: Büyülü gerçekçilik diye bir şey yok mu demişim, votka içerken mi yazmışım anlamadım. Dalıyordu bir ara hayal alemine hatunların arasına lan. Neyse okuduysanız ve güzel de bir kızsanız bana bir hatırlatın oraları.