gül ekmen, 165 adet değerlendirme yapmış.  (9/24)
Elsa'nın Gözleri
Elsa'nın Gözleri

3

Louis Aragon’u ; Cengiz Aytmatov’un “Cemile” kitabını okurken dünyanın en güzel aşk hikayesi” söyleminden sonra merak edip okumaya karar verdim. Çünkü malumunuz üzere Aragon dillere destan bir aşkla bağlandığı Elsa’yla 42 yıl birlikte olmuş ve bu süre içinde aşık olduğu kadına herkesin bildiği “Elsa’nın gözleri” şiiri gibi onlarca şiir yazmıştır. Gerek Türk gerek yabancı şairlerde aşkı anlatmada hep erkekler ön planda olmuştur. Cemil Meriç’in Lamia’sı, Turgut Uyar’ın Tomri’si, Orhan Veli’nin Nahit Hanım’ı, Sezai Karakoç’un Mono Rosa’sı, Özdemir Asaf’ın Lavinya’sı, Dali’nin Gala’sı Kafka’nın Milena’sı vs. Haşmet Babaoğlu bir yazısında “Tanrı kadınlara aşkı cesaretle yaşamayı biz erkeklere ise yazmayı bahşetmiştir ”demiş doğru mu acaba bilemiyorum. Ama şahsi fikrim ben erkeklerin aşkı anlatıştaki samimiyetlerine daha çok inanıyorum. Önyargılarımdan mı anti feminist yanımdan mıdır bilemiyorum kadınların yazdıklarını samimiyetsiz bulduğumdan aşkla ilgili şiir roman tarzında yazdıklarını okumuyorum. Sanırım bir tek Frida Kahlo’nun Diego’ya olan aşkına inanıyorum. Kim bilir beni aşkına inandıran bir kadın şair okurum. Şimdilik yok. Gerçi yazana değil yazdırana bak gibi bir durumda söz konusu mesela Lamia gibi kadınlar adama şiir yazdırırlar. Ya da “Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?” durumu da var. Bu iki durum için şöyle söyleyebiliriz. Birincisi, tutkularını kendileri üstünden yaşayarak, yalnızlıklarını, buhranlarını, gözlemlerini yazanlar; ikincisi, tutkularını birine yönelterek, onun üstünden ilerleyerek yazanlar. Aragon ikinci kısma giriyor sanırım . Gelelim bu romantik aşk hikayesinin Aragon’u hüzne boğan bir diğer gerçeğine. Aragon Elsa’ya tutkuyla bağlıdır peki ya Elsa? Elsa 1970’de kalp krizinden öldüğünde Aragon Elsa’sız nasıl yaşanır bilmediğinden onu çok özler Paris’teki evlerinde ona dair bir şeyler bulmak için odasına gider fakat çekmecede Elsa’nın birlikte olduğu ve olmak istediği erkelerin listesini ve içinde “herkes beni sevsin tüm erkekler bana hayran olsun istiyorum” yazan bir günlük bulur. Tabi Elsa artık ölmüştür ve Aragon’da “bunlar ne anlama geliyor? Elsa onu aldattı mı? Aldattıysa Neden?” sorularına cevap bulamadan son günlerini bu soru işaretleriyle yaşayarak ölüyor. Tabi bu isimler listesi Elsa’ın Aragonu aldattığı anlamına gelmez. Ki aldatmak kavramı; fiziksel birlikteliğin çok masum kalacağı çok derin aldatmalara gebedir. Ama Aragon’un bu günlüğe yazılanlara ya da isim listesine gülüp geçmeyip kahrolması demek Elsa’nın ona olan aşkından şüpheye düşmesi demektir. Aşkta şüphe! Aragon’un bir diğer ünlü dönemin Fransa’sında mutlu birliktelik yoktur temasından yola çıkarak yazdığı “mutlu aşk yoktur” şiiri; hayat ve aşk bazında onun için gerçek olmuştur. Peki Elsa bu listeyi neden yapmıştır. Gelelim Elsa’ya; Elsa Moskava’da yaşadığı dönemde ilk aşkı ünlü şair Vladimir Mayakovski’yi ablası Lili’ye kaptırmıştır. Bunu hazmedemeyen Elsa ünlü yazar, şairlerle aşk yaşamaya başlamış ve bunları ablasına “bak beni de çok seviyorlar” diye nisbet yaparcasına göstermiştir. Bu bitmeyen tüm erkeler beni sevmeli durumu onun ilgi hastalığına yakalanmasına ve Aragon’a rağmen bu huyunu devam ettirmesine neden olmuştur. Esasen kendisi de yazar olan ve edebiyat ödülü alan Elsa; romanlarının iyi olduğunu söyleyenlere “mutsuz bir kadınım ve mutsuzluğu iyi anlatıyorum hepsi bu” diyecek kadar mutsuzdur. Adına şiirler yazan, ona tüm sevgisini ve imkanlarını sunan bir erkek bir kadını nasıl mutlu eder? Tabi ki bilmiyorum:) Kitaba gelecek olursak; şiirde duygu ön plandadır. Pekala, bir duygu çeviride nasıl aslını ve ifadesini koruyarak aktarılır? Okumayı ciddiye alan okuyucular derler ki; “kitaplar yazıldığı dilde okunmalıdır”. Tabi her dili bilmenin mümkün olmadığı bizim gibiler için el mahkum kendi dilimizde okuyacağız:) Bir İtalyan atasözü de“çeviri kadına benzer;güzel olursa sâdık olmaz,sâdık olursa güzel olmaz” demiştir. Ufku geniş olmayan bir çevirmenin; başka bir coğrafya da, başka kültürde yaşamış bir başkasının duygularını, aşkını, bakış açısını bizlere doğru aktarabileceğini düşünmüyorum. Mesela Elsa’nın gözleri şiirini çeviren Orhan Veli ile Hüseyin Demirhan arasında ifade farkı vardır. Bu farklılıktan yola çıkarak bu kitap için çeviride başarı sağlanamadığı için kitabın içinde anlatılan aşkın yüreğime dokunmadığı yönünde izlenimim var. Ve bundan sonra da yabancı eserlerde kendi dilinde hariç şiir kitabı okumamak gibi bir düşüncem var. Gerçi hakkını yemeyelim kitabın çevirmeni Hüseyin Demirhan’da çeviri olayını ciddiye almış yıllarca yaptığı çevirinin yetersiz olduğunu düşünüp aslına sadık kalma düşüncesiyle her defasında beğenmeyip yeni baştan yazmıştır. Hatta eserin çevirisini tamamlayamadan vefat etmiştir. Velhasıl şiir kitaplarının duygu bütünlüğünü bozmamak adına çevirisi yapılmamalıdır diye düşünüyorum ya da yapılacaksa şairin yüreğine denk düşen başka bir şair yada çevirmen tarafından yapılmalıdır. Mesela Aragon’nu Nazım çevirseymiş…

Semaver / Sarnıç / Şahmerdan / Lüzumsuz Adam
Semaver / Sarnıç / Şahmerdan / Lüzumsuz Adam

7

Saik Faik; Cumhuriyet dönemi sonrasında dönemin yazarları şairleri gibi doğu-batı medeniyetleri arasında hiç bir akımın etkisinde kalmayarak, klasik öykü tekniğini yıkarak kökü kendisinde olan modern Türk öykülerinin öncülerinden biri olmuştur. Öykülerinde daha çok toplumsal sorunları değil bireysel sorunları ele alan, daha doğrusu edebi bir özellik olup olmadığı kaygısı taşımadan aklına ne gelirse yazan, kendi özgün dilini oluştururken André Gide ve Jean Genet gibi isimlerden etkilenen yazarın ölümünden sonra Burgaz Adası'ndaki evi müzeye dönüştürülmüştür. Adına her sene öykü ödülü verilen Abasıyanık’ta benim için Genet gibi anlamlandıramadığım, kendimle bütünlük kuramadığım yazarlar kapsamında yerini aldı. Saik Faik için genelde huzursuz ve yalnız bir adamdı tanımı yapılır. Bu huzursuzluğa etken şey içinse onun “işe yaramıyor hissi” içinde olmasını söylerler. Varlıklı bir ailenin ferdi olan Sait Faik; “Yazı yazmayı iş saydığım için başka bir iş yapmamaya karar vermiştim kim ne derse desin. Yalnızca yazılarımla geçinme kararımı kafamdan kimse söküp atamaz” demesine karşılık yine de kendisini bir işe yaramayan adam hissi içinde bulur bunu da agresif tavırlarıyla etrafına belli edermiş. Bir yurtdışı seyahati sırasında pasaportuna “işsiz” yazılmasına fena içerlemiş birçok sohbet ortamlarında ve yazılarında bunu dile getirmiştir. Yalnızlık hissini ise; babasının ölümü, Medar-ı Maişet Motoru ilk kitabının toplatılması ve siroz teşhisi konması üzerine üç kez yazmayı bırakmış ama kendi iç dünyasındaki kargaşadan ve sürekli kafasında dönen kurgulardan kurtulamaması üzerine tekrar yazmaya başlayarak “yazmasaydım delirecektim” diyecek kadar belli etmiştir. Daha çok kitaplarıyla yazar olarak tanıdığımız Sait Faik’in şair yönü de vardır. Fakat şiirlerini okuduğumda yüreğime dokunan mısraları yok denecek kadar azdır. Sanırım bu benim, şiir yazma da ölçünün hecenin sonradan öğrenilebilir ancak o yüreğe dokunan duygunun doğuştan gelen bir yetenek olduğuna inandığım olgusundan ileri gelebilir. Mesela bir Ahmed Arif, bir Cemal Süreya daha hisli adamlarmış gibi geliyor ve bu adamlar sanki şiir yazmak için doğmuşlar gibi hissettirdiklerinden onların yazdıklarını duyguda örtüştürebiliyorum. Benim için Sait Faik’te durum böyle değil bilemiyorum belki de bu durum benim önyargılarımdan biridir. Kitap; içinde çarpıcı betimlemeler ve aforizmaların bulunduğu kısa öykülerden oluşuyor. İtiraf etmeliyim öyküler sürükleyici değil ama her öykü kelime dağarcığınızı geliştirmek adına bir şey öğreniyormuşsunuz hissiyatı vermesinden ötürü okumaya devam ediyorsunuz. Zaten kendisi de öykülerin sonunu güzel bağlayayım diye bir çaba içine girmemiş, içinde biriktirdiklerini anlık bir anlatımla bir nefeste kendine özgü sade üslubuyla yazmıştır. Bu öyküler kitabında benim en çok duygulandıran öykü “İpekli mendil”dir.” İhtiyar Talebe ise en acıklı öyküsüdür. “Meserret oteli” içinde geçen bir resimdeki portreyi anlatırken ki betimlemeye inanılmaz şaşırdım kendi kendime “insan böyle bir benzetmeyi nasıl yapabilir ki” dedim. Saik Faik için; yazarlarında normal insanlardan üstün bir tarafı olmadığını belli etmek istercesine halktan olduğunu Burgaz adada öylesine mütevazi bir hayat sürdüğünü cenazesine katılan edebiyat dünyasının ünlü şairleri yazarları sayesinde aslında şöhretli ve mühim bir yazar olduğunu anladıklarını söylerler.

Cemile
Cemile

7

Cengiz Aytmatov; Kırgız kökenlidir ve yazarlığının yanı sıra onu Avrupa Birliği, Nato, Unesco ve Benelüks ülkelerinin Kırgız delegeliğini üstlenmiş siyasi yaşantısıyla da tanırız. Kırgız Türklerinin içinde bulunduğu coğrafyayı, tarihi kültürel yapısıyla birlikte halkın acılarını, destansı mücadelelerini tüm dünyaya anlatmak, hafızalarda milletine dair bir bilinç oluşturmak ve yaşatmak adına 161 dile çevrilen eserlerinde epey bir uğraş verdiğini görüyoruz. Cemile; bir Kırgız köyünde geçiyor. Başkahraman Cemile’nin öyküsü kocası Sadık’ın kardeşi 13 yaşındaki Seyyit tarafından anlatılıyor. Hikayeye kısaca değinecek olursak; Cemile köyün en alımlı ve güzel kadınıdır savaş zamanı yaşı gelen tüm erkeklerle birlikte Cemile’nin kocasını da askere alırlar, köyde işleri yapacak erkek kalmadığından Cemile’nin çuvalları taşıması istenir, kaynanası ilk başta karşı çıksa da kaynı ile birlikte çalışmasına izin verilir o sırada askerden bir ayağı sakat dönen Daniyar’da onlara yardım etmektedir. İş güç arasında türküler söylenir falan gel zaman git zaman bu türküler Cemile ile Daniyar’ı birbirine yakınlaştırır ve köyü terk ettirecek kadar güçlü bir aşk başlar. Seyyit olanları görür ama bu aşkın karşında hiç bir şey yapmaz çünkü oda Cemile’ye aşıktır. Cemile’nin mutlu olmasını ister. Askerden dönen Sadık ve köy halkı onları arasa da bulamaz ama Seyyit resim yapma yeteneğiyle onların kaçtığı geceyi resmetmiştir bile. Aytmatov’un filmi çekilen eserlerinden birisidir Cemile. Filmi izlemediğimden ve kitabın filme dönüştürülmesini doğru bulmamak gibi bir önyargıya sahip olduğumdan kitaptaki bana geçen duygu izleyiciye nasıl geçti bilemiyorum. “Zaman sensin” diyerek sevdiği kadını kendine kilitlemiş, Nazım döneminde yaşamış Elsa’ya aşkıyla unutulmaz şiirlerin şairi Louis Aragon; Cemile kitabı için “dünyanın en güzel aşk hikayesi” demiş. Benim de bu iddialı söz dikkatimi çekti. Hangi durum hangi tutum bir aşkı dünyanın en güzel aşk hikayesi yapar ki? Sanırım aşk için en yalın haliyle söyleyebileceğimiz kelimelerden biri “ aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” cümlesidir. Bu hikâyedeki gibi aşk için, evinden, yurdundan, eşinden dahası her şeyden vazgeçmektir aşk, kendi adına yaptığın en büyük cesarettir bir devrimdir aşk. Yoksa bizim yaşadığımız gibi “pastam dursun ama karnım doysun” durumunda aşk, aşk olmuyor işte. Aşk demek fedakârlık demek. Tüm dünyayı karşına almak demek. Aşk; öyle yüce bir duygu ki tüm çirkinlikleri, etik dışı hareketleri temize çekiyor. Bunu Milena’ya mektuplarda da gördük. Milena evli bir kadın Kafka’yla aşk yaşıyor, burada da Cemile evli bir kadın ve Daniyar’la kaçıyor öte yandan Seyyit’in yengesine aşık olması gibi ensest bir durumda söz konusu. Yaşantımda ya da çevremde bu tarz olayları gördüğümde önce nedeninin ne olduğuna bakıyorum. İçinde çıkar durumu sezinlediğimde olay çirkinleşirken sadece aşk olduğunu bildiğimde kutsallaştırıyorum. Peki aynı olay üzerinde çirkinlik ve kutsallığa neden olan olgu nedir? Sadece masumiyet. İnsana bahşedilen duygulardan biri olan masumiyet; ruhun derinliklerinde bulunur ve korumamız için bize verilmiştir. Aşk; ruhun derinliklerindeki bu masumiyeti ortaya çıkarır. Yaşımız kaç olursa olsun, ne kadar kirlenmiş olursak olalım aşık olduğumuzda en saf, en masum halimize döneriz. Bu yanılışlar, sanmalar, çekilen acılar da o masumiyettendir. Bu hikayede de Cemile’yi evli bir kadın gibi değil genç kız gibi görmemiz, Daniyar’la kaçışını içten içe “aman kimse görmeden yakalanmadan kaçsınlar” diye okumamızı işte bu anlatımdaki masumiyetten yaparız. Diğer kitaplarını okumadım ama Aytmatov’un herkesin bildiği “Selvi Boylum Al Yazmalım” kitabında “Sevgi nedir? Sevgi emektir?" diyerek esas kızın sevdiği adama gitmemesi burada ki işlenen aşka uymuyor. Zannımca güçlü bir aşk; emek, vicdan, iyilik dinlemez sevdiceğinin peşinden götürür gibi geliyor. Doğru mudur değildir nankörlüktür elbet ama işte bu “ama”lar bir bir çok alanda tartışılır. Mesela; aklı başkasında kendisi mutlu olmayan biri, bir başkasını nasıl mutlu edebilir ki? Kitaptan Altını Çizdiklerim: - …… hiç konuşmadık. Konuşmak şart değil ya. Hem duyup düşündüklerini insan her zaman ifade edemez ki. Zaten kelimelerde her şeyi ifade edemez.

Milena'ya Mektuplar
Milena'ya Mektuplar

7

Kafka’nın daha önceden insanı düşüncelere gark eden dönüşüm kitabını okudum. Kafka’nın yazarlığı hakkındaki düşünceler tartışmasız hali hazırda bellidir. Lakin Milena’ya Mektuplar..Milena’ya mektuplar Kafka’nın olmasa yarıda bırakılacak bir eser. Hatta edebi niteliği olmayan bir eser. Çünkü Kafka; Milena’ya Mektuplar kitabının yazarı değil Milena’ya yazdığı mektupların sahibi. Bu arada Milena ismi Çekçe’de Milenka’nın kısaltılmışıdır ve Kafka ile Milena’ya dönüşen bu isim “Sevgili, bir tek” demektir. Bu sevgiliye yazılan mektuplardan basılma kitaplardan daha önce Orhan Veli’nin “Nahit Hanım’a Mektuplar” kitabını okumuştum. Okurken Orhan Veli kadar canım acıdı, onun kadar yalnız, onun kadar parasız ve onun kadar çaresiz hissettim. Hatta öyle bir his ki Nahit Hanım’ın o bitmeyen nazı cazı Orhan Veli’nin sayfalarca tutan mektubuna cevaben iki satır yazması fena halde sinirimi bozdu. Buna rağmen oradaki mektuplar oradaki aşkı daha bir anlaşılır kılıyordu. Açıkçası bende Kafka’yı okurken bu hissiyat oluşmadı. Öyle sosyal medyada karşımıza çıkan "düşünebiliyor musun Milena yan yana yürüyorduk sen ve ben ..düşünebiliyor musun" gibi romantik cümlelerin sayısı bu aşktaki çaresizlik, hastalıklı, ruhsal buhranlarla zorluk içinde geçen satırlardan fazla değil. Neden bir okuyucu olarak kitapta süslü romantik cümleler bulamayışımızın nedeni bu işte. Kafka mektuplarını bir gün kitap haline dönüştürmeyi hiç düşünmemiş hatta diğer eserlerini de yayımlamayı düşünmemiş. Hepimizin yaşadığı gibi günlük hissiyatlar ve olaylar silsilesinde o dönemin zamanın gerektirdiği gibi yaşadıklarını Milena’yla paylaşmıştır. Dolayısıyla her satırı aşk içeren cümleler yok. Zaten Kafka verem hastalığının pençesinde Milana’ya olan imkansız aşkın karşısında tedaviyi reddetmiş ve genç yaşta ölümü seçmiş. Milena’yla ortak arkadaşı olan Max Brod’a ölümünden sonra bunların yakılmasını vasiyet etmiş. Ancak Brod bu vasiyete riayet etmeyerek mektupları yayınlamış. Edebiyat dünyasında biz okurların kimi Kafka’nın mektuplarını saklamayıp arkadaşına veren Milena’ ya kızmıştır, kimi bu özel ve kişisellik içeren duyguları yayımlayan arkadaşına kızmıştır. Yayınlamasaydı biz bu aşkı bilemeyecektir diyenler olmuştur ya da benim gibi “başkasının aşkını ya da rutin hayatını okumak ona önem veren için önemlidir” diyenlerdenseniz bu nedenle de başkasının özel hissiyatlarını içeren şeyleri okumaya tenezzül etmeyenlerdenseniz hadi neyse kitap olmuş bari okuyayım deyip te sadece tek taraflı mektuplar olduğunu görüp karşılıklı yazışmalar olmadığından aşkı anlamlandırmada bütünlük kuramadıysanız ne gerek vardı ki yayımlamaya der ve yayımlayanın iyi niyetinden şüphe edersiniz. Düşüncelerim bir yana bu kitaptan sonra Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektupları içeren kitabı okuma hevesim kaçtı. Kitabın konusunu zaten biliniyordur ama kısaca anlatmak gerekirse; başkasıyla evli ve başka bir şehirde yaşayan Milena ile Kafka’nın Prag’da tesadüfen bir cafede tanışıp Kafka’nın Almanca olan eserlerini Milena’nın Çekçeye çevirmesiyle başlayan ve devamında yüz yüze 2-3 kez görüştüğü ama mektuplarla 3 yıl süren bir aşkı anlatıyor. Kitabın konusu bu ama işte kitabı okurken bir sürü şey düşündüm. En başta geleneksel yapımız gereği böylesi bir ilişkinin etik olmadığı aşikâr. Ancak ben her durumda niyete bakarım niyet iyiyse ve eğer ki aslonan hislerse; hislere söz geçmeyeceği yönünde düşünürüm. Bunun karakterle de bir ilgisi yoktur. Yani evli bir adama ya da kadına aşık olmak karaktersizliktir diyemem. Bu etik olmayan bu kadar acı, çaresizlik ve bunalımları yaşatan aşka niye düşmüştür bu ikisi? Karakterleri ele alacak olursak; Milena anne ve babasının birbirlerini aldatarak yaşadığı bir evliliğe tanıklık ederek büyümüş 16 yaşındayken annesini kaybetmiş babasının maddi anlamda başka kadınlarla savruk bir ilişki yaşamasından yola çıkarak kendisini sevmediğini düşünerek babasıyla sürekli bir çatışma halinde yaşamıştır. Sevgisiz çocukluğu hayatı boyunca yalnız kalacağını düşündürmüştü ona. Ve bu psikolojideki her genç kız gibi Milena’da yüzüne gülen ve sarılan bir adama kapılır. Babası onaylamayınca da ona inat o adamdan hamile kalır ve sonra evlenir. Ancak bu şekilde bir evlenme şekli “Kafka’nın da mektuplarında Milena’ya sürekli anlatmaya çalıştığı “Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek” anlatımında olduğu gibi Milena’ya aşk getirmemiştir. Bu bağlamda boşlukta olan herkes kendisini aşka davet insana gider. Kafka zaten iki kez evliliğin eşiğinden dönmüş evlilik korkusu olan bir insan. Merak ediyorum Milena ne yapmıştır da bu imkânsızlıklara rağmen Kafka’yı elinde tutmayı başarmıştır? İlişkinin nedenlerini niçinlerini ancak ve ancak o ilişkiyi yaşayan iki kişi bilir. Ancak bu konuda kendimce çözümlemem şudur: Milena; Kafka’ya duymak istediklerini değil, söylemek istediklerini söylemiştir. Yani Kafka nasıl ki yazışmalarının ilk başlarında mektup sonlarına Franz Kafka diye yazarak bitiriyorken sonra sonra Franz, Senin Franz, Senin F. ve en son Kafka’nın bu aşkla birlikle Milena’ya dönüştüğü ve sadece “senin” kalması gibi, belki de Milena’da bu aşkla kendi olmaktan çıkıp Kafka’ya dönüşmüş olabilir. Yani gerçek AŞK… Okurken bir sürü şey düşündüm dedim ya aşk iyimser bir bakış açısıydı. Belki de zaten ölüm döşeğindeki Franz’ın Milena’yı hayata tutunacak destek olarak görmüştür ya da Milena mutsuz evliliğine heyecan aramıştır dedim, sonra belki de maddi açıdan bir çıkar durumu mu vardır dedim yok canım bunun için bu kadar uzaklık ve imkansızlık niye seçilsin dedim, o zaman Kafka Milena’yı değil de ona yazma konusunda ilham veren kendi kafasında yarattığı kadına yazmayı mı sevdi dedim (malumunuz yazarlar, şairler, söz yazarları aşktan beslenir ama bu aşk hiç karşılıklı olan değildir ya platoniktir ya imkansızdır yada terkedilenin çaresizliği terk edenin pişmanlığı üzerine yazılan yazılardır ve çok ta güzel eserler çıkar. ) Sonra o düşüncemden de vazgeçtim öyle olsa Kafka beslendiği bu aşkı kitaba dönüştürür paraya çevirirdi dedim. Milena kendi mektuplarını saklarken Kafka’nın mektuplarını niye teşhir etti aslında Kafka’nın Mektuplarını yayımlayarak aslında paraya dönüştürme niyeti Milena’da mıydı diye düşündüm. Bu arada Kafka’nın mektupları Kudüs'deki Kafka Müzesi’nde bir kasada korunmaktaymış. Neyse farazalar üzerinde bayağı bir beyin fırtınası yaptım. Ancak kitapta geçen ve gerçekliğini konuşabileceğimiz tek konu var Yahudilik. Kafka yahudidir ve dönemin Almayasında üç kız kardeşini Nazi kamplarında kaybedecek kadar olayların içindedir. Bu olaylar Milena’ya da mektuplarında sürekli Yahudi olmanın negatif yanlarını yaşadığını anlatmasından sanki bir eziklik psikolojisinde olmasından bu Yahudilik olayının Kafka’da derin psikolojik problemlerin temelini hazırladığını görüyoruz. Günümüzde öneminin yitiren bu mektuplaşmak ve mektup üzerine Kafka’nın düşüncesini paylaşmak istiyorum. "Mektup yazmak, hayaletlerin önünde soyunmak demektir, ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten. Yazıya dökülen öpücükler yerlerine ulaşmaz, hayaletler yolda içip bitirir onları." demiş. Ben mektup yazmanın gücünü bilemiyorum bu tarzda bir mektuplaşmam olmadı ama bir kalemin kağıt ile buluşmasında meydana gelen aşkın gücüne inanırım. Şiir olsun, edebiyat olsun yazmak; aşk için yapılan en büyük devrimdir. Kitaptan altını çizdiklerim: -Bak Milena, 'en çok seni seviyorum' diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki, 'sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla' dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.

Orta Zekalılar Cenneti
Orta Zekalılar Cenneti

5

Zülfü Livaneli müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen kişiliğiyle tanıdığımız; 1996 yılında Unesco tarafından büyükelçilik verilen, dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulunan, 19 Mayıs 1997 tarihinde Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanan, 30 film müziği ve Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi sanatçılarında yorumladığı 300’e yakın beste yapmış sanat adamıdır. Böyle çok yönlü insanlar için genelde “herkes kendi işini yapmalı, tek bir işte ustalaşmalı” önyargısı fazladır. Livaneli kitapeki.com editörü Zafer Köse'yle söyleşisinde bu konuyla ilgili “anıldığım sıfatlardan sadece gazeteci ve politikacı denmesine itiraz ediyorum. Ayrıca özellikle Türkiye gibi duyarlılığın fazla olması gereken ülkelerde “ben sanatımla meşgulüm başka bir platformda düşünmüyorum fikir beyan etmiyorum deme lüksünüz yok. ” der. Yoruma açık bir konu.. Tabi günümüzde bu yola çıkanların, Leonardo Da Vinci gibi bir döneminin önemli düşünürü, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamı olması zor. Livaneli kendini nerede hangi işte başarılı buluyor bilemem ama ben altı kitabını okumuş biri olarak daha çok yazar yönüyle tanıyorum. Gerçi bir makalesinde de o da “Bir ses sanatçısı değilim ben. Kendi bestelerimi, bir de müthiş geleneğimizden seçtiğim bazı deyişleri seslendiriyorum. Ne yazık ki Türkiye’de besteci ve yorumcu ayrımı pek fazla yapılmaz. Bir bestenin kalitesi nasıl anlaşılır? Yaygınlık bu işteki tek ölçü müdür? Elbette hayır! Bir bestenin en büyük sınavı zamandır. Eğer beste yıllara dayanabiliyor, bestelendikten 20–30 yıl sonra hala söyleniyor, hele kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa sınavı geçmiş demektir.” demiş. Belki o da kendini yazar olarak görüyordur. Yazarlığı konusunda kendisinin negatif bir yerde gördüğünü okumadım. Orta Zekalılar Cenneti yazarın okuduğum 6. kitabı. Zülfü Livaneli her kitabında farklı, insanı bir yerinden tutan, tanıdık gelen, akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor. Şahsen okuduğum tüm kitaplarında kalbime ya da aklıma dokunan bir yeri var. Mesela; tarihle harmanlanmış hüzün veren masum tutkulu bir aşk hikâyesiyle “Serenad” kitabında gece ve keman eşliğinde Wagner'ın yazdığı Serenad Für Nadia'yı dinlemek, töreye kurban hayatları anlatan “mutluluk” kitabında insanlığa dair bir umut vadeden İrfan’ın annesinin söylediği "insanlar bir araya geldiklerinde birbirinin zehrini alırlar" sözü, farklı kültürdeki insanları ortak bir kaderde birleştiren “Leyla’nın Evi” kitabında Leyla' nın evi Leyla' ya diyerek o göz yaşartıcı final sözü, merak uyandıran polisiye hikayesiyle “Kardeşimin Hikayesi” kitabında Athos Dağı’nın yani Ayranoz’un benimde zaman zaman ah keşke dediğim hikayesini anlatayım size. 15. yüzyılda bugünkü 20 manastırın 19’u tamamlandı. Daha sonra yapılan eklerle manastırlar genişledi. ” Dinsel amaç ya da bilimsel araştırma isteğiyle yalnız erkekler Aynaroz’a gidebilir” gerekçesiyle 1045’te çıkarılan bir fermanla kadınların Aynaroz’a girmeleri yasaklandı. Bugün hala burada 1.500 keşiş; sade ve dünyadan uzak bir yaşam sürerler, ekim yaparlar ve bazı el sanatlarıyla uğraşırlar. Yani dünyada kadınların olmadığı bir yer sizce de kulağa hoş gelmiyor mu:) “Son Ada” kitabındaki martıların zekası ve cesareti. Aslında orada bir anne pelikanların yavrularına yiyecek bulamayıp aç kalmamaları için kendi etinden parçalar koparıp doyurduğu hikayesi vardı ama araştırdığımda bunun gerçekliğine dair bilgi bulamadım ki öyle bir şeyin olma ihtimali bile can acıtıcı.. ”Orta Zekalılar Cenneti” kitabında taklit ülke oluşumuzu anlatan Deryadan habersiz mahiler yazısı.. İşte tüm bunlar edebi nitelik açısından tatmin edici olmasa da itiraf etmeliyim ki çoğu Türk insanının edebiyat anlayışıyla paralel giden bir çizgi taşıyor. Orta Zekalılar Cenneti; 1991 yılında yayınlanan Türkiye Orta Zekâlılar Cenneti ile 2010 yılında yayınlanan Sanat Uzun, Hayat Kısa’dan derlenen yazılar elden geçirilmiş olarak tek kitapta toplanmış. Kitabın içinde anlatılan hikayelere bakılacak olursa orta zekalılar cenneti fazla iyimser kalmış sanki “geri zekalılar cenneti” denmek istenmişte denmemiş gibi. Hikayelerdeki üslup bana Aziz Nesin’i andırdı. Tabi Livaneli biraz daha aristokrat sayılır. Kitapta orta zekalıların tanımı şu şekilde yapılmış “''Orta zekalılar, pek bilgili olmasalar da kurnaz ve uyumludurlar. Üzerlerinde bir sevgisizlik kabuğu taşıyan orta zekalılar, toplumdaki saygın yerlerinin koruyabilir, insanların yaşamları hakkında kararlar verebilir, hepimizi yönetebilir ve pijamalarını giyip, balkona kışlık odunlarını istiflerken, ne bizler ne de vicdanları tarafından rahatsız edilirler. Rasyonel toplumlardaki, 'bir işi, en iyi yapabilecek kişinin üstlenmesi' kuralı alt üst olur. Örgütlü Orta Zekalılar, kendi dayanışmalarını kurarak yetenekli insanı yok eder ve kendilerinden birini oturturlar oraya. Her dönemde, her çevrede ve her aşamada....'' Nazım’ın Kuva-i Milliye eserinde dediği gibi “onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar” . Kitapta Osmanlı, kültür, gelenek, eğitim, kitap okumak, insan olmak, yazarlar günümüz Türkiye’si gibi konular üzerinde yazılar oldukça fazla. Haliyle her deneme yazısında bir durup düşünüyorsunuz. Kitabı okurken İçinde bulunduğumuz coğrafyaya baktığım zaman bende bir karamsarlık söz konusu olmadı değil. Hoş zaten kitabı okumadan da etrafıma bakarak da karamsardım. İnsanların yüzündeki hüzün bile daha masum kaldı artık, insanlar mutsuz, huzursuz ve daha kötüsü öfkeli.. Livanel’nin bu konuyla ilgili hoşuma giden bir yazısıyla noktalıyorum yazımı. “Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman... Bernard Shaw, "Gazetecilik, dünya savaşı başlangıcıyla, bisiklet kazasını birbirinden ayıramayan bir alandır" der. Sivri dilli Shaw böyle diyerek gazetecileri kızdırabilir ama benim asla böyle bir niyetim yok. Sadece gazete-televizyon haberlerini art arda izlemenin, günü anlamaya yetmeyeceğini belirtmekle yetineyim. Birbirinden kopuk gibi görünen birçok olay, aslında yaşadığımız günün ruhunu oluşturuyor ve bu da gazetecilikten çok edebiyatın, yani daha derin bir kavrayışın alanına giriyor. *** Bugünlerde sık sık Anton Çehov geliyor aklıma; büyük Çehov! Onun dahice örülmüş oyunlarında da her şey olağan gibidir. Gündelik yaşam, tembel bir nehir gibi ağır ağır akmakta ve insanlar kendilerini bu nehrin akıntılarına bırakmaktadırlar. Yaz bahçelerindeki beyaz giysili insanlar; piyano konserleri, yemekler, fıkralar ve entellektüel tartışmalarla vakit geçirirler. Ama oyun biraz ilerleyince anlarız ki, bu insancıkların hepsi derin bir huzursuzluğun pençesindedir. Durup durup ağlama krizlerine giren kadınlar, ölesiye sarhoş bir doktor, ona umutsuzca sevdalanmış bir genç kız, ölümü bekleyen bir ihtiyar... Hepsi de huzursuz ve her an isteri krizlerine açık bir kırılganlıkta yaşamaktadır ama dış görünüşte bunu farketmeye imkân yoktur. İç huzursuzluğu anlayabilmek için Çehov çapında dahi bir yazarın, insan ruhlarını, sandıktan çıkarılmış gizli bir çeyiz bohçası gibi kat kat açması gerekmektedir. İhtilale, yani büyük değişime akan bir toplumdaki derin huzursuzluktur bu. Taşlar yerinden oynamış ve insan ruhları onulmaz biçimde yaralanmıştır. *** Türkiye'de de ekonomik krizden daha yoğun olarak yaşanan kriz bence bu. Amacını yitirmiş, hayallerini tüketmiş ve yarınına umutla bakamayan bir toplum. Büyük değişimin sancılarıyla kıvranan ve ne olduğunu bir türlü anlayamayan huzursuz insanlar. Yerleşik değerlerin çöktüğü ama bir türlü yeni değerler sistemine geçemeyen insanların iki cami arasında bînamaz kalmış hali. Beni en çok bu durum korkutuyor biliyor musunuz! Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman, ekonominin ve siyasetin bu yarayı iyileştirmesi çok zor oluyor. Her akşam televizyon ekranında dinlediğimiz kur, makas, çapa çıpa, para kurulu formüllerinin ulaşamayacağı derinlikteki bir yara bu. Ve için için kanıyor.”

Amak-ı Hayal
Amak-ı Hayal

8

Filibeli Ahmed Hilmi; batılaşma sürecinde Osmanlı aydınlarının bilime yönelmesindeki keskin geçişi kabul etmeyerek bilim ve hikmeti bir arada savunan felsefi düşünürlerimizdendir. Üniversitede felsefe öğretmenliği yaptığı sırada oradaki bir sempozyum da “Eserlerinde bazı maddeci, pozitivist düşünürleri savunan Celal Nuri'nin "hakikate ulaşmak için bir tek aracımız vardır: “Bilim" görüşünü, "acaba hakikat nedir?", "hakikatin ölçüsü nedir?" ve "bilim ne demektir ve değeri nedir?" sorularıyla bilimin aslında varsayımlara dayandığını, bu yüzden de değerinin göreceli olduğunu, araştırma ve inceleme sonsuz olduğundan bilimin hiçbir zaman son sözü söylememiş bulunduğunu ve dolayısıyla bilimim hikmetten ayrı olmayacağına dair sorgulayıcı bir düşünce geliştirmiştir. Tabi ben İslamiyetin hakim olduğu bir coğrafyada mantığıma denk düşen kendi inanç sistemimden dolayı konu hakkında kesin bir yargıya varamayacağım zira çok derin bir konu. Kesin olan Filibeli Ahmet Hilmi’nin İslam felsefesini edebi bir dille anlatmaya çalışmış olduğudur. Neyse Filibeli siyasi bir meseleden sürgün edilir daha sonra Meşrutiyetin ilanıyla İstanbul’a geri döner . Gazete ve dergilerde yazmaya başlar. Hatta bu A’mâk-ı Hayâl o dergilerde yayınlanan kısa hikayelerdir. Ölümünden 11 yıl sonra birleştirilerek kitap olarak basılmıştır. Ölümüne gelince zehirlenerek öldürüldüğü bilinir ancak ölümüyle ilgili çeşitli söylentiler vardır. “Masonlukla ve siyonizmle “ ilgili mücadele eden ilk kişilerden olduğu bunun için de Masonlar tarafından zehirlendiği diğer bir söylentiye göre de gazetede yazdığı yazılarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ağır bir şekilde eleştirmesinden dolayı cemiyet tarafından zehirlendiği söylenir. Laiklik anlayışına ters düşen ülkemizde Filibeli gibi yazarları ve yahut ta düşünürleri tanıma şansımız olmuyor ne yazık ki… Tasavvuf, doğuya yönelme gibi konularda fikir sahibi olmadığım için kitabı belki 5 aydan fazladır okuma işini erteliyordum. Bir alt yapı olmalı, bir zemin oluşturmalıyım derken doğu edebiyatı ve şiire ilgi duymamı sağlayan biri ile tanıştım. Gerçi iki senelik bir arkadaşlık ama ben iki aydır ancak tam anlamıyla farkındayım. Sanırım okumak, birinin varlığını gerçek anlamda fark etmek de dahil her şey “o şey”e hazır olmakla alakalı… Şiire, doğuya ve divan edebiyatına ilgi duyma derken kendiliğimden bu kitabı okumaya karar verdim. Kitabı bir gece oturup sabaha kadar fonda Masar - Le Trio Joubran, Bab-ı esrar ve günlerdir dilimden düşürmediğim Abdülhak Hamit Tarhan’ın “Bir Gazup Şair” dinletileri eşliğinde okudum. Son zamanlarda madde ile mana arasına sıkışıp kaldığım bir dönemde sanırım çıktığım en derin yolculuktu. Bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum ama devamı için nasıl yol alacağımı bilemiyorum o ayrı bir durum. İdrak edebildiğim kadarıyla kitaba gelirsek; A’mâk-ı Hayâl; “Hayat; sekr anında görülen bir düş değil midir? ...kim bilir ? “ sorusuyla aklımıza yer etmiş sorusuyla felsefe ve tasavvuf üzerine 23 fantastik öyküyü içinde barındırmakla birlikte iki bölümden oluşuyor. Bu hikâyelerden benim en beğendiğim karınca hikâyesidir. Birinci bölümde; kitabın kahramanları dindar bir ailede yetişmiş, iyi bir eğitim almış, içkiden gezip tozmalardan, kendisini tatmin edemeyen arkadaşlarından bunalmış hakikati arayan Raci ile Raci’nin evinin önünden geçerken uğradığı mezarlıkta karşılaştığı Aynalı baba. Hakikat peşindeki Raci; Aynalı babanın çaldığı ney eşliğinde hayal aleminde dokuz gün süren yolculuğa çıkıyor. Bu yokluk tepesinden hiçlik zirvesine oradan alimler meclisine uzanan ilahi yolculukta bugün materyalist anlamda gerçek olmayan ama maneviyatta bir çoğumun ulaşmaya çalıştığı derinliklere yelken açıyor. İkinci bölümde; Raci’nin aklını kaybetmesi ve Manisa tımarhanesindeki günlerini anlatır. Delirmiştir ama huzurludur da. Aynalı baba burada da onu yalnız bırakmaz ve Aynalı babanın ölümünün ardından o da insanlara hakikati gösteren bir mürşit olarak hayatına devam eder. Kitap böyle bilindik bir yol gösteren ermiş hikâyesi gibi görünüyor ama aslolan eserdeki Aynalı babanın anlattıkları. Hatta bir tane de Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u yazarken A’mâk-ı Hayâl’den yola çıkarak yazdığı şu hikayeyi anlatayım. Bir gün Allah peygamberleri çağırıp sormuş saadet nedir demiş? Her biri kendilerine göre cevap vermişler. Musa : Arzı Mev'uda gitmektir , İsa : Bir yanağına vurana ötekini uzatmaktır , Buda : Hayatta hiçbir arzusu olmamaktır , yollu şeyler söylemiş. Sıra bizim Muhammed' e gelince : Saadet , hayatı olduğu gibi kabul etmektir... demiş. Ne doğru söz! Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona ne bir şey ilave etmeli, ne de ondan bir şey eksiltmeli. Kitaptan altını çizdiklerim: - "Görünebileceğin başkasının olmaması ve seni görebilecek başkasının olmaması gerçeğinin verdiği boşluğu bilir misin? Nereden bileceksin? " - Bu âlemde olan her şey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben “hep”im ya da “hiç”im. Ben “hiç”im ya da “hep”im. Zaten “hiç” ve “hep” aynıdır, tek şeydir.

Satranç
Satranç

8

Satranç; Yahudi kökenli yazarımız Stefan Zweig’in ölmeden önce veda niteliğindeki romanıdır.2. dünya savaşı sırasında Naziler tarafından eserleri yakılması gerekenler listesinde yer alan Zweig’e kendi ülkesinde yaşam hakkı tanınmamış, yaşamak gittiği bir çok ülkede de kendisini oraya ait hissedemeyen yazar; yazdığı “Dünün Dünyası” eserinde ifade ettiği gibi dünyanın artık eskisi gibi olamayacağına kanaat getirip arkalarında bıraktıkları mektupta ““Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücüm kalmadı ama siz yeni doğacak güneşi mutlaka bekleyiniz.”diyerek eşi Lotte ile birlikte intihar etmiştir. İnsan en umutsuz zamanlarda bile kendini koruyacak savunma mekanizması geliştirse de yaşanan tahribatlar insan ruhunda geçmişten geleceğe izler taşır. Kitabın konusu ve yazarın hayatını özdeşleştirirsek bu bağlamda satranç kitabı otobiyografik özelliği taşır. Satrancın nasıl bulunduğuna dair birçok rivayet var. Gerçekliği doğrulanmadığı için bundan bahsetmeyeceğim. Ama benim satranca başlamama neden olan olay tavla ve satrancın hikayesini okuduktan sonra başladı. Hikâye şöyle: Eski zamanlarda Hint imparatoru, satranç oyununu yanında bir mektup ile hediye olarak Pers imparatoruna göndermiştir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmıştır: “Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır. İşte hayat budur…” Pers imparatoru dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint imparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer, daha sonra da on günde tavlayı icat eder ve imparatora sunar. Pers imparatorunun baş veziri Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu; dünyanın en popüler oyunlarından biridir. Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun zamana böylesine direnmesi son derece etkileyici. Senenin birliği olarak tavla bir tanedir. 4 köşesi 4 mevsimi, tavlanın içindeki karşılıklı 6′şar hane 12 ayı, pulların toplamı ayın 30 gününü, siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12′şer hane günün 24 saatini simgeler… Hint imparatoruna satranca karşılık olmak üzere tasarlanan tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır : “Evet, Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır. Ama biraz da ŞANS gerekir. İşte hayat budur. Tabi etrafımda satranç oynayan insanların azlığı nedeniyle tutkulu bir satranç oyuncusu olamadım satranç bende hobi olarak kaldı. Ama bu oyundan aldığım en önemli ders; bir olayla karşı karşıya kaldığımda sakin kalıp bir sonraki hamleyi düşünmem gerektiği” oldu. Yapıyor musun derseniz eh çoğunlukla :) İşte bu noktada tavlanın şans mantığı e bazen de kader kısmet meselesi devreye giriyor. Sonra her hafta geleneksel tavla oynama hobim ise tavla oynamayı sevdiğim arkadaşımla araya giren mesafeler nedeniyle rafa kaldırıldı. Şimdi aile toplantılarında okey oynuyorum :) Kitapta Hitler Almanya’sında sorgulanmak üzere Gestapo tarafından tek başına bir otel odasına kapatılan Dr. B’nin yalnızlıktan bunalıma girmesine ramak kala satrançla ilgili bir kitap bulması ve kendi kendine satranç oynamasıyla başlayan hikâyesinde doktorların “Satranç Zehirlemesi” denilen koyduğu tanıyla delirme noktasına gelmesini anlatıyor. Okurken bir gemi güvertesinde bir satranç oyununa kendinizi kaptırmış oluyorsunuz ama aynı zamanda 20. Yüzyılın psikolojik baskıları, kişiyi konuşturmak için yapılan işkencelere tanık oluyorsunuz. Bu tarzda okuduklarım arasında George Orwell’ın 1984 kitabında bu işkenceler öyle anlatılmıştı ki o çığlıklar hala hafızamdadır. Burada da “Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz” sözü ve o odadaki o hiçlik hissi… unutamayacağım hissiyatlardan en kuvvetlisi. Sanırım Albert Camus’ta “Cehennem hiçlikten iyidir” diyerek bu duygunun ne demek olduğunu iyice perçinlemiştir zihinlerimize. Dr. B sorgulama odasından çıktıktan sonra “yeryüzünde bana işkence yapmayan beni sorgulamayan bir insan var mı yeryüzünde” diye soruyor. İşte ne yazık ki cevabı bende “yok” olan bu soru her şeyi ve herkesi anlamsız kılıyor. Kimse kimseyi olduğu gibi sevmiyor, sevense şartlı seviyor. Ömürse her şeye rağmen seveni aramakla geçiyor. Dr. B dünya satranç şampiyonu ile bir el maç yapar ve maçı kazanır. Ancak doktorların satrançtan uzak durması gerektiğini söylemesine rağmen ikinci oyunu oynamaya başlar fakat yalnızlık zaafını fark eden dünya şampiyonu Dr.B’yi oyundaki hamlelerde 7-8 dakika süren uzun sürelere maruz bırakır. Dr. B o işkence odasındaki yalnızlığına döner, bocalama başlar, kendi içinde hamleler yapmaya başlar, oyundan kopar ve tekrar oyuna döndüğünde yanlış bir hamleyle oyunu kaybeder. Yani özetle 20. Yüzyıl savaşlarında tahribat ağır olsa da insanlık üstesinden gelmeyi başarmıştır. Biraz daha uzun sürseydi Dr. B örneğindeki gibi insanlık kaybedecekti… Bu kadar az sayfada bu kadar çok şey anlatmak her kitapta ve yazarda olmayan bir özellik. Yalın, psikolojik çözümlemeleri olan, merak uyandıran ve içsel düşünceye sevk eden kitapta satrancın tanımı “Hem çok eski hem de yepyeni, düzeneği hem mekanik hem hayal gücüne bağlı, hem sabit geometrik bir alanla sınırlı hem de bileşenleri sınırsız, hem sürekli gelişen hem de kısır, hiçbir şeye götürmeyen bir düşünme, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıtları olmayan bir sanat, maddesi olmayan bir mimari, bununla birlikte varlığıyla bütün kitap ve yapıtlardan daha dayanıklı olduğu su götürmez, bütün halklara ve bütün zamanlara ait tek oyun” şeklinde yapılmıştır. Kitaptaki önemli detaylardan biri “eğer seçen siz değilseniz yalnızlığın mutsuzluk getireceği” . Uzun zaman yalnız yaşamış ve belki de hala yalnız yaşamaya devam eden biri olarak; “gerek sizin seçiminiz olsun gerekse yalnız bırakılmış olun yalnızlık delirme noktasındaki çıkış noktasıdır.” diyebilirim. Kitaptan altını çizdiklerim: -Bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur; işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar. -Bu insan, bu akıl insanı, aklını kaçırmadan on, yirmi, otuz, kırk yıl boyunca bütün düşünme gücünü tekrar tekrar aynı gülünç amaca yöneltir; bir tahtanın üzerinde tahta bir şahı köşeye sıkıştırmak!