gül ekmen, 165 adet değerlendirme yapmış.  (6/24)
Life of Pi
Life of Pi

7

Bazı yazarlar, yaptıklarıyla ya da yaşam hikayeleriyle yazdıklarının önüne geçiyor. Tıpkı eserlerinin takma isim kullanarak yayınlayan ve vasiyeti dolayısıyla mezarının yeri dahi bilinmeyen Şibumi’nin yazarı Trevanian gibi Yann Martel’de benim için o yazarlardan. Onu ilk “kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kabuslarıma dönüşebilir” sözüyle tanıdım. Bu sözü söylemek ciddi ego olarak algılandığından söyleyen haliyle bende merak uyandırdı. Bakın Yann Martell bu sözü neden ve kime söylemiş. Martel, bir konferansta, Kanada başbakanıyla karşılaşır ve onun yazarları görmezden geldiğine şahit olur, biraz araştırınca da başbakanın roman kitapları okumadığını öğrenir. Ve ona her pazartesi içlerinde Tolstoy, Shakespeare gibi yazarların da bulunduğu yüz kitap gönderir. Tabi başbakandan olumlu hiçbir mesaj gelmez, kitap okumaya ikna edemeyeceğini düşünüp kitap göndermekten vazgeçer ve benimde tamamıyla katıldığım yukarıdaki bu yazıyı yazar. Kitap okumayı ciddiye alan insanlar, etrafında kitap okumayan insanlara –kitap okumadığını çok belli eden insanlara- yardımcı olmak ister. Çünkü kitap okumak ne demektir okuyanlar bilir ve okumayanların yaşamda ne denli zorluk çektiklerini bilir! Kamu spotu: Kitap okuyun, okutun. Martel’e 2002 Man Booker Ödülü'nü kazandıran hikaye; bir hayvanat bahçesi sahibinin, hayvanların bir kısmını satıp bir kısmını da yük gemisiyle Kanada’ya göndermesi sırasında geminin kitabın sonunda da hala nedeni aydınlatılmamış bir sebepten batmasıyla birlikte başlıyor. Gün ağardığında Pasifik Okyanusu'nun orta yerinde, hayvanat bahçesi sahibinin 16 yaşındaki Pi ismindeki oğlunun bir filika içinde, Richard Parker isimli bir Bengal kaplanı, Portakal suyu isimli bir orangutan, bacağı kırık bir zebra, bir sırtlan, fareler ve sineklerle birlikte kaldığını görüyoruz. Sonra soluk soluğa yaz, kış, açlık, susuzluk dahası can korkusu içinde geçen, adrenalinin bir an bile düşmediği filikada hayatta kalma mücadelesiyle geçen bir 227 günü yaşıyorsunuz. Kitaptaki en etkileyici bölümlerden birisi, hayvanat bahçesinde bilet satılan yerin hemen yanındaki duvarda yazılı olan yazıydı. "HAYVANAT BAHÇESİNDEKİ EN TEHLİKELİ HAYVANIN HANGİSİ OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?" Sizde içinizden benim gibi kendinizce aslan, kaplan, yılan gibi hayvanları saymaya başladınız değil mi? Başladınız. Ne yazık ki onlar değil. Bakın hangisi. Yazının hemen yanında bir ok, küçük bir perdeyi gösteriyor. Perdeyi merakla açtığınızda, hayvanat bahçesinin en tehlikeli hayvanını görüyorsunuz. Ta ta ta tam karşınızda bir ayna! Günümüzde sebepsiz yaşanan savaşları, tecavüzleri, çocuk istismarlarını, hayvan katliamlarını gördükçe yazarın bu düşüncesine hak veriyor “hayvanları insanlardan daha çok seviyorum” demekten kendimi alamıyorum. Buna bağlı olarak kitabın bir diğer etkileyici kısım ise; sekülerleşen dünyada kitapta anlatılanlara inanıp inanmadığınız. Kitabın kahramanı bir Hintli. Hindu dinini benimserken, bir yandan İslamiyet diğer yandan Hristiyanlıkla ilgili inanışları da merak ediyor. Her bir dinden alim onu kendi dininin doğru olduğuna inandırmaya çalışsa da o “din değil Tanrı arayışı içinde olduğunu” söyleyerek tüm dinlere saygılı olmakla birlikte hangi dinde olursak olalım amacımızın tek olduğunu vurguluyor. İnanç önemli bir kavram fakat insanı hayatta tutan tek şey değil. Bunu kaplanla birlikte kaldığı filikadaki yaklaşımından anlıyoruz. Bilimin nimetleri ve kendi zekası sayesinde kaplanla mücadele ederken diğer yandan içindeki inanç, vicdan, şefkat gibi kavramlar ona hayatta kalmada bir pusula görevi görüyor. Kitabın sonu vefa denen şeyi sorgulattığından bence hüzünlü bitiyor. Ama burada da şunu düşünmeden edemiyorum. Bengay Kaplanı aslında Pi’nin kendisinin hayvanlı bir alegorisi miydi?

Yüzbaşının Kızı
Yüzbaşının Kızı

7

Gogol; Ölü Canlar’ı yazma fikrini kendisine veren Puşkin için “olağanüstü bir olaydır.” der; Dostoyevski daha mistik bir tavırla “Puşkin, bize gelecekten haber veren peygamberimizdir.” der. Nâzım’ın ise; "ömrüm boyunca bir tek şiir çevirdim Türkçeye.’’ dediği şiirin şairidir Puşkin. Modern Rus Edebiyatının oluşmasına en çok katkıda bulunan yazın ve düşün adamıdır Puşkin. Klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatında gerçekçilik akımını başlatan kişidir. Rusya dışında başka ülkeleri görme arzusuna Rus Çarlık yönetiminin karşı çıkması nedeniyle seyahat etmesi engellenen ve aşık olduğu Natalya Gonçarova’ya evlilik teklifi cevapsız kalan Puşkin, 1828-1829 yılları Rus-Osmanlı savaşına katılan askerlerden biri olarak Erzurum’a gelir. Savaştadır fakat bu savaş edebi kişiliğinin baskın çıkması nedeniyle insana karşı evrensel bakışını değiştirmez. Bunu gerek savaştaki Türk askerlerini, gerekse Erzurum’u anlatırken ki insani yaklaşımından görebiliriz. Ayrıca Tanpınar’ın Erzurum’u gibi Puşkin’inde Erzurum’u vardır. Erzurum Notları’nda Erzurum’un; “Doğu’dan gelip Avrupa’ya uzanan ticaret yolunun geçmesi nedeniyle Türkiye’nin Asya topraklarındaki en önemli kenti olduğu, buna rağmen geri kalmışlığını İstanbul ile arasındaki kopukluğa bağladığı yönünde olduğunu, bunu da o dönem “Yeniçeri Eminoğlu” takma isimli şiirle dile getirdiğini görüyoruz. Şiirin bugüne gelmiş halini Ataol Behramoğlu çevirisiyle, Ezginin Günlüğü grubunun seslendirdiği “Bilinmeyen Ülke” parçasında dinleyebilirsiniz. 1820’lerde moda olan ateistlik akımının etkisini Puşkin’in “Gavriliada”, Temiz Ateizm Dersleri”ve” Rahip” gibi çoğu Tanrı’ya kahreden satırlarında görürüz. Dinî değerlerini ve Ortodoks Hıristiyanlığı’nı tanımaya başladığı zamanın ise, Kırım gezisi sırasında Şark kültürü ve İslam dünyasını merak etmesiyle Kuran-ı Kerim sureleri esas alınarak, Tanrı ile insan arasındaki münasebetler üzerine yazılmış fikirlerden oluşan “Kuran-ı Kerim’e nazireler”i yazdıktan sonra başladığı bilinir. Ölümü ise hayli ilginç. Okuduğum “Yüzbaşının kızı” kitabında geçen düello sahnesi onun hayatının sonu oluyor. Sevdiği kadının Fransız subayıyla mektuplaştığını öğrenen Puşkin, subayı düelloya çağırır ve midesinden aldığı ölümcül yara sonucu 38 yaşında ölür. Yüzbaşının kızı kitabı için otobiyografik demem gerekir ancak hayatının anlatıldığı değil tam tersi anlatılanın yaşandığı bir hayat olmuş onunki. Bu bana, George Perec’i anımsattı. O da, gördüğü rüyaları yazıyormuş. Tam 124 rüyasını yazmış. Bir söyleşide kendisi “aslında rüyalarımı kaydettiğimi sanıyordum ama zamanla bir baktım ki kaydetmek için rüya gördüğümü fark ettim” demiş. Puşkin’in en az eşi kadar güzel Maria Hartung isminde bir de kızı vardır ve bu kız Lev Tolstoy’u etkileyerek ünlü romanının kahramanı Anna Karenina’nın tasviri olmuştur. “Tüm arzularımı yaşadım ben. Hayallerime de soğudum artık. Sadece acılarım kaldı içimde.” diyen Puşkin adına, Moskova’da bir enstitü açılmış ve evi müzeye dönüştürülmüştür. Rus halkının minnettarlığının göstergesi olarak da meydanda büstü bulunmaktadır. Şairin öldüğünü duyunca evinin kapısının önünde toplanan ve Yevgeniy Onegin’in son baskısını kapış kapış tüketen halk, şairin ölümü üzerine neredeyse hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelir. Bu gerekçe ile olayların çıkmasından çekinen polis, bir gece yarısı, şairin tabutunu gizlice kiliseden alır ve Mihaylovskoye köyüne götürerek toprağa verir. Derler ki; “her Rus Puşkin’in en az bir eserini okumuştur ve bugün hala Rus edebiyatında saygı duyulan isimdir.” Bunu okuyunca aklıma Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” eserinin şarkıcı Madonna’ya yazıldığını sanan ve üstelikte bunu kitabı okuduğunu iddia ederek söyleyen televizyon sunucusu geldi. Elbette herkes bu kitabı okumak zorunda değil yani kitabı okumamış olmak vahim bir durum değildir. Vahim olan kitabı okuduğunu söyleyen birinin kitaptan çıkardığı sonucun bu olması. İşte bu durumda “kitap okumuyoruz”dan daha çok “kitabı nasıl okuyoruz?” sorusu beni düşündürüyor. Demek ki sosyal medyaya kahve-çikolata ile çekilen o fotoğraflar sadece çekmiş olmak için çekilen fotoğraflarmış. Puşkin’in en büyük eseri "Yüzbaşının Kızı" ile ilgili olarak Gogol şöyle demektedir: ‘’Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey.’’ 18. yüzyıl Rusyası’nda, Kazak köyü lideri Pugaçevin çarlık yönetimine başkaldırısının destanı anlatılan kitapta, vatana ve millete bağlılık, erdem gibi konuların aşktan üstün tutulduğu bir aşk hikayesi anlatılır. Karakterler içinde ülkesi ve sevdiği kadın için canını hiçe sayan Pyotr ön plandadır ama benim en çok dikkatimi çeken kendisine yapılan iyiliği unutmayan insan yanıyla isyancı Pugaçev olmuştur. Puşkin romanında, yönetimdeki insanların başarısız ve çekingen tavırlarıyla bir isyancının onurlu, gözü pek ve kararlı tavırlarını edebi nitelikte bir ironiyle anlatmıştır. Çar yönetimi Pugaçev’i ve davasını hiçbir zaman haklı bulmadı ve önemsemedi onlara göre yoksulun ezilmişin haklı davası olamazdı ama dünyada ve bizde de örnekleri olduğu gibi tarih yönetimin dediklerini değil gerçekleri yazar. Çünkü tarihi yapanlar iktidar olanlar değil, muktedir olanlardır.

Demian (Emil Sinclair'in Gençlik Öyküsü)
Demian (Emil Sinclair'in Gençlik Öyküsü)

8

"Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz ama bir taslak olarak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir, ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz." diyen 1946 Nobel Edebiyat Ödüllü Hermann Hesse; insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden olan iki dünya savaşı görmüş, eğitim sistemindeki kısıtlamalar ve misyoner babasının dinsel baskılarının kendisini rahatsız etmesiyle bunalıma girip intihar girişiminde bulunmuştur. Sinir hastalıkları hastanesinde psikolojik tedavi gördükten sonra bir dönem makinist çıraklığı yapıp, kitapçıda çalışmaya başlamıştır. Kitapçıda çalıştığı dönemde, Goethe, Lessing, Schiller gibi yazarlarla ilgilenip bir yandan da Yunan mitolojisi üzerinde araştırmalar yaparken bugün hala Delpi’de Apollo tapınağının girişinde yazılı bulunan “kendini bil” sözü üzerine Schopenhauer’un da etkisiyle birlikte Hindistan’a dolayısıyla Budizm’e ilgi duymaya başlamış ve kendini bulmak üzere yolcuğa çıkmaya karar vermiştir. Çıktığı seyahatler onun zaten psikolojik sorunlar yaşayan eşiyle arasını açmış, 13 yaşındaki oğlunun menenjit olması da buna eklenince ailevi açıdan zor günler geçirmiştir. "Sevginin nefretten, anlayışın öfkeden daha yüce, barışın savaştan daha soylu nitelik taşıdığını, bu mutsuz dünya savaşının şimdiye kadar duyumsadığımızdan daha güçlü bir şekilde beyinlerimizin içine kazınması gerekir." düşüncesini savunan savaş karşıtı duruşuyla Avrupa’daki bazı yazar ve entelektüel aydınlardan tepki görmüştür. İsviçre’ ye yerleşmiştir. Hitler Almanyası’nda kendisi gibi zorluklar yaşayan Thomas Mann, Kafka, Polgar ve Zweig gibi yazarları savunmasıyla bilinen Hesse; yazdığı birçok kitap dışında, hayatı boyunca bilgi aktarma, teşvik ve yapıcı eleştiri alanlarında 60 farklı gazete ve dergi için yazdığı yaklaşık 3000 kitap eleştirisi hazırlamıştır. Uzun zamandır kan kanseri olduğunu bilmeyen Hesse 85 yaşındayken beyin sektesinin sebep olduğu bir nedenden uykusundayken ölmüştür. Dante’nin “İlahi Komedya” isimli eserindeki “sen yolundan şaşma bırak ne derlerse desinler!” sözü Hesse’nin hayattaki duruşunu en iyi şekilde açıklar. Anısına ‘Calw Hermann Hesse Ödülü’ ve ‘Karlsruhe Hermann Hesse Edebiyat ödülü.’ verilmektedir. Evinin kapısında Çince’den Almanca’ya tercüme edilmiş şu şiir yazılıdır. "bir insan yaşlanıp, misyonunu tamamlayınca, ölüm düşüncesini huzur içinde,karşılama hakkına sahiptir. Diğer insanlara ihtiyacı yoktur; insanları tanır, onlar hakkında yeterince bilir. Artık ihtiyacı olan huzurdur. Bir insanı ziyaret etmek veya onunla konuşmak, sıradanlıkla onu huzursuz etmek iyi değildir. Evinin kapısından, içinde kimse yaşamıyor gibi uzak durmak gerekir." Çoğu otobiyografik olan Siddhartha, Bozkırkurdu, Çarklar Arasında, Knulp, Boncuk Oyunu, Demian gibi kitaplarında kendisi gibi arayış içinde olan kahramanları ele alır. Demian kitabında da kahramanımız Emil Sinclair, kitabın özünde anlatıldığı gibi “insanoğlu hep arayıştadır ve hep aramaktan bulma fırsatını yakalayamayacaktır” felsefesinden yola çıkarak kendini bulmak adına arkadaşı Demian ile birlikte içsel bir yolculuğa çıkıyor. Ve bu yolculuğun; hayattan koparak değil, tam tersine her yönüyle hayatın içinde olarak yaşanması gerektiği anlatılıyor. Demian; akıcı dili, öğretici ve merak uyandıran hikâyesiyle kolay ilerleyen bir eser. Kitapta, Habil ve Kabil olayında Kabil’e başka açıdan bakmamızı sağlayan konuşmalarla birlikte, yeryüzü ve gökler arasında haber taşıyan, bünyesinde iyiliği ve kötülüğü barındıran, yöneten mitolojik bir tanrı olan Abraxas’tan söz ediliyor. Abraxas bize “içimizde bir şeytan olup olmadığını” sorgulatıyor. Sahi Sabahattin Ali ‘İçimizdeki Şeytan’ da bunu anlatmamış mıydı? Anlatmıştı evet hem de pek güzel anlatmıştı. Bize onca kötülüğü, yanlışı yaptıran içimizde olan şeytan değil, içimizde olmayan vicdandı! Kitapta altını çizdiğim, üzerine konuşulması gereken çok fazla düşünce var. Bunlardan biri; sadece kıyımızdan köşemizden değil, dünyanın dört bir yanından bir araya gelip oluşturduğumuz beraberliklerin çoğu zaman gerçek anlamda sevgi oluşturmadığı düşüncesi. Beraberlik düşüncesi adı altında bir sürü oluşturuyoruz yalnızca. İşte “içinde gerçek sevginin olmadığı bir sürüyü neden oluştururuz?” bunun cevabını bu kitapta bulabilirsiniz.. Hayattaki varoluş amacımızı sorgulamaya yönlendiren değerli bir kitap olduğunu düşündüğüm Demian’ı, İranlı yönetmen Nacer Khemir tarafından çekilen Bab-ı Aziz filmiyle birlikte izleyerek okursanız anlamada bütünlük sağlayacağınızı düşünüyorum. Kitaptan altını çizdiklerim: - Biz bir insandan nefret ettiğimizde, kendi içimizde yuvalanıp bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan birinden nefret ederiz. Bizim kendi içimizde olmayan şey, bizi kızdırmaz. - İçimizde her şeyi bilen, her şeyi isteyen, her şeyi bizim kendimizden daha iyi yapan birinin bulunduğunu bilmek ne iyi! - Bir kimse bir şeye mutlaka gereksinim duyuyor ve o şeyi ele geçiriyorsa, bunu ona sağlayan rastlantı değildir; kendisi, kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip ilgili nesneye götürmüştür. - Kendisinde görmeye alışmadığım bir ciddiyetle, "çok konuşuyoruz" dedi. "Bu zekice konuşmaların hiç ama hiçbir değeri yok. İnsanı kendi kendisinden uzaklaştırır, o kadar. Kendi kendinden uzaklaşmak da günahtır. Yapılması gereken, insanın tıpkı bir kaplumbağa gibi kendi içine girip yerleşebilmesidir. Kitabın Künyesi: * Demian Emil Sinclair’ın Gençliğinin Öyküsü * Yazar: Herman Hesse * Türü: Roman * Basım Tarihi: 2015 * Sayfa Sayısı: 199 Sayfa * Yayınevi: Can Yayınları

Acımak
Acımak

8

Reşat Nuri Güntekin ve acımak… Kitap; okuduğum kitaplar arasında en fazla etkisi altında kaldığım kitaplardan. Çünkü kurgusuyla; çoğu hayata dokunan acıklı olmasının yanında, telafisi mümkün olmayan hatalara gebe olmakla birlikte en acısı da geç kalınmışlığı anlatmasıyla benim için son derece önemli eserlerden. Kitap, sonunda “anladım ama ne fayda?” sorusunu sordurtuyor. Bence çaresizlik hissinin en kötüsü. Teoman’ın Balans ve manevra filminde “hayat herkesin anladığı kadar, doğrusu da yok; olması gereken olur.” sözünün geçtiği bir sahne vardı. İzlerken kendi hayatıma dair bu söz üzerine çok düşünmüştüm. Hayatı, olayları ya da insanları sadece anladığımız kadar anlamlandırıyoruz. Belki de gerçek bizim gördüğümüz değil, biz sadece öyle sanıyoruz. Sonra “bu sandığımız şeylerin aslında yanlış anlamalar yüzünden sandığımız şey olmadığını anlıyoruz. Bu kitapta da yanlış anlamalar üzerine kurulan hayatların insanları nasıl bedbaht ettiğine şahit oluyoruz. Hani psikologlar, hastadaki soruna cereyan ettiği zaman içinde bir neden bulamadıklarında, sorunların çıkış noktasının nereden geldiğini anlamak için “ çocukluğunuza inelim” derler ya burada olay örgüsü aynen buna dayanıyor. Çocuklar; anne ve babalarını bilinçaltında yanlış kodlayabilirler ve "bu kod" sadece o dönem içinde değil, büyüdüklerinde dahi peşini bırakmazlar. Hayata, insanlara, olaylara karşı bakış açılarını etkileyecek kadar önemli izler bırakırlar. Mesela hikâyedeki kahramanımız Zehra; bu kod yüzünden “acımak” duygusunu yitirmişti. Acımak neydi? Acımak hissi için; Nietzsche Ecce Homo kitabında “acımanın aşılmasını soylu erdemlerden sayıyorum” der. Güntekin ise; acımak hissinin, insanda ahlakı oluşturduğunu savunur. Sanırım bizim kodlarımız da acımanın ahlakla iniltili olduğu yönünde. Çünkü babasının ölüm döşeğinde olduğu haberini alan Zehra’nın, babasının yanına gitmemesine anlam veremeyip hatta nasıl evlat böyle diye Zehra’ya içerleyebiliyoruz. Ama nedenlerini öğrendiğimiz zaman kendisine hak verebiliyoruz. Sonra alkol batağındaki bir babanın kızını yatılı okula göndermesine kızarken, bunun gerekçelerini öğrendiğimizde babaya acımaya başlıyoruz Sonuç olarak karşılaştığımız olayları ön yargılı davranmayarak, empati yaparak değerlendirmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Gerçek bazen görünendir; çoğu zaman görünenin gölgesinde kalan. Ya da “hiçbir şey gerçek değil her şey mümkün…” Fethi Naci; Reşat Nuri’yi kişilik olarak beğense de; edebiyatını romanlarında, ‘rastlantılar’ büyük bir yer tutar; Reşat Nuri, olay örgüsünü geliştirmekte zorlandığı zaman hemen rastlantılara başvurur.” diye eleştirirken, Ahmet Hamdi Tanpınar; “… O, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi idi.” diye bahseder. 20. yüzyıl Türk edebiyatının en büyük romancılarından olan Güntekin, babasının askeri doktor olması nedeniyle birçok Anadolu köyünde bulunmuş ve oradaki gözlemlerinden yola çıkarak eserlerinde de Anadolu'daki yaşamı ve toplumsal sorunları ele almış; insanı insan-çevre ilişkisi içinde yansıtmıştır. Bütün romanlarının tiyatro halinde senaryoları olduğunu söyleyen Reşat Nuri, Hikmet Feridun'la yaptığı bir konuşmada çalışma yöntemlerini açıklamıştır. Buradan anladığımız kadarıyla Güntekin; kahramanlarına sevgiyle sokulan bir romancıdır. Genellikle onların gerçek yaşamlarındaki en belirgin özelliklerini yitirmeden yansıtmaya çalışır. Dolayısıyla anlatımda ve psikolojik tahlillerde başarılı eserler sunmuştur. Kitaptan altını çizdiklerim: -İnsanlar hiçbir vakit ıstırap çektikleri zamandaki kadar güzel olmuyorlar. -Benim için sevmek bir başka insanın vücudundan, ruhundan bir parça hükmüne girmek, onunla beraber gülüp ağlamak, ıstıraplarını paylaşmak demekti. -"Acımak... Ben insan ruhlarındaki derinliğin ancak onunla ölçülebileceğine kaniyim. Evet dibi görünmeyen kuyulara atılan tas nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse başkalarının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi insanlığımızın derecesini öğretir..."

Batı'nın Gördüğü Türk
Batı'nın Gördüğü Türk

5

Batı’nın gördüğü Türk’ü merak ederek bu kitabı okumak daha önceki bildiklerinin yanında sürpriz bir etki yarattı mı, nedenlerini açıklayıcı bir şey kattı mı derseniz söyleyeyim katmadı. Batı bizi; en başta Hıristiyanlığın İslam’a olan düşmanlığından kaynaklı müslüman bir toplum olmamızdan ve Osmanlı’nın Konstantinopolis’i almasından beri; barbar, zulmeden, tembel, devlet işlerinde rüşvet ve yolsuzluk yapan, şehvet düşkünü ve ahlaksız olarak değerlendiriyor. Değerlendirmeye eklenecek, çıkartılacak ya da tamam batı doğuya hep ırkçı yaklaşmıştır ama “doğuda bunun böyle olmadığını gösterecek bir şey yapmış mıdır? Ve yahut da yaptıysa ya da yapsaydı batının gözünde doğu algısı değişir miydi?” bunlar hep tartışma konusu. Bana öyle geliyor ki bu doğu ya da Türk algısı batının beynine kodlanmış. Biz ne yaparsak yapalım batı bizi algıladığı gibi görmeye devam edecek. Anlattığına göre yazar batının bu düşüncesini bir anda oturup yazmamış otuz yılı aşkın süredir yaşadığı Londra ve başka ülkelerde Türkler üzerine biriktirdiği görseller sonucu oluşan düşünceyi illüstrasyon çizimlerle ve resimlerle anlatmış. Bu resimlerin esrarengiz peçeli kadınlar, fesli, göbekli, kılıç ya da bıçaklı eli kan damlayan adam çizimleri olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Kim anlatmış bunu Roni Margulies. Roni Margulies kim? Türkiye’de yaşayan, burada Taraf gazetesinde köşe yazarlığı yapmış, altı şiir, şiir çevirilerinden oluşan dört kitabı, siyasi tercümeler, edebiyat, tarih ve siyaset hakkında birçok makalesi bulunan, 2002 yılında da Yunus Nadi şiir ödülüne layık görünen, Yahudi asıllı olup ama bunu kabul etmeyen kendini Siyonizm karşıtı devrimci olarak tanımlayan, DSİP üyesi ve Kemalizm düşmanı bir yazar. Yani kitabı yazdığı için yazar demek durumundayım. Kemalizm’e neden karşı olduğunu bir konferansta gerekçeleriyle anlatmış ve bugün hala sancılarını yaşadığımız sonuçlar baz alındığında bana bazı düşünceleri mantıklı gelmiştir. Mantıklı gelen düşünce şuydu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra batılılaşma sürecinde geri kalmışlığı çağrıştıran ne varsa toplumun o zamana kadar ki değerleri hiçe sayılarak bir kenara itilmiş, hazır olmayan halka devrim niteliğinde yeni değerler yüklemiştir. Bende onun gibi soykırım niteliğindeki bu devrim yerine, halkın benimseyeceği evrimsel bir devrim olsa daha mı iyi olurdu diye düşünüyorum. Tabi o dönem için şartlar göz önüne alındığında hangisi daha doğru olurdu bunu öyle değerlendirmek gerekir. Kitapta Ermeni soykırımına değiniliyor ve Türkiye’nin buna cevap olarak “biz, siz ne kadar Yahudi öldürdüğünüzü soruyor muyuz? Siz kendi işinize bakın” şeklinde cevap vermesinin ve soykırımla ilgili bir romancının (Orhan Pamuk’tan bahsediliyor) Türklüğü aşağıladığı gerekçesiyle mahkemeye verilmesinin, batının Türkleri yanlış bilmesinden mi yoksa Türkiye’de ifade özgürlüğü olmamasından mı kaynaklandığını soruyor dolayısıyla demokrasiyi sorguluyor. Kitaptaki bir diğer konu ise Türklerin imaj meselesi. Bugün hala ülkemizde yaşanan bir olayda olayın halk ya da ülke açısından vahametinden çok dünyaya rezil olduk kaygısı vardır. Yani dünyaya rezil olmak, elalem ne der kaygısı bizim için her şeyden önemli. Türk erkeklerinin eğitimsizlikten ziyade, aşırı şehvet düşkünü olmaları nedeniyle zihinsel yetersizlikten kaynaklı bön bakışlı oldukları yazılanlar arasında. Görüldüğü üzere kitabın başlığında ve içeriğinde Terrible yani korkunç Türk kelimesi doğal bir sıfatmış gibi rahatlıkla kullanıyor. Yani batı bunu Türkleri aşağılamak için söylemiyor, Roni; 2. Abdülhamit’ten bu yana batı algısında Türk, korkunç sıfatıyla birlikte gelir diyor. Terrible Türk yani o kadar. Kitapta altını çizdiğim, okurken gülümsediğim en önemli detay; Charles Darwin’in 1881 yılında bir komutana yazdığı mektup. Aynen aktarıyorum. “Çok da ileri olmayan bir tarihte dünyaya bakacak olursak, her tarafta düşük düzeyli ırkların pek çoğunun daha yüksek, uygar ırklar tarafından bertaraf edilmiş olduğunu göreceğiz. “ Darwin bu kelimeleri yazalı 140 yıl geçtiİ ne Türkler bertaraf oldu, ne de Batı’nın gözündeki Türk imajı.

Bir Delinin Güncesi
Bir Delinin Güncesi

4

2010 yılında “Taş Bina ve DiğerleriTaş Bina ve Diğerleri” isimli eseriyle Doğan HIZLAN, Murat GÜLSOY, Jale PARLA, Metin CELAL, Hilmi YAVUZ ve Nursel DURUEL ‘in jüri üyeliğini yaptığı Sait Faik ödülüne layık görülen benimde bunu öğrenmemle dikkatimi çeken Aslı Erdoğan, bilgisayar mühendisliğinden mezun olup, fizik doktorasını yarıda bırakarak “kendi sesini duymak için” yazmayı seçti. Edebiyat anlamında Türkiye’de önemli bir isim olarak görülmese de uluslar arası basında yeri hayli sağlam. “Tahta Kuşlar” öyküsü 9 dile çevrilmiş olup birincilik ödülü aldı, "Mucizevi Mandarin" Fransa'da önemli yayınevlerinden Actes Sud tarafından basıldı. "Kırmızı Pelerinli Kent" romanı Norveç Gyldendal Yayınları'nın Marg -omurilik- Serisi'ne seçildi. Bunların yayında Lire Dergisince "geleceğin 50 yazarı" arasında gösterildi. Ancak tüm bu başarılara rağmen karşımızda sürekli hüzünlü ve pesimist bir kadın var. Varoluşçuluk, sorgulama yaşananlar ya da haksızlıklar karşısında isyan bunu gerektirir nasıl gülelim evet ama gerek röportajlarında gerek yazılarında hep kadın olmanın zorluklarından bahsediyor. Ve ben ne zaman bir kadın yazar okusam “kadın yazarların; edebi anlamda sığ kaldıkları, tıpkı günlük hayatta olduğu gibi fazla laf kalabalığıyla ilgiyi olması gereken yerden alıp başka yerlere dağıtıp kafa yordukları gibi güçlü bir önyargıya sahibim. Hâlbuki temel algıda kadınlar daha ince düşünür, daha hassas yapıdadır, fazlasıyla irdelerler ve derinlik sahibidirler. Yazmaya başlamasındaki asıl etken; iç hesaplaşmalarından sonra haykıramadıkları çığlıkları dışa vurum olmalıdır. Yani günümüzün kadın yazarları olması gerekenin tam tersi gibi davranıyorlar edebiyatta.” demek zorunda kalıyorum. Aslı Erdoğan’da da durum değişmiyor. Karşımda; kendine bir benlik kazandırmak için sorgulayan bir beyin var ama o yine kadın olmanın zorlukları konusu onu o kadar meşgul ediyor ki edebiyatının önüne geçiyor. İşte bu yüzden erkek yazarları okumak öncelikli tercihim oluyor. Erkek yazarlar toplumsal olayları anlatırken evet toplumsal olayları anlatır, kadın yazarlar (istisnalar hariç) toplumsal olayları anlatırken toplumsal olaylar üzerinden yine kendilerini anlatır. Mesela dünyada asıl amacını aşan, olayı iyice dramatik hale getiren 8 Mart diye bir gün kutlanıyor. 8 Mart bana göre bir direniş, bir hak arayışı değil bir kabulleniş olmuştur. Yıl olmuş 2016 Türkiye’de kadın olmanın zorluklarından yakınılıyor. Orayı geçelim efendim artık Türkiye’de “insan!” olmanın zorlukları söz konusu. Mesela Aslı Erdoğan’ın eski sevgilisi sözde yazar Hasan Öztoprak İmkansız Aşk isimli kitabında Aslı Erdoğan'la yaşadığı ilişkiyi anlatıyor. Yaşanmış bitmiş bir ilişkiyi adı duyulmuş bir kadın üzerinden reklam yapmak amacıyla en mahrem yerlerinden kendi pencerenden anlatmak… şimdi bu kadın olanın zorlukları mı, insan olmanın zorlukları mı? Bir delinin güncesi; gazete ve çeşitli dergilerde çıkan öykü ve denemelerden oluşan bir kitap. İçindekiler, yakın tarihe ait toplumsal ve sosyolojik olayları anlatıyor. İsmi neden “bir delinin güncesi” bilemiyorum ama sanırım ülkemizde yaşanan olaylar aklın sınırlarını zorladığı için olabilir. Altını çizdiğim kelimeler de üzerinde düşündüğüm taraflar oldu. Örneğin “aşk, sahip olmadığın bir şeyi var olmayan birine vermektir.” Belki Aslı Erdoğan’ın edebi yerini anlatmak için otobiyografik eseri “kabuk adam”ı ya da “kırmızı pelerinli kent”i okumalıyım. Öyküler onu edebiyatçı yapmaya yetmiyor. Sadece gazetede köşe yazarı yapıyor.

Konstantiniyye Oteli
Konstantiniyye Oteli

6

Müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen kişiliğiyle tanıdığımız Zülfü Livaneli; 1996 yılında Unesco tarafından büyükelçilik verilen, dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulunan, 19 Mayıs 1997 tarihinde Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanan, 30 film müziği ve Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi sanatçılarında yorumladığı 300’e yakın beste yapmış sanat adamıdır. Kitapları 34 dile çevrilmiş, şarkıları 22 dilde söylenmiş. Böyle çok yönlü insanlar için genelde “herkes kendi işini yapmalı, tek bir işte ustalaşmalı” önyargısı fazladır. Livaneli ; kitapeki.com editörü Zafer Köse'yle söyleşisinde bu konuyla ilgili “anıldığım sıfatlardan sadece gazeteci ve politikacı denmesine itiraz ediyorum."demiş. Bir diğer makalesinde de “Bir ses sanatçısı değilim ben. Kendi bestelerimi, bir de müthiş geleneğimizden seçtiğim bazı deyişleri seslendiriyorum. Ne yazık ki Türkiye’de besteci ve yorumcu ayrımı pek fazla yapılmaz. Bir bestenin kalitesi nasıl anlaşılır? Yaygınlık bu işteki tek ölçü müdür? Elbette hayır! Bir bestenin en büyük sınavı zamandır. Eğer beste yıllara dayanabiliyor, bestelendikten 20–30 yıl sonra hala söyleniyor, hele kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa sınavı geçmiş demektir.” demiş. Ayrıca özellikle Türkiye gibi duyarlılığın fazla olması gereken ülkelerde “ben sanatımla meşgulüm başka bir platformda düşünmüyorum fikir beyan etmiyorum deme lüksünüz yok. ” der. Yoruma açık bir konu.. Tabi günümüzde bu yola çıkanların, Leonardo Da Vinci gibi bir döneminin önemli düşünürü, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamı olması zor. Livaneli kendini nerede hangi işte başarılı buluyor bilemem ama ben altı kitabını okumuş biri olarak daha çok yazar yönüyle tanıyorum. Buna karşılık müzisyen kimliğinde de Livaneli'nin her bir parçası yaşanmışlık içerdiğinden can acıtıyor. Nazım'ın sürgünde memleket hasretiyle nasıl yanıp kavrulduğunu, acısını, yalnızlığını, sevdasını dile getirdiği şiiri "Karlı kayın ormanı",saçın yüzüne perde yüreğim düştü derde ayak üstü duramam seni gördüğüm yerde sözlerini içeren Giresun'da duyduğu bir ağıttan esinlenerek seslendirdiği en güzel aşk şarkılarından biri "Nefesim Nefesine", sonra ne zaman dinlesem gözlerimi dolduran Yiğidim Aslanım var mesela Livaneli; 1983'te Paris'te Uğur Mumcu'yla bir araya gelir ve bir gün, Uğur mumcu için söyleneceğini bilmeden, şarkının son halini ilk kez beraber dinlerler. Dinledikten sonra Uğur Mumcu "bu yalnız Nazım'a değil, bütün şehitlerimize ağıt olmuş.. bütün demokrasi şehitlerine.."demiş :( Ey özgürlük, Güneş topla benim için ve daha niceleri. Livaneli kitap, müzik ya da fikir bazında insanlığa katkısı olan insanlardan.. Livaneli her kitabında farklı, insanı bir yerinden tutan, tanıdık gelen, akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor. Şahsen okuduğum tüm kitaplarında kalbime ya da aklıma dokunan bir yeri var. Mesela; tarihle harmanlanmış Konstantiniyye oteli; yazarın okuduğumyedinci kitabı. Zülfü hüzün veren masum tutkulu bir aşk hikâyesiyle “Serenad” kitabında gece ve keman eşliğinde Wagner'ın yazdığı Serenad Für Nadia'yı dinlemek, töreye kurban hayatları anlatan “mutluluk” kitabında insanlığa dair bir umut vadeden İrfan’ın annesinin söylediği "insanlar bir araya geldiklerinde birbirinin zehrini alırlar" sözü, farklı kültürdeki insanları ortak bir kaderde birleştiren “Leyla’nın Evi” kitabında Leyla' nın evi Leyla' ya diyerek o göz yaşartıcı final sözü, “Son Ada” kitabındaki martıların zekası ve cesareti. Aslında orada bir anne pelikanların yavrularına yiyecek bulamayıp aç kalmamaları için kendi etinden parçalar koparıp doyurduğu hikayesi vardı ama araştırdığımda bunun gerçekliğine dair bilgi bulamadım ki öyle bir şeyin olma ihtimali bile can acıtıcı.. ”Orta Zekalılar Cenneti” kitabında taklit ülke oluşumuzu anlatan deryadan habersiz mahiler yazısı ve orta zekalıların tanımı yerinde yapılmış, merak uyandıran polisiye hikayasiyle “Kardeşimin Hikayesi” kitabında “öyle bir yer var mı gerçekten” dediğim Athos Dağı’nın yani Ayranoz’un hikayesini anlatayım size. 15. yüzyılda bugünkü 20 manastırın 19’u tamamlandı. Daha sonra yapılan eklerle manastırlar genişledi. ” Dinsel amaç ya da bilimsel araştırma isteğiyle yalnız erkekler Aynaroz’a gidebilir” gerekçesiyle 1045’te çıkarılan bir fermanla kadınların Aynaroz’a girmeleri yasaklandı. Bugün hala burada 1.500 keşiş; sade ve dünyadan uzak bir yaşam sürerler, ekim yaparlar ve bazı el sanatlarıyla uğraşırlar. Yani dünyada kadınların olmadığı bir yer sizce de kulağa hoş gelmiyor mu:) Ayrıca yine kardeşimin hikâyesi kitabında kitabın kapağına değinmek istiyorum. Çünkü kitap kapağındaki fotoğrafın hikâyesi kitabın hikâyesiyle birebir uyumlu. Okuyanlar bilir Kardeşimin hikayesi engellenmiş bir aşk hikayesi. Fotoğraf ise gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerinden René Magritte ait. İşte bu ressamın hikayesi, kapak resmindeki çiftin yüzlerinin neden kapalı olduğunu anlatıyor. Hikaye şöyle: Evlerinin kenarında ırmak geçen bir kasabada yaşayan 5-6 yaşlarında bir çocuk gece gürültülere uyanıyor. İnsanlar ellerinde meşalelerle ırmağa doğru koşuyorlar. Vardıklarında çocuğun gördüğü manzara ırmağa atlayarak intihar ettiğinde geceliği yüzünü kapatmış bir kadın. Kadını çıkarıyorlar yüzünü açıyorlar kadın çocuğun annesi. İşte bu görüntü yıllarca çocuğun belleğinden gitmiyor. Ressam oluyor ve resimlerinde bir dönem hep insan portreleri çiziyor. Ama hep yüzleri kapalı.İşte o resimlerden biri “kardeşimin hikayesi” kitabının kapak resmi.İşte tüm bu bilgiler yüzünden yazıları edebi nitelik açısından tatmin edici olmasa da itiraf etmeliyim bir şeyler öğrendim ve derslerle ilgili yoğun zamanlarımı değerlendirdim anlamında beni tatmin etmeye yetiyor. Livaneli; Konstantiniyye oteli kitabında; neden İstanbul Oteli değil de Konstantiniyye ismini kullandığını şöyle açıklıyor.“Bilindiği gibi Konstantiniyye Roma ismi ve Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde ismini Fatih, Mehmet vs gibi herhangi bir isim koyabilirdi. Hatta Kilisleri camiye çevirdiğinde de isimlerini değiştirebilirdi. Değiştirmedi. Mesela kutsal bilgelik anlamına gelen Ayasofya gibi. Şehirlerin bir ruhu var ve bu ruhu rejimler de değiştiremiyor. Bende değiştirmedim, çünkü Konstantiniyye diyerek aslında ne kadar kültürel zenginliğe sahip bir tarihi olduğuna göndermeler yapmak, bu ruhu ben de yaşatmak istedim. Diğer bir sebepte; Hz. Muhammed'in "Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne kutlu ordudur" hadisi. Peygamber'in hadisinde bir harfi değiştirmek günah; o Konstantiniyye diyor. O öyle diyorsa biz nasıl onu değiştirebiliriz!? Ve Napolyon’un bir sözü..Diyor ki, "Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak Konstantiniyye olurdu." Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde bağladım.” Livaneli kitabı üç yılda yazmış. Okumayanlar için olay örgüsüne fazla değinmeyeceğim ama zaten olay örgüsü yok daha çok öykü tarzında bir kitap. Kırktan fazla karakteri İstanbul üzerinden Osmanlıdan başlayarak yakın tarihte şahit olduğumuz 60 darbesi, 80 darbesi, Uludere-Sivas-Maraş katliamlarını, gezi direnişi, töre cinayeti, rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük ve daha birçok kavram ve olayları geçmişten günümüze anlatmak için büyük bir otelde bir araya getirme fikrini sevdim. Tarih tekerrürden ibarettir vurgusuyla işlenen kitapta karakterler üzerinden insan profilleri irdelenmiş. Kısa öykülerde değişik hayatlar anlatılmış ve birer son yazılmış bunlardan bazıları çok etkileyici. Kitapta ironi olarak en çok etkilendiğim daha doğrusu gülümsememe neden olay anlatı; Müslüman bir ülkede, işlettiği 37 genelev sayısıyla 6 kez vergi rekortmeni olmasıydı. Bu biraz gerçeği yansıtmıyor çünkü gayrimenkullerde gelir beyanına esastır ama gayrimenkulleri alacak para nereden sağlandı derseniz işte orası ironik  Her neyse benim bu kitapta hafızamdan silinmeyecek bilgi; 1800’lü yıllarda İstanbul’un bir parçası olarak benimsenen sokak köpekleri modernleşme çabasıyla birlikte sorun olarak görülmeye başlar. Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı, Suphi Bey, İstanbul’u sokak köpeklerinden temizlemek amacıyla 80 bin köpeği tek bir dal bulunmayan kaya parçası Hayırsızada’ya sürgüne gönderir ve onları önce açlıktan birbirini yemeye, sonra da çığlık sesleri içinde ölüme terk eder. Bu olay için Ermeni soykırımı tatbikatı deniliyor. Bu satırlar ve düşünce aklıma, bomba ve füze'yi birleştirip ortaya eşsiz bir silah çıkardığını düşünen ve Suriye'yi Rusya'nın askeri tatbikat alanı olarak gören Putin’i getirdi. Kitabın giriş kısmı, kişiler hayal ürünüdür gibi bir cümleyle başlasa da karakterleri irdelediğinizde günümüzde cemiyet, siyaset, iş ve medya dünyasından tanıdık isimler bulacaksınız. Ben hikaye anlatımında geçen karakterleri Cem Uzan, İlber Ortaylı ve Yılmaz Özdil’le bağdaştırdım. Livaneli’nin siyasete girmesini her daim gereksiz olarak değerlendiriyorum. Kendisi, bu kitabında da görüşümü tasdiklercesine hatalar yapmış. Siyasette yaşadığı hezimeti iktidara mesaj verme kaygısıyla hikayelerinde objektif yaklaşımdan uzak tutmuş. Birçok örneği mevcuttur ama şuraya takıldım, entelektüel birikimi bu denli fazla olan birinin “Osmanlı padişahlarından neden hiç kimse hacca gitmemiştir?” sorusu tezime çanak tutacak niteliktedir. Gelelim negatif olarak addettiğim ikinci hususa. Zülfü Livaneli’yi hep bir şeyler anlatma heyecanı ve telaşı içinde Sunay Akın’a benzetirim. Kitaplarında da bunu fazlasıyla göstermek ister. Burada da özel bir yemek yapmak isterken tüm baharatları yemeğe boca etmiş bir aşçı telaşında görüyorum kendisini. Aslında 700 sayfa olan kitabı 476 sayfaya indirmiş ama yine de bu onun hikâyenin uzamasından hata yapmasına engel olamamış. Karakterler üzerinden bir yerde keskin ifadeler kullanırken diğer yanda aynı tutum esnemeye uğruyor dolayısıyla tutarsızlık baş gösteriyor. Bkz. Zehra artık hiçbir şeye şaşırmıyordu/ Zehra olayı şaşkınlıkla karşıladı. Bu bağlamda Livaneli’yi eleştirirken yayınevini es geçmek olmaz. Doğan yayınevinden çıkma kitap, kağıt baskısı yüzünden korsan kitabı andırmakla beraber etiket fiyatını hak etmiyor. Editöryel hatalar oldukça fazla. Karakterlerden birinin ismi Serhat’ken diğer sayfada Serdar olmuş mesela, ya da sabah namazının 5 vakit oluşu.. Sanırım editör-yazar ilişkisi zayıf. Ya da Doğan yayınevi “nasıl olsa Zülfü Livaneli ne yazsa her türlü okunur” demişler iyi hoş da bu yayınevi etiğine uymayıp okura saygı ilkesiyle bağdaşmıyor. Kitaptan altını çizdiğim çok nokta var ama cümle değil fikir niteliği taşıdığından her biri ayrı bir irdeleme konusu o yüzden burada belirtmeyeceğim.