Afgan asıllı yazar Khaled Hossini ve Lüblan asıllı yazar Amin Maalouf; romanlarındaki karakterleri ve geçen olayları öylesine derin işler ki yüreğinizin bir yerine acı çöreklenir. Çünkü Orta Doğu’yu anlatır. Onun kalemindeki Orta Doğu, kan ve gözyaşı demektir. İki yazarında ortak noktası, 1970’lerde savaş ve yönetim şekilleri nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalıp Paris’e yerleşmeleridir. Bugün ki Paris’ten bakıp bize bugün ki Orta Doğu’yu anlatırlar. Bu anlatımı şuraya bağlayacağım. İbn Haldun’un çok güzel bir sözü vardır. “Coğrafya kaderdir” der. Evet, coğrafya kaderdir ancak bu söz ifadede biraz eksik kalır. Kader meselesinde coğrafyayı önemli kılan bir diğer unsur da dönemdir. Bugün Orta Doğu’yu terk edip Paris’te refaha kavuşan insanoğlu bakın 1800’lü yılların Paris’inde neler yaşamış. Konuya geçmeden önce böylesi derin meseleleri ve hikayeleri konuya vakıf kişilerden öğrenmeyi yeğlediğimi belirtmeliyim. Çünkü herkes algısı dahilinde, kullandığı kelime kadar dilinin döndüğünce anlar ve anlatır. Victor Hugo’nun yaşam hikâyesiyle bu anlamda dönemin Paris’ini okura nufüz ettirmede iyi bir yazar olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize Nişantaşı çocuğu Orhan Pamuk bize yoksulluğu anlatıyor! Bu bağlamda Hugo’nun biyografisinden söz ederek yazıma başlamak istiyorum. Romantik akımın öncülerinden Fransız yazar Victor Hugo’nun doğduğu dönem itibariyle Fransa; Krallık ve Napolyon İmparatorluğu’nun baş gösterdiği politik anlamda karmaşaların yaşandığı bir ülkeydi. Hugo’nun inanç yönünden zayıf olan babasının subay olması nedeniyle sürekli yer değiştirmesi, sıkı katolik olan annesini rahatsız ediyordu. Annenin, bir süre sonra çocuklarını kendi inançlarına göre yetiştirmek istemesi üzerine Hugo kendisini Paris’te Katolik Krallık yanlısı okullarda bulur. Bu yönde eğitim alan Hugo’nun ilk yazılarında Katolik inanca ve Kraliyet’e olan bağlılık hissedilse de; Fransız Devriminde, Cumhuriyeti ve özgür düşünceyi savunmuştur. Zaten III. Napolyon askeri darbesinde ülkesinden sürgün edilmiş, genel af çıkmasına rağmen, 19 yıl ülkesine geri dönmeyip başka ülkelerde yaşamıştır. Sefiller’i de bu sürgün zamanlarında tam 17 yılda yazmıştır. Sefiller öncesinde yine Sefiller kadar bilinen, o dönem Hugo’nun parasızlık nedeniyle alelacele yazdığı ilk eseri “Notre Dame’nin Kamburu” vardır. Aslında bakımsız olan Notre Dame Katedrali, bu eser sayesinde turist akımına uğramış ve sonradan restore edilmiştir. Hugo aile hayatı anlamında birazda talihsiz bir adamdır. Annesinin, çocukluk arkadaşı ve ilk aşkı Adele ile evlenmesine müsaade etmemesi nedeniyle Hugo; Adele ile ancak annesinin ölümünden sonra evlenebilmiştir. Tabi geçen bu süreç 20 yıllık bir süreçtir. Adele ile evlenir fakat ilk çocuğu doğumdan kısa bir süre sonra vefat eder. En büyük kızı Leopoldine ise, henüz 19 yaşındayken bindiği geminin alabora olması yüzünden denizin dibine batarken onu kurtarmaya çalışan eşi ile birlikte ölür. Eşi ve iki oğlu hatta sevgilisi de kendisinden önce ölen Hugo’nun ortanca kızı da akıl hastanesine yatırılmış. Bu kayıplar Hugo’yu oldukça derinden yaralar, öyle ki ömrünün sonuna kadar büyük kızına ithafen şiirler yazması da kızının bu talihsiz ölümüne bağlanır. Daha çok yazarlığı ve şairliğiyle tanınan Victor Hugo; geneli kalem ve mürekkep kullanılarak çizilmiş 4000 adet illüstrasyon ve eskizin de sahibidir. Bir dönem felç geçirse de iyileşen, insanlık için çalışmalarından asla ödün vermeyen, son ana kadar üretim halinde olan Hugo, 83 yaşında zatürreden vefat etmiştir. Kitaba gelecek olursak; hikaye1815’te başlar, 1832 Paris Haziran Ayaklanmasında son bulur.19 yy Fransa’sının tarihini, mimarisini, ahlak felsefesini, ailevi bağlarını, romantizmi ve elbette yoksulluğu, yoksulluğun insanı nasıl dönüştürdüğüyle birlikte, toplumun ve sistemin çarklarında insanın çaresizliğini de ele alınır. Paris’in insan manzaralarını gözler önüne seren Sefiller‘in yazarı Hugo kitabın önsözünde şunu belirtir. “Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayılmayabilir.” Evet yıl olmuş 2016. Yoksulluk elbette var ama bunun nedeni elverişsiz topraklar değil, bunun nedeni insanlığa elverişsiz insanlar! Anlamsız savaşlar! Hugo’nun deyimiyle “insanlığa rağmen insanlığa karşı, insanlık tarafından yapılan savaşlar.” Charlie Chaplin'i herkes bilir hani filmlerinde hiç konuşmadan seyirciye bir şeyler anlatır güldürür. Böyle tanınıp bu şekilde bir ün yakalamışken o bile bu büyülü sessizliğini İkinci Dünya Savaşı'nda bozar. Neden biliyor musunuz? Çünkü toprak kaygısıyla savaşlarda maddi anlamda çok kayıplar verilse de ülkeler bir şekilde toparlanıyor ama insanlık ölüyordur. Artık hırsın gölgesinde bağırarak bunu anlatsan da anlamayacak insanlara karşı sessizlikte ne anlatabilirim düşüncesiyle Chaplin “Büyük Diktatör” isimli ilk sesli filmini çeker. Filmde Chaplin’in bir konuşma sahnesi vardır. Şöyle der; “Bu dünyada herkese yetecek yer var. Ve toprak hepimizin ihtiyacını karşılayacak kadar bereketlidir. Hayatın bize çizdiği yol özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı, hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve kanın içine sürükledi. Hızımızı arttırdık ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekamızı ise katı ve acımasız. Çok düşünüyoruz ama az hissediyoruz. Makineleşmeden çok insanlığa gereksinimimiz var. Zekâdan çok iyilik ve anlayışa gereksinimimiz var. Bu değerler olmasa hayat korkunç olur, her şeyimizi yitiririz.” İşte bu konuşma bugünkü insanlığın geldiği yeri açıklar. Yoksulluğu açıklar, yoksulluğun pençesinde kalan ve dışlanan insanların davranışlarını açıklar. Sistemin çarklarında ezilen bir insanın ne kadar kötü olabileceğini açıklar. Bugün bizim ülke sistemimizde bundan aşağı kalır nitelikte değildir. İnsanlara bir ay boyunca on saatlik bir mesaide emeklerinin karşılığı olarak asgari 1.300.00 TL verip o parayla ailesini geçindirmesini, kendini geliştirmesini, sağlıklı olmasını, spor yapmasını bekliyorsun, diğer yanda bugün niteliksiz fakat biraz sanşlı, çokça onursuz insanları ömrü boyunca yese bitiremeyeceği paraya boğuyorsun. Paraya boğulan; o parayla ne yapacağını şaşırıp kendini rezil ederken, parayı bulamayan parayı bulmuşlara ve sisteme olan hırsından kendini rezil ediyor. Sonuç “insanlık” kaybediyor. Chaplin halkı yöneten devlet adamlarına seslenirken der ki; "Diktatörler kendi hırsları için halkı köleleştirir. Aklın idare ettiği bir dünya için savaşalım. Bilim ve ilerleme herkese mutluluk getirsin.” Ve Chaplin’i tamamlar nitelikte Günümüz post modern kültür teorilerine geçişten önce, modernliğin eşliğinde kapitalizm ve emperyalizmin kök salma sürecine dair önemli fikirler barındıran eserleriyle bilinen Edward Said entelektüeli tarif ederken "Kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir... Bence entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir" der. Şimdi sözde Cumhuriyetimizde diktatör ya da entelektüel kavramlarından hangisi ağır basıyor varın siz karar verin. Sefiller kitabında da olay örgüsü de yukarıda açlık sınırındaki insanların yapabileceklerini anlatan benzer bir konuyu ele alıyor. Acıkan yeğenlerinin karnını doyurmak için bir ekmek çalan ve bunun karşılığında 19 yıl hapis yatan bir adamın yani Jean Valjean’ın hikâyesi. (Sahi bizde de baklava çaldığı için 9 yıl hapis cezasına çarptırılan bir çocuk vardı. Tabi buna keza bir de milyon dolarları nerede saklayacağını bilemeyen adamlara, paranın kaynağını sorduğunuzda görevinizden ihraç edilmeyle birlikte o paraları faiziyle birlikte o adamlara geri ödeme gibi trajikomik hallerimiz. Sormadık, soramadık çünkü kandırıldık! ) Kahramanımız Jean Valjean hapisten çıkar iyi bir adam olmaya karar verir fakat toplum yasaları adaleti sağlamak, insanları iyiye sevk etmek üzere kurulmamıştır. Toplum yasaları tam tersi kötülerin çoğunlukta olduğu toplum düzeninde; iyiler, kendi çıkarlarını sekteye uğratmasın diye herkesi ya kendileri gibi yapmaya çalışan ya da dışlayarak yok etmeye çalışan bir çark üzerine kurulmuştur. Günümüz insanı da dışlanıp yok olmaktansa aidiyet hissiyle hiç yoktan bir yerde var olarak varlığını sürdürmeyi tercih eder. Can Yücel’in dediği gibi “ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi, ne kadar rezil olursak o kadar iyi”. İşte sana körlerin sağırları ağırladığı toplum düzeni! İstisnalar kaideyi bozmaz diyerek onurlu yaşam mücadelesini sürdüren insanları azınlık olarak addediyorum. Zaten bir süre sonra, bu çoğunlukta olan insan güruhunu, kapitalistleşmenin ağında modern yaşamın yarattığı açmazlarda görürüz. Onlar artık sahip oldukları şeylerin kölesi olmuşlardır. Hem hayatta hem de kitapta bu bataklığa saplanmış kitlenin eşyalarla arasında bir aidiyeti gözümüze çarpar. Chuck Palahniuk’un “Dövüş Kulübü” kitabının özü de bu kavramı ifade eder. “Sahip oldukların sonunda sana sahip olur” Kendi çevresinde dışlanan Jean Valjean, kimlik değiştirerek Madeleine adıyla iş hayatına atılır, zengin olur, halk tarafından çok sevilir belediye başkanı seçilir. Fakat onun kimliğinin farkına varan gözü pek bir polis memuru Javert, Jean Valjean’ın peşini bırakmaz. Satırları okurken Javert için “ne yüce adalet duygun varmış be adam bırak artık Jean Valjean’ın peşini, başka suçlu mu yok git onları yakala” deyip durdum. Ama sonunda İhtilalin başladığı sırada Cumhuriyetçiler tarafından idamına karar verilerek esir alınan Javert, kendisini idam mangasından kurtaran Jean Valjean’a minnettarlık duyar. İhtilal bittiğinde teslim olmak için Javert’in yanına giden Jean Valjean, Javert’i bulamaz çünkü Javert minnettarlık duygusuyla Jean Valjean’ı tutuklayamayacağı için Seine nehrine atlayarak intihar eder. Ne onurlu bir davranış.Tıpkı; alışveriş merkezindeki çatının çökmesiyle 54 kişi hayatını kaybedince "Benim de sorumluluğum var." deyip istifa eden Letonya Başbakanı Valdis Dombrovskis gibi ya da yaptıkları ihalelerde yolsuzluk yaptığı ve bir işadamından 10.350 euro değerinde saat aldığı ortaya çıkınca istifa eden İtalya Altyapı ve Ulaştırma Bakanı Maurizio Lupi gibi ya da ülkesindeki Amerikan üssünü kapatma sözüne sadık kalamadığı ve parti üyelerinden birinin yolsuzluğa karışması sebebiyle istifa eden Japonya Başbakanı Yukio Hatoyama gibi Hatoyama istifa konuşmasında, "Eksiklerim çoktu. Böylesine güzel bir ülkeye liderlik yapma onuruna layık gördüğünüz için teşekkür ederim." demişti. Ya da bizim ülkemizden örnek verecek olursak, sahi var mı ya böyle bir örnek? Elbette vardır. Vardır da benim aklıma gelmiyordur! Gelince yazarım! Karakterlerden yine beni çok etkileyen diğer bir karakter yoksul bir kadın olan Fantin’dir. Fantin’in Cossette isminde bir kızı vardır ve yoksulluktan onu bir yere emanet etmek zorunda kalıp çalışmak için Madeleine baba diye bildiği Jean Valjean’ın fabrikasına gelir. Fantin beni bu hikayede en çok etkileyen karakter olmuştur. Çünkü o, kızı için saçlarını ve dişlerini satan bir annedir. Annelik denince Fantin sayesinde annelerin evlatları için neler yapacağını ya da kimi annelerin kendi rahatı için evlatlarına nasıl davrandığını sorgulayabilirsiniz. Zaten Hugo; Fantin’in bu davranışı karşısında insanın içini dağlayan şu satırlarla dile getirmiştir. “Bu bir köle satın alan toplumdur. Kimden? Sefaletten, açlıktan, soğuktan, yalnızlıktan, yoksunluktan, yüz üstü bırakılmışlıktan. Acıklı bir alış veriş! Bir lokma ekmeğe bir ruh! Sefalet teklif eder, ruh kabul eder.” Fantin hastalıktan ölür ve Jean Valjean, Fantin’in kızı Cossette’yi evlatlık edinir. Cossette büyür aşık olur Marius isimli bir gençle evlenir ve iyice yaşlanan Jean Valjean ölür. Öldüğünde başucunda iki şamdan vardır. Bu iki şamdan Jean Valjean’ı bir kötü adam olmaktan kurtaran, kaderini değiştiren ve Hugo’nun, “Sefiller”i yazma amacını sağlayan bizi şu öze götüren piskoposun verdiği şamdanlardır. “Şu anda okuyucunun eli altında bulunan kitap, eksikleri, üstün veya zayıf tarafları ne olursa olsun, bir baştan bir başa bütünü de, teferruatlarında kötülükten iyiliğe, adaletsizlikten adalete, sahtelikten hakikate, geceden gündüze, ihtirastan vicdana, çürümüşlükten hayata, canavarlıktan vazifeye, cehennemden cennete, hiçlikten Allah'a doğru bir yürüyüştür. Çıkış noktası madde, vardığı nokta ruhtur. Başlangıçta canavar, neticede melektir.” Henüz izleme fırsatım olmadı ama Fransa dahil tüm dünyada büyük başarı yakalayan Sefiller romanının bir müzikali ve müzikalden uyarlanan filmi de bulunmaktadır. Sefiller ile ilgili en ilginç detay ise; romanda Louis Philippe’nin anlatıldığı bölümde 823 kelimeyle Fransız edebiyatının en uzun cümlesinin kurulmuş olmasıdır. Bana ilginç gelen diğer bir bilgi ise; Hugo, Sefiller kitabı ilk kez basıldıktan sonra satışların nasıl gittiğine dair yayıncısına bir telgraf gönderir. Telgrafın tamamı “?” bu ve yayıncısının Hugo’ya coşkulu cevabı ise şu :“!” Kısa ve net. Ben aynı dili konuşmak diye buna derim. Sefiller kitabı Osmanlıcaya çevrilen ilk romanlardandır. “Mağdurin” ismiyle ilk tercümesi Şemsettin Sami tarafından yapılan kitabı, Namık Kemal’in ölüm anına kadar elinden düşürmediği söylenir. Türkiye’de ise; aydınların -topluma ibret verecek nitelikte- bir roman olarak büyük önem verdiği Sefiller, farklı yayın evleri tarafından tam metni olmasa da basılmaya devam etmektedir. Elimdeki iki ciltlik İletişim yayınevi Cenap Karakaya çevirisi fakat Hasan Ali Yücel çevirisiyle İş Bankası yayınlarının beş ciltlik çevirisi de mevcuttur. Dediğim gibi bu çeviriler Hugo’nun anlatımının tam metnini yansıtıp yansıtmadığını bilemiyorum ek bilgi Sefiller çevirisinde Nesrin Altınova’yı çok methediyorlar.
İki alem arasında salınıp duran bir halkın boşluğu… Yalnız, umutsuz karamsar ve çok titiz bir ruh. Tanpınar’ı birkaç satırla anlatmam mümkün olmadığından ben de “Tanpınar Türkiye’dir.” diyerek otobiyografi kısmını geçmek istiyorum. Ancak yazarlığıyla tanınan Tanpınar’ın aslında en büyük tutkusunun şiir olduğunu, altmış kadar şiiri olmasına karşın otuz yedi şiirinin yayımlandığı bir şiir kitabının da olduğunu belirteyim. Şiir demişken Dergah’ta yayınlanan Tanpınar’ın mektuplarında yer alan hocası Yahya Kemal Beyatlı ile olan anısını paylaşmak istiyorum. Yahya Kemal bir dost meclisinde otururken Tanpınar’a “şiirden vazgeçin” dedi. “Onu yapmayın, o benimle bitti. Müsaadenizle bendeniz o işi yaptım. Artık yapamazsınız” diye baba nasihati verir. Tanpınar ilkin kızar ama “Bülbül Manzumesi” ile buna hak verir ve “şiir Yahya Kemal ile bitmiyor, burası muhakkak ama ben bu işi pek beceremiyorum” der. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in dostu olan ve Batı’da da Paul Valery ve Marcel Proust'u örnek alan Tanpınar, sembolist ifade ile estetiğe önem verdiği şiirlerinde müzik ve imaj kaygısı taşır, romanlarında ise zaman kavramıyla toplumsal meselelere, psikolojik anlara ve bilinçaltına önem verir. Şiir tutkusu büyüktür fakat “şiirlerime sığdıramadıklarımı romanlarımda yazıyorum” diyerek kendisini ifade edecek cümleleri bulamayınca romana yönelir. “Eşik” şiiri de bu çıkmazı anlatır. Çünkü kendisi de bir eşiktedir. Bu durumu bir konuşmasında şöyle ifade eder: “Şiir kendisi için, roman hayat ve insan içindir diyebiliriz… Şiir ‘ben’ in peşindedir. Ama o ben, ben değilim artık, benim bir halimdir… Şiir hülasa zamansızdır. Benim roman ve hikâyeciliğim belki de şiir için gerekli bu zamansızlığı temine yarar.” diyerek hislerinden, anılarından, düşüncelerinden, roman ve hikâyeleri sayesinde kurtulup şiirlerinde serbest kaldığını söylüyor ve kısaca roman, hikâye ve şiirinin amacını açıklıyordu. Tanpınar’da kimlik, ötekinin sınırlarının bilinmesiyle olur. Tanpınar’ın gerek şiirlerinde, gerekse hikaye ve romanlarında zaman kavramı çok kere karşımıza çıkar. İtiraf etmeliyim bende bunu Marcel Proust’un dairesel zaman algısıyla özdeşleşmiş kitabı “Kayıp Zamanın İzinde” serisini okumak için yaptığım araştırmalarda öğrendim. Tanpınar, zaman kavramını; “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında.Yekpare geniş bir anın, parçalanmaz akışında.” mısralarından da anlaşılacağı gibi öncesiz ve sonrasız olarak bir bütünlük içinde ele alır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tanzimat’tan Meşrutiyet ve dahi Cumhuriyet’e kadar kapsadığı zaman, olay örgüsü ve karakterlerin kişilikleriyle Türkiye Cumhuriyetinin modernleşme evresinde yaşanan toplumsal travmalara hiciv niteliğinde bir romandır. Daha önce okuduğum Batı’nın Gördüğü Türk kitabında benim de zaman zaman katıldığım, şimdi bu kitapla bağdaştıracağım öz eleştiri niteliğinde bir görüş vardı. Diyordu ki; “Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Batılılaşma sürecinde geri kalmışlığı çağrıştıran ne varsa toplumun o zamanki değerleri hiçe sayılarak bir kenara atılmış, hazır olmayan halka devrim niteliğinde yeni değerler yüklenmiştir. Bu değerleri bir anda benimseyemeyen halk içinde günümüzde de hali hazırda yaşanan ayrışmalar söz konusu olmuştur. Bu sancılı süreci önleyebilmek adına keskin bir devrimden ziyade halkın benimseyebileceği evrimsel bir devrim daha mı yerinde olurdu.” İşte bu iki düşünce arasında Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile modernleşme sürecinde toplumun içinde bulunduğu Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi içi boş kurumlara, çıkar çatışmalarına, hurafelere gönderme yaparak evrimsel devrimin daha iyi olacağına dair tutumunu dile getiriyor. Kendi ifadesiyle “iki alem arasında salınıp duran bir halkın boşluğu.” Esasen 1950’li yıllar Tanpınar için de bir geçiş dönemi olmuştur. Tanpınar da 1950’den önceki eserlerinde kendicilik algısı, bütünlük peşinde koşma gibi mistik meselelerden usanmış ve kendi bilincini inşa eden dili inşa etmiştir. Bu bağlamda Saatleri Ayarlama Enstitüsü hem Tanpınar’ın kendi temasını ve sanatını ironize etmesi anlamında hem de ironik bir dille yazılmış olmasına rağmen hacim açısından çok önemli bir romandır. 1949’ dan sonra “Doğu Doğudur, Batı Batıdır” cümlesi Tanpınar’ın inandığı ifadedir ve Tanpınar sentezcilikten vazgeçmiştir. “Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. Hattâ bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe daima yapılmış, daima iki çehreli insanlar vermişti” demiştir. Tanpınar’a göre modernleşme ve ilerleme; batılılaşma sevdasından mütevellit oradakini buraya kopyalamaktansa, kendi uygarlığımızı, kendi hayat şekillerimizi yaratmak için Doğu-Batı ikileminde kendi gerçekliğimize uygun bir sentezi benimseyerek, yalnızca bireysel değil toplumsal ve kültürel açıdan da ahlaklı bir şekilde emek sarf ederek, çalışmakla mümkün olacaktır. Kitabın karakterlerini inceleyecek olursak; Tanpınar’ın da bizzat kendisi olduğunu düşündüğüm anlatıcı karakter olan Hayri İrdal’ın hayatı, ailesi ve ailesinin çevresindeki insanlar göz önüne alındığında dini hurafelerle ve batıl inançlarla bezeli bir çocukluk gençlik dönemini içeriyor. Bu dönemde karakterini kendisine saat tamir etmeyi öğreten ustası Nuri Efendi etkiliyor. Nuri Efendi geleneksel, çalışkan ve dürüst bir insan. Ancak İrdal, eşinin tabiriyle öylesine sünepe, içine kapanık bir adam ki girdiği işlerde başına gelen çeşitli talihsizliklerden dolayı bir türlü muvaffak olamıyor. Sonunda yine bir saat mevzuu üzerinden Saatleri Ayarlama Enstitüsünün fikir babası olan Halit Ayarcı ile tanışıyor. Halit Ayarcı’yı anlatmak için Goethe’nin Faust eserinden söz etmek istiyorum. Okuyanlar bilir. Orada bir mefisto (şeytan) vardı. Mefisto insanın en çaresiz zamanında karşısına çıkar, umut aşılayarak onu ele geçirir ve daha sonra istediklerini yaptırır. İşte buradaki mefisto Halit Ayarcıdır. Halit Ayarcı, Nuri Efendi’nin aksine emeğe, çalışmaya, dürüstlüğe önem vermeyen, inandığı tek ilke yenilik olan “yeninin bulunduğu yerde başka meziyete gerek yoktur” diyen bir nevi batıyı temsil eden bir karakter. Hayri İrdal, o dönemde içinde bulunduğu durumu “Ben tek çare olarak yalnız evcek bizi alıp götürecek bir salgın, bir felaketle bu işler hallolur sanıyor, onu bekliyordum” diyor yani tam Halit Ayarcı’nın aradığı, zavallı ve kaybedecek bir şeyi olmayan insan tipi. Halit Ayarcı öylesine akıllı, öylesine laf cambazı bir adam ki Hayri İrdal’ı avucunun içine alıyor ve kukla gibi oynatıyor. Hayri İrdal’ın karakterini değiştiriyor. Hayri İrdal, Nuri Efendi’nin yolundan gittiğinde yoksulluk peşini bırakmayacak, Halit Ayarcı’nın yolunda ise refah, saygınlık ve üne kavuşacaktır. Dolayısıyla Hayri İrdal roman boyunca bir ikilem içindedir. Anlaşılacağı gibi Nuri Efendi eskiyi ve Doğu’yu, Halit Ayarcı ise yeniyi ve Batı’yı temsil etmektedir. Gerçi ben hala genel anlamda bu karakter değişiminde para ya da gücün karakteri olumsuz yönde değiştiren bir kavram mı yoksa aslında bozuk olan karakterin ortaya çıkmasını sağlayan bir araç mı olduğu konusunda çözümleme yapabilmiş değilim. Hikayede anlatıcının yani Hayri İrdal’ın parayla birlikte karakteri bozulur ama okurken ona kızmazsınız, o hala sünepe hala acınası adamdır. Çünkü Tanpınar okuyucuya Hayri İrdal’ı ta en başından çocukluğundan itibaren anlatır. Biz onun neler yaşadığını biliriz. Acırız, üzülürüz ve filmlerdeki iyi adam gibi kusurlarını hep mazur görürüz, artık yüzü gülsün isteriz, ona sahip çıkarız. Bir nevi ona torpil geçer, objektifliğimizi kaybederiz. Zaten o da paranın peşinden giderek hata yaptığını, bunu da iradesinin zayıflığından kaynaklandığını kabul eder. İyice severiz. Ama bana sorarsanız ben –arada- bir hayatı onaylamam. Aslında “yapmak istemiyorum da şu şu nedenlerden dolayı yapıyorum” tarzı mazeretli bir hayattansa evet yapıyorum ya da hayır yapmam gibi kararlı bir duruş taraftarıyım. O yüzden benim bu hikayedeki kahramanım Hayri İrdal değil, Halit Ayarcı’dır. Romandaki önemli bir yer edinen bir diğer karakter, Hayri İrdal'ın bir kızgınlık anında Andronikos'un hazinelerinin yerini biliyorum diye şaka yaptığı esnada mahkemeye düşmesi sonucu kendisine paranoya teşhisi konularak kliniğe sevk edildiği sırada kendisini tedavi eden, psikanalize kafayı takmış Dr. Ramiz karakteridir. Dr. Ramiz, nerede duracağını bilmeyen kafası karışmış Türk Aydınını temsil ediyor. Bir başka karakter; Hayri İrdal’ın musikiden anlamayan berbat sesiyle yine de assolist olmak isteyen bir baldızı vardır. Hayri İrdal böylesi yeteneksizliğin gülünç olduğunu savunsa da Halit Ayarcı baldızı assolist yapar hem de tüm ülkenin alkışlarla dinlediği bir assolist. Bence en güzel ironilerden biri buradaydı. İşte bu bölüm Türkiye’nin resmidir. Kimilerini şarkıcı, kimilerini yazar ve televizyondaki anlamsız dizi ve programlara raiting kazandırarak kimilerini de kanal sahibi yapan bu kitle. Bu başarı gibi görünen kavram; çalışmanın, bilginin, emeğin ürünü değil, Tanpınar’ın da belirttiği gibi beyinsiz bir güruhun ürünü. Romanda Hayri İrdal’ın öldükten sonra dirilen halası, karısı, kızı paranın ve gücün etrafındaki riyakarlıklarıyla ayrı bir inceleme konusu. Fakat romanda en az bahsi geçen ama babası gibi kolay yoldan zengin olmak istemeyen, tıp okumak için yatılı okula giden Hayri İrdal’ın oğlu Ahmet, olması gereken insan profilidir. Romandaki anlatım teknikleri ve ironiler sayesinde çok yerde okuyucuya yorum hakkı doğmuştur. Bende bu kitapta tarihin gerçekliğine inandığım şu düşüncenin temelleri kuvvetlendi; Tarihi kimler, neye göre yazıyor? Ben hep tarihin, dönemin çıkar çatışmalarıyla örtüşecek şekilde bize aksettirildiği görüşündeyim. İdeoloji, yaşayabilmek için kendisine tarihi temeller kurmak zorundadır. Bu romanda da enstitünün güvenirliği ve gerekliliğini ispatlamak için Ahmet Zamani Hazretleri adında hiç olmayan bir adamın kitabını yazıyorlar. Halit Ayarcı’nın dediği “tarih günün emrindedir” sözüyle hakikati ideolojinin emrine veriyorlar. Sahte bir tarih üzerinden ideoloji yaparak çıkar sağlamak… Kitapta kendime çıkardığım en güzel pay ise, Halit Ayarcı’nın realist olmakla ilgili söyledikleri. “Realist olmak yani hakikati olduğu gibi görmek; tek başına ne işe yarar? Bir sürü eksikler ve ihtiyaçlar hazırlamak insanı yolundan alıkoymaktan başka ne işe yarar? Hakikati düzelteceğim diye uğraşmak bozgunculuktur. Asıl sorulması gereken soru “elimdeki verilerle ne yapabilirim? “ realist düşünce tarzı bir süre sonra insanı mükemmeliyetçi yaklaşıma götürüyor. Sonuç: mutsuzluk, yalnızlık… Kitapta günümüzde de gördüğümüz devlet kurumlarının işleyişlerine, akraba, eş- dost kayırmalarına ironik bir dille göndermeler yapılmıştır. Hayri İrdal’ın hiçbir iş yapmadan maaş aldığı Saatleri Ayarlama Enstitüsünde “biz hiçbir iş yapmıyoruz, burada ne yapacağız?” demesi üzerine Halit Ayarcı’nın “önce insan gelir, sonra iş. İş insana göre icat edilir” söylemi gereksiz kadrolaşmayı açıklıyor. Güya saatlerin ayarsızlığı yüzünden zaman kaybını önlemek amacıyla bir enstitü kurulmuş, onca demirbaş ve personel alınmış, çeşitli cemiyetler, istasyonlar yapılandırılmış, aslında hiç var olmayan bir iş üzerinden asalak insanlara para kazandırılmış. Romanın sonunda Amerika’dan bir heyet gelir, Saatleri Ayarlama Enstitüsünün gereksiz olduğuna karar verir ve kapatılması ister. Ancak Halit Ayarcı burada da devreye girer. Enstitüyü kapatmaz ve tasfiye eder. Orada çalışanları tasfiye halinde olan enstitü komisyonunda görevlendirir. Yani Tanpınar bu sistemin çökmeyeceğinin sinyallerini 1960’lı yıllarda Saatleri Ayarlama Enstitüsüyle bize veriyor. Kitapla ilgili enteresan bir durum var. Tanpınar tarafından yazılmış fakat romana dâhil edilmemiş bir mektuptan bahsediliyor. Güya Dr. Ramiz, Halit Ayarcı’ya Hayri İrdal’ın bir paranoya hastası olduğuna dair mektup yazmış. Eğer bahsi geçen mektup romana dahil edilmiş olsa idi roman boyunca kafamızda şekillenen karakterler ve dolayısıyla o günün toplum yargısı ve değerleri tamamıyla alt üst olurdu. Mektup romana eklenmeyecekti madem o zaman Tanpınar o mektubu niçin yazmış diyeceksiniz. Eleştirmenlere göre şöyle; Tanpınar romanda devirleri eleştirdiği için başına bir iş gelebilir düşüncesiyle gelecek tepkilere göre mektubu romanın başına ya da sonuna koymayı planlıyordu. O dönem gerek duymamış olsa gerek, romana mektubu dahil etmemiş. İlginç ama akıllıca bir yöntem. Sabahattin Ali gibi düşüncelerinden dolayı faili meçhul bir cinayete kurban gitmek de var işin sonunda! Fakat ben yine de yazarın kaleminin cesur olması taraftarıyım. Nitekim Tanpınar’da öyle yapmış. Fakat benim gibi düşünmeyen eleştirmen -yazar Konur Ertop gibi kitabın diğer baskılarında bu mektup konulmalı düşüncesinde olanlar da var muhakkak. Ve Saatleri Ayarlama Enstitüsünün benim için ana fikri şu: Bugün kafa yorduğumuz; kendimiz olma, etik ve ahlaki değerler, Doğu-Batı sentezi, yüksek medeniyet, sosyal problemler, insan ilişkileri v.s. aslında dünyada insanlar için bunların hiçbir önemi yok. Bunu nereden anlıyoruz biliyor musunuz? Kooperatif meselesinden. Orada “insanları idare eden şey sadece paradır” deniyor. Kooperatif meselesine kadar insanların sadece para verip saatin kaç olduğunu öğrendiği, sırtını bürokrasiye dayamış bir kurum olan Saatleri Ayarlama Enstitüsünde sözde çalışan, aldığı paranın karşılığını verip vermediğini sorgulamayan insanlar; çıkarlarına ters düşen bir durumda itiraz ediyorlar. Yani; insanların saatleri ancak çıkarları ortak olduğunda aynı yönü gösteriyor. Menfaatleriniz ortak değilse aynı yöne bakmıyorsunuz.
Ann Chamberlin’in “Safiye Sultan” kitap üçlemesinden birinin ismi “Hadım Edilmiş Bir Aşk”tı. Bu kitabı okurken, sürekli aklımda tekrar edip durdu bu söz. Hadım edilmiş bir aşk…Hikayeyi anlatınca neden hadım edilmiş bir aşk olduğunu anlayacaksınız. Abelard ve Heloıse yaşadıkları hüzünlü aşkla Fransa tarihinin en iç burkucu hikâyelerinden birisi olmuştur. Bu aşk yaşanmasaydı yine her ikisi de kendi alanında tarihe geçecek önemdeydi aslında. Abelard; Fransız tarihinin Rönesans’ın doğmasına ışık tutan, akıcı felsefeyi savunan, diyalektiği gerçeğe götüren yol olarak gören, sözcüklerin anlamlı bir biçimde nasıl kullanılabileceğini gösterirken, bir yandan da fiziğin alanına giren şey'lerin doğruluğunu kanıtlamakta dilin tek başına yeterli olmayacağını vurgulayan bir filozoftu. Kimi zaman, alanında kendini kanıtlamış -aynı zamanda hocası olan- Roscelinus ve Guillamue gibi filozoflarla karşıt görüşlerde yer aldı. Sonunda kendi mantık yazılarında bağımsız bir dil felsefesini başarıyla geliştirdi. Ayrıca bestelenmiş şiirleriyle de dönemin en önemli şairlerinden oldu. Ne yazık ki pek az eseri günümüze kadar gelmiştir. Hayatını kaleme aldığı otobiyografi niteliğindeki Remzi Kitabevinden çıkan kitabı “Bir Mutsuzluk Öyküsü”nde de kitaba konu olan aşkına ve hayatına dair izlenimler edinebilirsiniz. Heloıse ise; zeki, iyi eğitim almış, kültürlü felsefeye merak salmış bir genç bayandır. Dayısı Fulbert, annesinin ölümünden sonra yanına aldığı yeğenini felsefe öğrensin diye Abelard’ın yanına ders almaya gönderir. Olaylar bunun akabinde başlar. O zaman 37 yaşında olan Abelard’la, 17 yaşındaki güzel Heloıse birbirine aşık olur. Kimilerine göre aslında dayısı olmayan, kimilerine göre dayısı olsa bile Heloıse’de gözü olan Fulbert bu ilişkiye onay vermez. Fulbert çifti ayırır fakat Heloıse hamiledir. Abelard, Heloıse’i dayısından kaçırarak ailesinin yanına götürür. Heloıse orada bir erkek çocuk dünyaya getirir. Sonra Heloıse’nin isteğiyle gizli kalması koşulukla bir evlilik gerçekleştirirler. Artık çocuk ve evlilik olduğuna göre dayının onları affedeceğini düşünürler fakat gizli kalan evlilikle beraber toplum gözünde gayri-meşru çocuk sahibi olan Heloıse’i dayısı affetmez. Abelard, Heloıse’yi bir manastıra yerleştirir. Heloıse, dayının gazabından kurtulmuştur fakat Abelard için aynı durum söz konusu değildir. Heloıse’nin dayısı bir gece odasına girerek Abelard’ı zorla hadım etmiştir. Bu olay onu derinden sarsar kendini dine verir. Dini görüşlerini beğenmeyen düşmanları Abelard’ın eserlerini yakar. İyice yıkıma uğrayan Abelard kendine “Sığınak” adını verdiği bir manastır kurar, düşmanları onu burada da rahat bırakmayınca Brötanya’daki Aziz Gildas Manastırına yerleşir. Rahibe olarak hayatına devam eden Heloıse’i ise “Sığınak”a yerleştirir. Yıllarca birbirlerinden habersiz birbirlerini delice sevmeye devam eden çiftin yolları Heloıse’nin yanlışlıkla eline geçen Abelard’a ait bir mektupla yeniden kesişir. Birbirlerine aşklarını, tutkularını, çaresizliklerini anlatan yedi mektup yazarlar. Biri hadım edilmiş bir erkek, diğeri rahibe bir kadın. Sonunda Abelard’a “tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak.” dedirtecek yıllarca sönmeyen ateşe gebe bir aşk. Hikaye böyle. “Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır/ Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan” mütevellit ben artık burada susarım. Derler ki, “aşk; bilmeyenlerin konuştuğu bilenlerin sustuğu şeyin adıdır.” Suskunluğum aşktan anladığımdan değil, anlamadığımdan. Elbette şu ahir ömrümde üç-beş kelam edecek kadar aşka tanıklık ettim lakin “yaşadın mı?” derseniz. Orada dururum. Biz aşkı sanmalardan ibaret yaşıyoruz. Bunu “Şems ve Pervane Masalı”nı okuyunca öğrendim. Aşk yok etmiyorsa aşk değildir. Etrafımızda oluşan değerlerin değişmesiyle aşka yüklediğimiz anlam değişti, aşk vermektir lakin biz hep aldık. Velhasıl kelam biz hiç aşık olmadık. Neyse hikayenin geri kalanında aşk nereye evrilmiş merak edenlere kalsın. “Umarım öldüğünde yanıma gömülmek istersin, Toprağa karışmış kollarım uzanır, kucaklar seni." diyen Abelard 1142 de ölür. Kendisinden 22 yıl sonra da Heloıse ölür. Mezarları ayrı yerlerde olan aşıklar tam 750 sene sonra Paris’teki Pére Lachaise Mezarlığında bir anıt mezarda, polis gözetiminde birleştirilir. Gelelim biz bu aşkı nasıl bugüne kadar taşıdık onun hikayesine. Abelard ve Heloıse birbirine yedi mektup yazdı dedik ya, İngiliz yazar Ronald Duncan bu mektupları Latinceden Fransızcaya çevirerek oyunlaştırdığında mektup sayısı on ikiye çıktı. Duncan’a göre, Heloıse’nin yazdığı mektuplar tarih boyunca yazılmış en iyi düzyazı örneklerindendir. Öyle ki anlatım dilindeki ustalığın Jane Austin’i kekeme bırakacak kadar güzel olduğunu söyler. Fransız tarihinin bu iki önemli ismini daha önce ele alanlar olmuş ama oyunlaştırmak bir İngiliz’e kısmet olmuş. Duncan’da aşktaki ve mektuplardaki şiirsel duygusallığı süslemeden yalın kelimelerle bize aktarmış. OyununTürkiye macerası 1980’lerin sonuna dayanıyor. Tilbe Saran (Heloise), Cüneyt Türel (Abelard) oyunculuğunda Aksanat’ta gösterilen oyun birçok ödül aldı. Tabii 2007 yılında Aksanat’ın kapanmasıyla birlikte oyun gösterimde değil. Zaten Cüneyt Türel’de hayatta değil. Yeri gelmişken usta oyuncumuzu rahmetle analım. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Ayrılık, sevdanın türbesidir derler. Derler ki, uzun ayrılıklarda ölür gidermiş sevdanın sıcaklığı.Madem öyle, neden azalmadı aşkımız, bir nebze bile ? -Öldün diye sana olan sevgimin azalacağını düşünecek kadar saf mısın ? -Taptığım, özüne indirgese de seni, ölüm bile azaltamaz sevgimi.