Daha öncede Kızılderili mantığıyla işlenmiş kitaplar okudum. Zihnimde bu kitapları; Kızılderililerin insanlara, ağaçlara, hayvanlara, tüm doğaya ve evrene olan saygı, duyarlılık, dürüstlük, samimiyet içeren felsefeleriyle bir romandan ziyade öğretici bir kişisel gelişim kitabı etkisinde anlamlandırıyorum. Küçük ağacın eğitimi; kahramanını Zeze, Küçük Prens, Heidi gibi seveceğiniz bir hikâyede Büyük beyaz adamın Çeroki kabilesine yaptığı zulmü, bu zulüm karşısında yerlilerin verdiği insani mücadeleyi anlatıyor. Küçük ağacın eğitimi erken yaşta anne babasını kaybetmesiyle birlikte büyük anne ve büyük babasının yanında yaşamaya başlamasıyla başlar. Onların yanında ağaçların, rüzgarın sesini dinleyerek doğanın dilinden anlamaya, ölüm olmadan yaşam olmayacağını kısacası hayata dair insanı bir şekilde kendi ayaklarının üzerinde kalmayı öğreniyor. Yaratıcılığı körelten eğitim sitemini sorgulamaya iten yanıyla okunası kitaplardan.. Küçük Ağacın Eğitimi kimi zaman içinizi sevgiyle, kimi zaman hüzünle doldururken kahramanımız Küçük Ağacı bağrınıza basacaksınız. Ancak yazarla ilgili iddialar otobiyografik eser niteliğiyle kendisini sevdiren bu hikayede içinize kuşku düşürüyor. Forrest Carter ismiyle bilinen yazarımız bir otel odasında esrarengiz bir şekilde suikaste kurban gitmesinin ardından aslında Forrest Carter adıyla hakkında fazla bilgiye ulaşamadığımız ancak daha derine indiğimizde gerçek adı Asa Earl Carter, Ku Klux Klan isimli siyahi karşıtı aşırı faşist gizli bir örgüte üye olduğu, federal hükümetin ırkları birbiriyle kaynaştırma politikasına ve medeni hakların genişletilmesini isteyenlere karşı verdiği mücadeleyle adını duyuran Amerikan başkanı George Corley Wallace’in seçim konuşmalarının yazan yazarın bu kitabı otobiyografik değil tamamen gerçeği yansıtmayan kurgu üzerine yazdığı söylenir. Kitapta anlatılanlara karşı her ne kadar güvenimiz kırılsa da aşağıdaki altını çizdiğim satırların gerçek hayatta doğruluğuna inandığım için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - İyi bir şeyle karşılaştığın zaman, yapman gereken ilk şey bulabildiğin insanla onu paylaşmaktır; bu şekilde iyilik öyle bir yayılır ki nereye gittiğini bilemezsiniz. Ki bu da doğrudur. -Yalnızca arılar ihtiyacından fazlasını depolar bu yüzden de ayılar tarafından soyulur. Paylarından fazlasını depolayan insanlar içinde durum böyledir. Bu yüzden savaşlar çıkar ve herkes kendi payını artırmak için söz oyunlarına başvurur. -Onlara göre sevgi ve anlayış aynı şeydi. Büyük anne, anlamadığı bir şeyi sevemeyeceğini söyledi. İnsanları ve Tanrı’yı anlamazsan ne insanları ne Tanrı’yı sevebilirdin. - Büyük anne, beden aklını açgözlü ya da hırslı olmak için kullanır, onunla her zaman insanları kandırır ve onlardan nasıl maddi çıkar sağlayacağımı düşünürsem ruh aklını bir cevizden daha büyük olmayan bir boyuta düşüreceğimi söyledi.
Kumral Ada Mavi Tuna; Buket Uzuner’in okuduğum ilk kitabı. Daha önce bu kitap iki kez elimden geçmesine, okuyan arkadaşlarımdan olumlu anlamda geri dönüş almama rağmen okumadım çok sevdiğim bir arkadaşım “al bu kitabı oku bak oradaki Mavi Tuna benim” diyene kadar da okuma gibi bir düşüncem olmadı. İtiraf etmeliyim ki ben; Türk kadın yazarlarının edebi anlamda vizyon sahibi olmadıkları, sığ kaldıkları, gerçek hayatta olduğu gibi fazla laf kalabalığıyla ilgiyi olması gereken yerden alıp başka yerlere dağıtıp kafa yorduğu gibi güçlü bir ön yargıya sahibim. Belki iyi kadın yazarlarla tanışmamış olmamdan, belki okuduğum kadın yazarların berbata yakın olmalarından ya da anti feminist yanımın ağır basmasından olabilir. Buket Uzuner okudun o önyargı kırıldı mı derseniz net bir “evet” im yok ama belki “biraz”ım var. Bu kırılma için bir arkadaş tavsiyesiyle aklım Nazan Bekiroğlu’nda.. Kitap 500 sayfa işte o Türk kadını kafası Uzuner’de de var. Gevezelik, uzun uzadıya birbirini tekrar eden cümleler dikkati dağıtıyor. Kitap sekiz ayrı dilde yayımlanmış yayımlandığı ülkelerdeki kitle üzerinde nasıl tesir etti, geri dönüş nasıl oldu bilemem ama imkânsız bir aşk öyküsü bizde her zaman tutar. Bunu da kitabın Türkiye’de satış listesinde en üst sıralarında yer almasından anlayabiliriz. Uzuner ergenlik dönemi ve yeni başlayan okurlar için okunası bir yazar. Edebiyatta biraz yol aldıysanız ve benim gibi hikayede ya beklenmedik bir olayla karşılaşma beklentisi, ya işte zeka budur dedirtecek bir kurgu ya da kendinizde iç hesaplaşma sorgulama gibi düşüncelere itecek bir etki arıyorsanız içsel sorgulamada Oğuz Atay’dan etkilenme çabası içindeki Uzuner sizi tatmin etmeyebilir. Buket Uzuner yazarlığını değil ama genel olarak hayattaki özgürlükçü, yenilikçi, azimli ve başarılı duruş çizgisini sevdiğim bir kadın. Zaten 81 ilin valiliklerinden oluşan jüri tarafından Cumhuriyetin 75 Başarılı Kadını’ndan biri olarak seçilmiştir. Bir röportajında “30’uma geldiğimde ya bilim insanı ya da yazar olacaktım altı ay düşündüm ve yazar olmaya karar verdim” demiş. Bir rivayete göre Uzuner ; Atilla İlhan’ın hayatını yazmak istemiş fakat usta kabul etmemiş Uzuner’de “madem hayatını yazamıyorum bende romanımda anlatırım” demiş. Hikayede geçen şair dayının Atilla İlhan, Pervin’in Çolpan İlhan, Süreyya’nın da Sadri Alışık olduğu söylenir. Ayrıca asıl ismi Fatih Karaca olan şarkıcı Mabel Matiz’in de bu kitaptaki Tuna karakterinden etkilenerek Mabel ismini kullandığı bilinir. Kitap 1970-80’lere dokunan Kuzguncuk’ta geçen aşk üçgenini ve asıl kahramanın iç savaşı kabullenmeyip sürekli halisünasyon gördüğünü sandığını anlatan iki ayrı bölümden oluşuyor. Sanki bir kitap içinde iki ayrı hikaye iç içe anlatılmış başarılı bir sarmal oluşturulmaya çalışmış gibi fakat bütüne bakıldığında olmamış. Çünkü kurguya hiç uymamış. İç savaşı bir erkeğin kendi ile olan iç savaşına benzetmeye çalışmış ama kurguda o da yavan kalmış. Kurgu yavan ama her bir karakterler sağlam işlenmiş hikayede. Ada, Aras, Tuna, Meriç, Şair Dayı, Pervin, Süreyya ve Aliye..Karakter üzerinde çözümlemeler iyi bir psikoanalist , kitap sonlarında her bir karakteri kendi ağzından konuşturmakta kitabın olmayan sonuna renk katmış oldu.. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - Amerikalılar, ’özgürlük para gibidir, harcamadan önce kazanılmalı’ derler… Fakat bizim bu konuyla ilgimiz olmadığından atasözü ve deyimler sözlüklerimizin Ö harfi özgürlük özürlüdür. Özgürlük üzerine atasözü üretmenin lüks olduğu bir kültürümüz var. - Özgürlük, her sabah uyandığında istediğin aynı şeyleri yapabilmektir! - Gerçekle sahte arasındaki farkı en çabuk anlayan halktır, ama en geç tepki veren de yine odur! Ve tepkisi en güçlü olan da halktır.
Zülfü Livaneli müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen kişiliğiyle; 1996 yılında Unesco tarafından büyük elçilik verilmiş, dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulunmuş, 19 Mayıs 1997 tarihinde Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanmıştır. Benimse beş kitabını okumuş biri olarak daha çok yazar yönüyle tanıdığım biridir Livaneli.. Son Ada yazarın okuduğum 5. kitabı. Zülfü Livaneli her kitabında farklı, insanı bir yerinden tutan, tanıdık gelen, akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor. Şahsen okuduğum tüm kitaplarında kalbime ya da aklıma dokunan bir yeri var. Mesela; tarihle harmanlanmış hüzün veren masum tutkulu bir aşk hikâyesiyle “Serenad” kitabında gece ve keman eşliğinde Wagner'ın yazdığı Serenad Für Nadia'yı dinlemek, töreye kurban hayatları anlatan “mutluluk” kitabında insanlığa dair bir umut vadeden İrfan’ın annesinin söylediği "insanlar bir araya geldiklerinde birbirinin zehrini alırlar" sözü, farklı kültürdeki insanları ortak bir kaderde birleştiren “Leyla’nın Evi” kitabında Leyla' nın evi Leyla' ya diyerek o göz yaşartıcı final sözü, merak uyandıran polisiye hikayesiyle “Kardeşimin Hikayesi” kitabında Athos Dağı’nın yani Ayranoz’un benimde zaman zaman ah keşke dediğim hikayesini anlatayım size. 15. yüzyılda bugünkü 20 manastırın 19’u tamamlandı. Daha sonra yapılan eklerle manastırlar genişledi. ” Dinsel amaç ya da bilimsel araştırma isteğiyle yalnız erkekler Aynaroz’a gidebilir” gerekçesiyle 1045’te çıkarılan bir fermanla kadınların Aynaroz’a girmeleri yasaklandı. Bugün hala burada 1.500 keşiş; sade ve dünyadan uzak bir yaşam sürerler, ekim yaparlar ve bazı el sanatlarıyla uğraşırlar. Yani dünyada kadınların olmadığı bir yer sizce de kulağa hoş gelmiyor mu:) “Son Ada” kitabındaki martıların zekası ve cesareti. Aslında orada bir anne pelikanların yavrularına yiyecek bulamayıp aç kalmamaları için kendi etinden parçalar koparıp doyurduğu hikayesi vardı ama araştırdığımda bunun gerçekliğine dair bilgi bulamadım ki öyle bir şeyin olma ihtimali bile can acıtıcı..İşte tüm bunlar edebi nitelik açısından tatmin edici olmasa da itiraf etmeliyim ki çoğu Türk insanının edebiyat anlayışıyla paralel giden bir çizgi taşıyor. Kimi yerlerde birbirini tekrar eden cümleler olması ve özelliklede anlatıcıyı anlatırken yazar bir arkadaşına “sen bunu daha iyi yazardın ben pek başarılı sayılmam ama yinede yazdım” gibi cümleleri gereksiz laf kalabalıklığı hissi uyandırsa da yazarın anlatım dilini yalın, sade, anlaşılır, gerçekçi ve akıcı olarak nitelendirebilirim. Zaten bu kitabı Zülfü Livaneli yazmasaydı başka bir yazar yazsaydı hikayenin bize geçişi nasıl olurdu merak etmedim değil.. Kitap; hikayenin içinde geçen yer, kişiler açısından hem ülkemizin yaşadığı hem de halk olarak olaylar karşısındaki tutumumuzu yani sormayan-sorgulamayan, “aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cı, geçmişini unutan, yaşadıklarından ders almayan, savaşı kimin başlattığı, kimin haklı olduğu arasında gidip gelmelerle asıl resmi görememek, kısacası bize hiç yabancı gelmeyen olayları ve insanları anlatıyor. Faşizan bir düzende, diktatör birinin yönetiminde ütopya denebilecek güzellikte bir ülke nasıl savaş alanına çevrilir, birlik ve huzur içindeki insanlar arasında iç savaş çıkar birbirine düşman olur, kişisel çıkarlar uğruna hayvanlar nasıl katledilir, ekolojik denge nasıl bozulur bu kitapta bunları göreceksiniz ve “iyi insan-kötü insan, gerçekte medeniyet nedir?” diye kendi içinizde sorgulamaya gideceksiniz. Daha önceden George Orwell’ın 1984 ve Hayvan çiftliğini okuduğum için bunların bir harmanlanmış hali olan Son Ada’yı daha basite indirgenmiş buldum ama alegorik bir anlatımı kullanmış olması başarılı. Önsöz de Yaşar Kemal’in yazısı kitabın anlatılmak istenileni anlatmada ne kadar başarılı olduğuna dair övgü dolu sözler içeriyor. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Eşitlik, dostluk, demokrasi...Bunlar hep zayıfların uydurduğu saçmalıklar. Çünkü onların yaşayabilmek için bu gibi kavramlara ihtiyacı var. Güçlünün is bir tek isteği vardır.daha fazla güç. -İnsanlar mı olaylara göre değişir, yoksa olaylar mı insana göre oluşur. -Halk dediğin değişken bir şeydir.
Birçoğumuz Orhan Pamuk’u “2006 Nobel Edebiyat Ödülü 'Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan' Orhan Pamuk'a verilmiştir.” bildirisiyle yayınlanan ve bazı kesimlerce “Türkiye tarihi ile ilgili demeçleri “dolayısıyla verildiği öne sürülen tepkilerle olay olan aldığı Nobel ödülü ile daha bir tanır olduk. Dönemin cumhurbaşkanının kendisini kutlamaması başta olmak üzere, Amerikan patentli post modern romanlar yazdığı ileri sürülmesinden, Nobel’in Pamuk’a ücret olarak verildiğine kadar birçok siyasi söylemle gündemde yer etti. Ayrıca hakkında “Türklüğe hakaret” davası açılmış fakat yargılanması için Adalet bakanlığından beklenen yazının gelmemesi nedeniyle dava düşmüştür. Ben bu tüm söylem ve olayların dışında sanatın her dalı için siyasetin karıştırılmaması gerektiğini düşündüğümden Pamuk için; bizi yurtdışında temsil eden, birçok edebiyat ödülüne layık görülen, TIME dergisince dünyanın en etkili 100 insanı listesine giren, eserleri 60 dile çevrilmiş yüzden fazla ülkede on bir milyondan fazla basılmış bir yazar olmasıyla ilgilendiğimi belirtmek isterim. Yeni Hayat; Orhan Pamuk’un okuduğum ikinci kitabı. “Yeni hayat”ı bir diğer okuduğum “Kafamda bir tuhaflık var”la kıyaslayacak olursak; Kafamda bir tuhaflık var’ın anlatımı ve kurgusu basit, konuşma diline daha yakınken, Yeni hayat ise bilinç akış tekniğinin kullanıldığı, daha çok sanrılardan oluşan, çözümlemeleri olan dili ağır bir roman. Romanları postmodern romancılığı tarzında değerlendirilen Pamuk’un bu kitabında Dante Alighieri’nin tutkulu aşkı Beatrice’se adanmış düşsel ve romantik bir yaşamı içeren “ Yeni Hayat” isimli şiir kitabından ve Dostoyevski’nin “düşünce ve ışık ülkesi” temasından, Tutunamayanların Olric’inden ve sürekli mastürbasyon yapmasıyla başlayan ama partner bulduğu halde hala cinsel sapmalar yaşayan kahramanını anlatırken Freud’un özdoyum felsefesinden esinlendiği fikrine kapıldım. Kitap; “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” şeklindeki merak uyandıran giriş cümlesiyle başlıyor. Esasen bir kitabın tüm hayatı değiştirebileceği fikrine katılmıyorum ya da o güçte bir kitapla henüz karşılaşmadım diyelim. Lakin şunu da söylemeden geçemeyeceğim tesadüfen hikayesini duyduktan sonra benimde merak edip alıp okuduğum Goethe'nin bunalımlı bir aşk öyküsü anlattığı Genç Werther'in Acıları adlı eserinin yayımlanmasıyla birlikte "Werther salgını" baş göstermiş insanlar romandaki kahraman gibi giyinmeye başlamış hatta kahramanı romanın sonunda intihar etmesiyle bazı okurlar da romandaki öykünün kahramanı gibi ölümü seçmiştir. Yani bu ya da bunun gibi henüz okumadığım siz değerli okurların bilebileceği başka örneklere bakılacak olursa bir kitabın bütün hayatı değiştirdiği doğrudur. Ben yinede henüz öyle bir kitapla tanışmamış biri olarak kesin bir ifadeyle kitap okumanın insanı değiştiren, geliştiren ve dönüştüren etkisi olduğuna inandığımı söyleyebilirim. Gerçi o da kişinin alma kapasitesiyle alakalı! Şu sıralar genellikle kült eserler ve tavsiye üzerine not aldığım kitapları okuyorum. Yeni Hayat okuma listemde yoktu kimse de tavsiye etmedi peki neden okudum? Şöyle ki son okuduğum kitap Siddhartha’yla ilgili içsel yolculuğu araştırırken Pamuk’un bu kitabına denk geldim. Normalde şu an için okumazdım ama Hilmi Yavuz’un “Türkiye’de bu kitabın değerini bilecek nitelikli okuyucu azdır” sözüne takıldım.” Nedir bu kitabı okuyacak nitelikli okuyucunun özelliği deyip, başlayalım bakalım eğer anlayamazsam Orhan Pamuk’un “Sessiz ev” kitabında nineye söylettirdiği "kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin” söyleminden yola çıkarak başladım kitaba..Öyle ya roman dediğin modern oyuncak! Romanda; okuduğu kitaptan etkilenip kitabın vaat ettiği yeni hayatın peşinden koşan bir gencin hikâyesi anlatılıyor. Kahramanımız evinden, okulundan ayrılıp üç ay gibi uzun süren otobüs yolculukları yapmaktadır. Bu yolculuklarda kimi zaman yanında kitapla tanışmasına vesile olan ama -ona göre kitap Canan’la tanışmasına vesile olmuştur- aşık olduğu kızda yanındadır. Kızın aşık olduğu Mehmet, gittiği yerlerde tanıştığı diğer insanlar, bunlarla kesişen yolları, hatta Nahit-Osman-Mehmet bağlamında kimin kim olduğu, kimin yaşadığı- kimin öldüğünü anlamada anlatıcının da dediği gibi tuhaf bir kafa karışıklığı yaşarken, aşk, ölüm, varoluş, keder, kader gibi temaların işlendiği romanın gizemli, postmodern ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış olması bu labirente dönen hikayede kopmalara neden olsa da bu önemli yazım tekniğini kaçırmamak, otobiyografik bir eser olduğuna inandığım Orhan Pamuk’u bu yönüyle tanımak ve Hilmi Yavuz’u haklı çıkarmamak adına okumanızı tavsiye ederim… Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Önemli olan insanın içindeki iyiliği koruyacak bir hayat yaşayabilmesidir. -Hiçbir şey, her şeyi unutabilmenin verdiği huzurdan değerli olamaz. -İyi bir kitap bize bütün dünyayı hatırlatan kitaptır. -Neden kelimelerle düşünür de insan, görüntüler yüzünden acı çeker. -İnsan düşündüğünün, yaptığını sandığı şeyin tam tersini yapar çoğu zaman. O ülkeye giderken kendine dönersin. Kitabı okuyorum sanırken yeniden yazarsın. Yardım ediyorum derken yaralarsın. İnsanların çoğu aslında ne yeni bir hayat isterler, ne de yeni bir dünya.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu; gerek ismi gerekse hastane, hastalık içeren konusu nedeniyle uzun bir zaman okuma isteğimi ötelememe neden olmuştur. Peki, bir kitap; benim ötelediğim ama başkasının kendisini bulduğu hatta başucu yaptığı bir eser haline nasıl gelir? Cevabı kitabın içinde altını çizdiği şu cümlelerde gizli.” Hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar” ve ” İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur.” Safa ; ''ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm'' diye başlayan kitabında 7 yaşından beri dizinde çektiği acının kemik vereminden ileri geldiğini ve kesilmesi gerektiğini öğrenmiş 15 yaşındaki bir çocuğun amansız hastalıkla ve imkânsız aşkıyla olan hikâyesindeki ruh hallerini ve hastanedeki psikolojisini anlatmıştır. Peki hastalıkla uğraşmayanlar bir hastayı nasıl anlayacaklar diyen yazar bu psikolojiyi nasıl anlatmış derseniz orası ise yürek burkucu bir hikaye :( Çünkü aslında hayatları aynıdır! Şöyle ki; Peyami Safa 9 yaşlarında yakalandığı kemik hastalığı nedeniyle 17 yaşına kadar hikayesindeki kahramanı gibi hastalık ve acı içinde yaşamıştır. Doktorlar bacağının kesilmesinde karar kılmış, fakat Safa bunu kabul etmemiştir. Babasının erken ölümüyle ve yaşadığı sağlık sorunları nedeniylede eğitim hayatını tamamlayamamış iş hayatına erken atılmıştır. Matbaa postane gibi yerlerde çalışmış gazetelerde yazı yazmıştır. Edebiyatla ve siyasetle hep iç içe olmuştur. 1961 yılında yedek subaylık yapan oğlunun ölümüyle sarsılmış üç ay sonra da beyin kanamasından vefat etmiştir. Anlayacağınız kahramanımız; yazarın kendisinden başka biri değildir. Kitapta kahramanına bir isim vermemesinin nedeni de budur. Bu otobiyografik romanının ilk basımını “kara sevdayla” diye imzalayıp Nazım Hikmet’e vermiştir. Görünüşte iyi bir şey olduğunu düşündüğüm bu olayın iç yüzünü araştırdığımda Peyami Safa’nın bu jest gibi görünen hareketinin aslında Nazım Hikmet’i yermek olduğunu anladım. Peyami Safa “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” isimli eseriyle Nazım Hikmet’in 1928 yılında yazdığı akıl almaz bir aşkı anlattığı “Jokond ile Si-Ya-U”suna meydan okumuştur. Nazım hikmet'in bu meydan okumaya karşılık "bütün bir fakir çocuklar hastanesinin romanı" demiştir. Peyami Safa’yla Nazım Hikmet dostluğu ikinci dünya savaşı ortamında sosyalist ve komünist düşüncelerin artmasıyla bozumuş, Peyami Safa’nın yazdığı gazetede “Nazım, fikirleri için değil, kendi istediği için takip edilmiştir.", "Nazım'ın yakalanması, polis müdürlüğünü, kitaplarının ilanat acentesi olarak kullanmak istemesindendir. Çünkü Nazım, su katılmamış burjuvadır. ve en sahte tarafı, komünist tarafıdır."gibi kavgada söylenmeyecek diyeceğim ama söylenmiş bu sözlerle edebiyat tarihinin en şiddetli kavgası olarak tarihi geçmiştir. Peyami Safa; kitabında öz Türkçeyi fazlaca kullanmış ve ben gibi günümüz Türkçesiyle konuşan kitaptaki bazı kelimeleri anlamakta güçlük çeken insanlar için kitabın arkasında sözlük kısmı bulunmaktadır. Sizde benim gibi “bu ne demek acaba?”diye arada kalırsanız kitabın arkasına bakabilirsiniz. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir,fakat annelerle değil,annelerle değil.Annelere anlatılan kederler taksim değil,zarbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler,bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür. - Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler. - Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişmeyeceğinden korkuyorum. - Istırabın derinlerine indikçe sevincimizi kaybetmek korkusu kalmadığı için, yeni bir sevinç başlıyor: ıstırabın ilacı ıstıraptır. İkisinin toptan sonucu: Sevinç.
1946'da Nobel Edebiyat Ödülü olmak üzere 1954’te de bilim ve sanat alanında Pour le Mérite Ödülü’nü alan doğu felsefesini iyi bilen Hermann Hesse; eğitim sistemindeki kısıtlamalar ve misyoner babasının dinsel baskılarının kendisini rahatsız etmesiyle tıpkı kahramanı Siddhartha gibi kendi yolunu bulmak için uzun süre mücadele etmek zorunda kalmıştır. Makinist çıraklığı yapmış, kitapçıda çalışmış fakat aradığı huzuru bulamamış. Schopenhauer’un eserleriyle birlikte Hindistan’a dolayısıyla , Budizm’e ilgi duymaya başlamıştır. Çıktığı seyahatler onun zaten psikolojik sorunlar yaşayan eşiyle arasını açmış, 13 yaşındaki oğlunun menenjit olması da buna eklenince ailevi açıdan zor günler geçirmiştir. Hesse; yazdığı birçok kitap dışında, hayatı boyunca bilgi aktarma, teşvik ve yapıcı eleştiri alanlarında 60 farklı gazete ve dergi için yazdığı yaklaşık 3000 kitap eleştirisi hazırlamıştır. Uzun zamandır kan kanseri olduğunu bilmeyen Hermann Hesse 85 yaşındayken beyin sektesinin sebep olduğu bir nedenden uykusundayken ölmüştür. Hesse’nin anısına iki edebiyat ödülü,” Calw Hermann Hesse Ödülü” ve “Karlsruhe Hermann Hesse Edebiyat ödülü.” verilmektedir. Siddhartha; kitabın kahramanın da adıdır. Kahramanımız kitabının özünde anlatıldığı gibi “İnsanoğlu hep arayıştadır ve hep aramaktan bulma fırsatını yakalayamayacaktır” felsefesinden yola çıkarak kendini bulmak adına arkadaşı Govinda ile evinden ayrılır. Düşünmek-Beklemek ve Oruç Tutmak sahip olduğu yetenekleri arasındadır. Siddhartha’nın çıktığı bu içsel yolculukta aşık olmasından, baba olmasına, zenginlikten, açlığa, kayıkçılık yapmasından tüccarlığa hatta kumarbazlığa kadar geçtiği evreleri anlatıyor. Kitaptaki en dikkat çekici nokta; diğer kitaplardaki Hint felsefelerinin aksine burada, “ yol göstericilerin izinden giderek erişilmeye çalışılana erişilemeyeceği, öğretenlerin yolunu izlemek yerine özgün yeni bir yol bulmaktan” bahsediliyor. Ve bu yolun; hayattan koparak değil, tam tersine her yönüyle hayatın içinde olarak yaşanması gerektiği anlatılıyor. Siddhartha; akıcı dili, öğretici ve merak uyandıran hikâyesiyle bir kolay ilerleyen bir eser. Can yayınevinden çıkma ve tercümesinde herhangi bir sıkıntı yaşamadığım bu kitap bende zaman, algı ve sabretmek üzerine biraz daha yoğunlaşmam gerektirdiğini düşündürdü. Özbenlik arayışı deyince aklıma Tutunamayanların Turgut Özben’i geldi. Sonumun öyle olmaması dileğiyle sizlere keyifli okumalar diliyorum Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Senin ruhun bütün dünyadır. -Ölümlü nesneler hızlı bir değişim içindedir. -Hiçbir şey öğrenilemeyeceğini öğrenmek için hayli zaman harcadım ve harcıyorum hala, dostum Govinda; şimdiye kadar öğrendiğim tek şey, hiçbir şey öğrenemeyeceğim oldu. İnanıyorum ki, bizim ‘öğrenme’ dediğimiz şey gerçekte yok. Tek bir bilgi var, dostum, bu da dört bir yandadır, bu da Atman’dır, benim içimde, senin içindedir bu da, her varlığın içindedir. Ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz.
Tutunamayanlar; sanırım anlam bütünlüğü açısından yorumlaması okuduğum en zor kitaplardan birisi. Esasen basit bir okur olarak tutunamayanlarla ilgili yazmak, yorumlamak veya fikir beyan etmek için yeterli birikime ve yeteneğe sahip değilim. Ben sadece kitabın bende bıraktığı etki ve fikir hakkında basit bir değerlendirme yapabilirim. İlgisini çeken okurları araştırmaya yönlendirmeye veya okumalarına vesile olabilirim. Kitabı iki ayda okudum ve kitapla bütünleşebilmek için mütemadiyen sadece sabaha karşı 5-6 civarı okudum çünkü gün içi ve gün sonu ruh halime hiç uymayan psikolojik çözümlemeleri var. Kısacası bu kült kitap iç dünyama uymuyor çünkü ben bir tutunamayan değilim :) Kitabı 2008 yılından beri bekletmiş, nasıl ne zaman okuyacağım derken bir arkadaşımla ortak okuma fikri sayesinde “artık zamanı geldi” dememle hikâye başladı. Ancak öyle bir çırpıda ilerlemedi araya başka kitaplar girdi sahi saydım da o arada 8 kitap okumuşum. Sabahları Tutunamayanlar, akşamları başka başka kitaplar. Zor oldu ama bitti. Gerçi benden size bir tüyo 500. sayfadan sonrası su gibi akıyor :) Tutunamayanlar; 1970 yılında Oğuz Atay’ın yazdığı ilk eseri. Kitaptaki Turgut karakteri gibi Oğuz Atay’da mühendistir. Atay; TRT Roman Ödülü yarışmasında jürinin kendi romanına mühendis olmasından ötürü önyargıyla yaklaşacağını düşüncesiyle “bu romanı okumalarını sağla” diyerek bir arkadaşını araya soktuğu rivayet edilir. Doğruluğunu bilemiyorum ama ödülü aldığı kesin. Oğuz Atay’ın aldığı ödülün onun Türk edebiyatında açtığı çığır yanında esamesi okunmaz. Şüphesiz ki “Tutunamayanlar” edebiyat dünyasında en çok beğenilen-beğenilmeyen her ne şekilde olursa olsun en çok konuşulan ve tartışılan kitabıdır. Türk edebiyatı açısından bir devrim niteliğindedir denilir ama bana kalırsa devrim Yusuf Atılganla başlar. Oğuz Atay’ın edebi anlamda Yusuf Atılgan’dan etkilendiğini biliyoruz. Beni çok etkileyen ikisi arasında geçen şu anıyı sizinle paylaşmak isterim. Yusuf Atılgan’ın 1980’lerde Oğuz Atay’ı kaybettikten sonra yazdığı bir yazı var, diyor ki: “Günlerden bir gün, bir paket geldi bana. Açtım içinde bir kitap çıktı: Tutunamayanlar. Kitap imzalıydı ve içinde de şöyle bir yazı vardı: “İlgileneceğinizi umarak…” “Yusuf Atılgan bu kitabı okur, çok da sever. Ama bunu hiçbir zaman Oğuz Atay’a söylemez. “Benim okuduğum kitap o kadar müthiş bir eserdi ki, böyle muazzam bir kitabı kaleme alan birinin daha nice eserler yazacağını düşündüm. Benim yorumuma, iltifatıma, söyleyeceğim iki çift lafa ihtiyacı olmadığını düşündüm. Dolayısıyla hiçbir zaman takdirlerimi ona iletme gereğini duymadım.” Ama aradan seneler geçer, ortak bir arkadaşlarından şöyle bir şey işitir ki, bu hadiseyi yeniden hatırlamasına sebep olur. “Ben Yusuf Atılgan’a kitabımı gönderdim, ama kendisinden tek bir kelime dahi duymadım. Tek gördüğüm kayıtsızlık oldu.” demiştir Atay. Bunu duyan Yusuf Atılgan çok pişman olur; ancak geçtir artık. Oğuz Atay vefat etmiştir. Ve Atılgan bu anıyı anlatırken der ki: “Eğer bugün hayatta olsaydı, ne yapar ne eder muhakkak onu bulur, karşısına geçer, yüz yüze ona kalemini ne kadar takdir ettiğimi söylerdim.” Evet yine bir geç kalınmışlık.. Çünkü beklenmedik ve erken bir ölüm onunki. Büyük projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan beyin tümörü nedeniyle 43 yaşında vefat etmiştir. Kastomonu doğumlu olan Oğuz Atay’ın adına 2007 yılından bu yana Kastamonu valiliği “Oğuz Atay Edebiyat ödülleri” vermektedir.Ayrıca Oğuz Atay’ın eserleri başka dillere çevrilmemiştir. Kitabın konusu; gerçi herkes biliyordur ama ben yine de kısaca bir değineyim Turgut yakın arkadaşı Selim’in intihar ettiğini bir gazete sayfasıyla öğrenir. Bu intiharı kabullenemez intiharının nedenlerini bulmak için ve Selim’in arkadaşlarını bulmaya onlarla Selim hakkında konuşmaya başlar. Konuştuğu her insanda Selim’in hiç bilmediği yönleri olduğunu öğrenir. Bu nokta gerçekten çok iç acısı bir durumdur bir insanın ölümü arkasından dağılacak kadar seviyorsun ama o insanı senden başka insanlar başka yönleriyle tanıyor başkaları da ona çok yakın olmuş ve sen o insanları bilmiyorsun! Sonuç olarak Selim Işık’ın; anlatmadan anlaşılmaya aşık biri olduğunu ve intiharının nedeninin anlaşılamamak olduğunu anlıyoruz. Kitap oldukça ağır ilerliyor benim elimdeki İletişim Yayınlarından çıkma bir kitap ve 77 sayfa hiç noktalama işareti kullanılmadan yazılmış tek bir cümleden oluşuyor. Bu kısım Selim’in günlüklerine dair ve burada içi yangın yeri bir adam haykırıyor ve benimse aklımda kalan en çarpıcı yer babasından bahsettiği yer kendi çocukluk günlerime götürdü o satırlar beni. Baba karakteri benim babamın kopyası..Sahi o dönem böylemiydi tüm babalar? Ne talihsiz bir dönem yaşamışım :( Kitap bütünüyle insanı kendi iç dünyasıyla yüzleşmeye bırakıyor. Maske düşüyor, gerçekten düşünme başlıyor. İnsan ilişkilerinin samimiyetsizliğini, kalabalıklar içinde aslında yalnız olduğumuzu, iş, aile, toplum, yaşadığımız çevre, dünya derken hayat gailesi içinde ertelediğimiz yaşanmamış hayatımızı, kendi içimizde oluşturduğumuz “Olric” karakteri gibi bir iç sesle sorguluyoruz. Belki kitaptaki gibi “bat dünya bat” dediğimiz zamanlar çok olmuştur ama aslında sorgulama başlamışsa tutunmaya da başlamışız demektir. Belki de tutunamamakla birlikte bilinçaltında tutunabilme çabası oluşturuyoruz. Kitap benim için özel çünkü kendi çapımda edebiyat tarihinin en güzel cümlesiyle bu kitapla tanıştım. “Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim" dedi: Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: "Seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda…”Bu ve bunun gibi muhteşem ötesi birçok yer var altını çizdiğim işte size birkaç örnek.. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - Ben, sadece namuslu olmakla övünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için. -Yaşantının fazlasıyla yoğun ve 'olaylı' geçtiği bizimki gibi ülkelerde on beş yıl bir ömre bedeldir. - İnsan yapısındaki çelişkiler, onun ne ölüme ne de sonsuzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. - Bendeki tutukluğun senin yanında nasıl azaldığını bilsen. - Yaşamak aynı zamanda yaşamış olduklarını hatırlamak demektir hatırladıkça bunalıyorum. - Sen acıyı biriktirmeyi seversin Olric. Sen biriktirmeyi seversin. - Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu. - Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. - Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. Bana müsaade.