“Hayat kendisine öyle bir bağımlı yapıyordu ki insanı, uyuşmuş bir biçimde olabilecekleri hesaplamadan yaşayıp gidiyoruz.” diyor Ahmet Sezer Sencer kitabında. Benim açımdan kitabın en önemli cümlelerinden biriydi bu. Sanırım hayatı yaşarken psikolojimizi olacaklara hazırlayarak yaşama işini önemsemediğimizden büyük buhranlar yaşıyoruz. Özellikle de sevdiklerimizi kaybetmeyi, onlar tarafından aldatılmayı aklımıza getirmemek, her şeyin sonsuza kadar, başladığı ya da olması gerektiği gibi güzel gideceği düşüncesine kendimizi inandırmak sonucu yaşadığımız hayal kırıklığı ve ölümün soğuk nefesinin her an ensemizde olduğunu unutmanın getirmiş olduğu yıkım. Bunların bizi ne derece hasarla etkileyeceğini tecrübe etmeden elbette bilemeyiz ama ilk şoktan sonra toparlanmayı bilmeli ve hayatın her şeye rağmen devam ettiğini kabul etmeliyiz. İşte bu noktada kitaptaki olay örgüsünde hikayenin esas karakterini hiç sevmedim. Kendinden başka herkese ve her şeye tutunmaya çalışan, güçsüz, yaşamı hatalı bakış açılarından dolayı başarısızlıklarla dolu, tutarsız bir karakter. Hikayenin çoğu yerinde yaptığı yanlışlar nedeniyle esas karakterden vazgeçtim. Fakat tutunmaya çalıştıkları yani diğer karakterleri merak etmeye başladım. Çünkü her biri günümüzde var olan kavramların en uç örnekleriydi. Sürekli onların durumunda “ben ne yapardım nasıl tepkiler verirdim” diye kendimi sorguladım. Dünden bugüne benzer olaylar karşısındaki tutumumu değerlendirdim. Kitapta beni etkileyen ikinci önemli vurgu; benim de genelde hayal kırıklığı yaşadığım durumlarda Sokrates’in “Cehalet mutluluktur” sözünü savunmamdır. Çünkü bilmek ve farkında olmak acı çekmekten kaçışın olmadığı gerçeğinin kendisidir. Bilmek hayal kurmaya bile engeldir. Bilmek, insanı yalnızlaşmaya götürür. Bu gerçeği bildiğimiz halde öğrenmek için çabalarız. Bu da trajikomik bir ironidir. Yazar hikayede öyle güzel bir noktaya değinmiş ki, bilgiyi doğru kullandığımızda ve paylaştığımızda sadece kendi kurtuluşumuz olmakla kalmayıp insanlığı kurtarmaya kadar gidebileceğimizi, hepimizde var olan zekayı üst bilinci harekete geçirerek kullanabileceğimizi, bunun için yeterli güce sahip olduğumuzu bir kez daha hatırlatıyor. Yazarın da dediği gibi “en büyük gücümüzün olduğu gibi en büyük zayıflığımızın adı da umuttur.” İnanmak ve umut etmek. Kitap kurgusu nedeniyle merak uyandırıcı, anlatımıyla akıcı ve beklenmedik finaliyle şaşırtıcı, hatalardan ibaret bir adamın unutulup gidecekken doğru şeye inanmasından dolayı adının ilelebet yaşayacağı gerçeğiyle beni ters köşeye yatırmasıyla unutamayacağım kitaplar arasında yerini aldı. Okuduğum kitaplarda pek değinmediğim ama bu kitapta söylemeden geçemeyeceğim önemli bir detay da kitabın kapak fotoğrafı. Kitabı elime aldığımda kapak fotoğrafı çok ilginç gelmişti. Öylesine seçilmiş olamazdı. “Fotoğraf neyi ifade ediyor, hikâyeyle uyumu var mı” üzerine epey düşündüm. Bir puzzle’ın parçalarını birleştirmek istercesine hikâyenin belirli kısımlarında dönüp dönüp kapağa baktım. Kurguyla kapak arasında bir bağ bulamayışım daha da meraklandırdı ta ki finale gelene kadar finalde“tabi ya” dedim. Gerçekten zekice düşünülmüş, kurgusuyla mükemmel uyumlu gördüğüm en başarılı kitap tasarımlarından biri diyebilirim. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Bizler ben kavramının yönlendirdiği, yok olmamak için çırpınışlarıyla dünyayı sallayan insanlarız. -Kurumakta olan bir yaprağın sararmış bedeni ve etrafı ateşlerle çevrilmiş bir akrebin bildiğinden farklı mıdır sanki; her gün ölümün daha da yaklaştığının farkındalığına sahip olabilmiş bir insanın bildiğinden.Bilmek kötüdür! Öylesine kötü ve acı verici bir şeydir ki; bilgeler, bildiklerinden dolayı her gün ölüp ölüp dirilirler. -Karınca kararınca evdeki karınca sorununa bir çözüm bulmuştum :)
Bangır bangır Ferdi çalıyor evde; Mahir Ünsal Eriş’in okuduğum ilk kitabı. Bu Afilli Filintalar tayfasının tüm üyelerinin kitapları şahane denecek şekilde insanı bir yerden yakalıyor ve bırakmıyor. İlk Murat Menteş’le kapıldım bu akıma, sonrası Alper Canıgüz, Barış Bıçakcı, Emrah Serbes, Murat Uyurkulak, Onur Ünlü derken bu tayfaya ait olmasa da tayfanın üyeleriyle sıkı bağlar kuran ve onlar kadar can acıtıcı, ironik, trajikomik, hüzünlü hikayeler yazan canım Ali Lidar. Ali Lidar bu kitabın neresinde aklıma geldi derseniz o da Şirintepe parkında fena halde Ferdi dinler oradan bir esinlenmeyle Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'i kitabı arasındaki benzerlikleriyle Ali-Emrah-Mahir ve çocukluğum olmak üzere hep beraberdik bu kitapta. Seksenler doksanlar dönemini sanki mahalleden bir arkadaşımla parkta buluşmuş, önümüzde bir kâse leblebi, elimizde gazoz içerken günlük yaşadığımız olayları anlatıyormuş gibi bir anlatımla anlatmış. Babamın Müslüm Gürses, annemin Ferdi Tayfur, dinlediği bir evde entelektüel olmaya çalışmak adına rock dinleyen bir tiptim. Ama ne fayda. Kabul edelim benim de çocukluğumun geçtiği 80’ler yoksulluk dahası yoksunluk demekti. Bangır bangır Ferdi çalıyor evde daha ne olsun. Birçok hikayede “ben de bunu yaşadım” dediğim çok şey oldu. Sanırım 1980 doğumlu ve Ankaralı olması nedeniyle kendimle özdeşleştirme duygusuyla (ee çocukluğumuz aynı yerde geçmiş sonuçta:) hikayeleri daha bir sahiplenerek okudum. Çoğu hikâyenin onun açısından da otobiyografik olduğunu bu nedenle üslubunun samimi, duyguları olayları tespit edercesine akıcı anlattığını fakat hikayelerin belki bitiş kısmında olabilir hep bir olmamışlık, bir eksiklik duygusuna kapıldığımı söyleyebilirim. O tamamlanmamışlık duygusuyla gelen tatmin olma dürtüsü neticesinde kitabın sonraki sayfalarını aradığım şeyi bulma umuduyla daha bir merakla çevirdim. Olmadı. Hani o eksiklik duygusu var dedim ya aslında o Kafka’nın “Milena’ya Mektuplar” kitabında olduğu gibi bir beklentinin hayal kırıklığı olabilir hani orada da Kafka; o mektupları bir gün kitap haline getirmek için yazmamıştı sevgilisine o anın getirdiklerini olduğu gibi yazmış bir nev-i dertleşmişti onunla fakat biz okurlar beklenti içinde olduğumuzdan kitabı Kafka’ya göre basit bulmuştuk halbuki o kitap yazmamıştı sevgilisine mektup yazmıştı ölümünden sonra arkadaşı bunları kitap olarak yayınlamasaydı eğer.. Eriş’te de Kafka’ya benzer bir durum söz konusu gelin bunu kendi röportajında anlatımıyla okuyalım. “Bu kitabın aynı anda hem olumlu hem olumsuz bir özelliği var benim için... Olumlu yanı, bu öykülerin hiçbirini bir gün kitap olacağı düşüncesiyle yazmamıştım ve içinde hiç yazar sahteliği yok. Olumsuz yanı ise kitap olacağını hiç düşünmediğim için hiç yazar kafasıyla ölçüp biçip, derli toplu bir şey koyamadım ortaya. Bu yüzden birinin karşıma çıkıp “sen de yazar mı oldun canım...” demesinden çok korkuyorum. Çünkü olmadım. Ben bir şeyler anlattım, bir kitaba dönüştüler, belki de bir daha hiçbir şey anlatamayacağım." İşte bu duruma rağmen tanıtım bültenlerinde Eriş; "anlatma iştahıyla dolu yeni bir ses" olarak lanse ediliyor haliyle okuyucuyu beklenti içine sokuyor. Kitabın bütününe baktığımda sonuç olarak Eriş için; tayfanın diğer üyelerinin biraz gerisinde ama aldığı Sait Faik Öykü ödülünü sonuna kadar hak etmiş ilerleyen zamanlarda daha başarılı umut vadeden bir yazar olduğunu düşünüyorum. Ancak “Bangır bangır Ferdi çalıyor evde” dediğim gibi beni tam anlamıyla tatmin etmedi. Yine de 14 hikayeden oluşan bu kitapta "vakitlice gelmeyen çiş", "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum","biraz uzunca diyet hikâyesi" ve "kadınlar hep olmadık zamanlarda" en sevdiğim hikâyelerden… Kitaptan Altını Çizdiklerim : -Aşk acısı çekmenin yeri de yok, yaşı da; nereye gitsen aynı kafayı taşıyorsun çünkü. Kaçarın yok. -Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer. -Saat ikiyi çeyrek geçmeye niyetliydi. Zaman tereddüt eder mi, mevzu bahis ileri gitmekse eğer? -Çaresiz erkek, sevildiği zaman umurunda bile olmayan ne çok ayrıntıyı hatırlıyor vakit terk edilmeyi vurunca, o ayrıntılardan kurmaya çalışıyor geri dönüşünü kadının. Oluyor mu? Olmuyor. -Yaşı kaç olursa olsun bütün kadınların ağlamasında insanın kendi annesinin ağlayışını hatırlatan bir şey var, canından can yolar adamın.
Attila İlhan’ı sinemada Ali Kaptanoğlu takma adıyla on beşe yakın senaryoya imza atmış senarist, çeşitli dergilerde sivri dilli bir gazeteci, roman ve denemelerle yazarlık, her konuda engin bilgisi olan fikir adamlığı ve tabi ki “ben sana mecburum” gibi herkesin diline pelesenk olmuş şiirleriyle usta şair sıfatlarıyla tanırız. Bu özelliklerinin yanı sıra yadsınamaz bir siyasi kimliği de vardır. Ben sanatçının siyasi görüşünün sanatının ve eserlerinin aynı görüşte olmayan kitleler tarafından okunmadan sadece düşünceye bağlı bir ön yargıyla direkt olumsuz eleştirildiği yönünde olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle siyaset, din gibi konularda sivrilmeden sanatı herhangi bir düşünce adı altında bir yere çekmeden halk yığınlarına götürülmesi gerektiğine, ancak bu şekilde çeşitli düşünce gruplarından beslenerek ilerleme kaydedebileceğimizi dolayısıyla aynı çatı altında çatışmadan yaşayabileceğimize inanıyorum. Attila İlhan bunun doğru olmadığını düşünmüş olacak ki aydın toplumcu şair olmayı hedeflediğinden Marksist diyalektik metodu seçmiş solcu şairlerimizden olmuştur. Siyasi görüşünü sanat adı altında halka empoze etmeye çalıştı mı bunun cevabını veremem çünkü ben sadece almam gereken şeyi almam gereken yerden almayı prensip edinmiş bir bireyim. Şiir yazan bir adamdan siyaset öğrenmeye çalışmam yani sapla samanı karıştırmam. Attila İlhan henüz 16 yaşındayken ve daha sonraki yaşlarda birçok yazı ve düşüncesinden dolayı hapse girmiştir.Hatta Türkiye’de hapse giren ilk liseli olarak anılmıştır. Nazım’ı kurtarma projelerinde yer almıştır. Bu yüzden İzmir-Paris-İstanbul üçgeninde epey dolaşmıştır. Toplumculukla Atatürkçülüğü bağdaştıran bir sentezi gerçekleştirmek için sosyal realizm akımını başlatmış dönemin birçok şair ve yazarına öncülük etmiş, Cumhuriyete kayıtsız kalan gençlere Atatürk gerçeğini anlatmaya çalışmıştır. Ve her dönem sıkı bir muhalif olarak hafızalarda yer etmiştir. Lirik tarzda yazan Attila İlhan; şiirlerinde milliyetçilik, barış, insan sevgisi, özgürlük üzerine toplumsal konuları işlediği gibi; ölüm, yalnızlık, aşk, umutsuzluk gibi bireysel konuları da işleyerek “Sanat sanat içindir” ile “Sanat toplum içindir” felsefelerini bir arada yansıtmıştır. Esasen İlhan’ın sanat tanımını gelin kendisinden okuyalım. “ Sanat; doğanın, toplumun ve insanın içindeki diyalektiğinin estetik olarak yansıtılması.” Yani toplumsal gerçeklikle romantizmin estetik olarak yansıtılmasını savunmuştur. “Estetiği harcamak demek, sanatın ana öğelerinden birini kaldırıp atmak demektir” şelinde düşündüğünden, Orhan Veli’nin de içinde bulunduğu “garip akımı” sığlıkla, “ikinci yeni” yi yozlaşmayla değerlendirmiş ve kabul etmeyip karşı çıkarak , şiirde yeni bir akımla Maviciler topluluğunun öncüsü olmuştur. İmla kurallarını bütünüyle reddeden, şiirin kelimelerle değil imgelerle yazılması gerektiğini savunan İlhan; “Böyle bir sevmek” kitabının sonunda meraklısı için ekler bölümünde, şiirlerini neden, ne zaman yazdığını ve ne anlatmak istediğini açıklayan notlar eklemiştir. Ayrıca dönemin dergilerinde yazdığı toplumcu şair eleştirileri de var. Attila İlhan’ın kitabında en sık kullandığı kelimenin diyalektik olduğu dikkatimi çekti. Hatta benim de sevdiğim “Diyalektik gazel” isminde bir şiiri de vardır. İlhan’ın bu kitabı 12 Eylül 1980 darbesi sonrası yayından kaldırılan ve toplatılan kitaplar arasında yer aldı. Kitabın son sayfalarındaki eleştirileri okurken ve genel üslubunda, bilgisine ve olaylara vakıf halinden yola çıkarak Attila İlhan’da haklı bir yüksek ego olduğunu söyleyebilirim. Gerçi benim bu egoyla tanışmam Buket Uzuner’in “Kumral Ada Mavi Tuna” kitabını okurken oldu. Bir rivayete göre Uzuner; ustanın hayatını anlatan bir kitap yazmak istemiş İlhan buna izin vermemiş. Bu duruma içerleyen Uzuner’de “madem hayatını yazamıyorum ben de kitabımda anlatırım” diyerek Kumral Ada Mavi Tuna kitabını yazmıştır. Hikâyede bahsi geçen kahramanların İlhan’ın sinemadan tanıdığımız kız kardeşi olan Çolpan İlhan ve eniştesi Sadri Alışık, dayının da Attila İlhan olduğu apaçıktır. Kendisi de; kendisini “"mütefekkir Attila İlhan, şair Attila İlhan’ı beğenmez, çok eleştirir" diye tanımlar. 80 yaşında kaybettiğimiz Attila İlhan hakkında sayfalarca yazı yazsam anlatmakla bitiremeyeceğim, kimi düşüncesine katılmasam da Türk edebiyatındaki yeri doldurulamayacak çok yönlü bir kişilik olduğunu düşünürüm. İlhan’ın elimdeki bu kitabı 1977 yılı birinci basım olup sevgili dostum Kaan Maraba’nın tarafıma hediyesi olması açısından da benim için çok kıymetlidir
Diyeti tükeniş olsa bile sıradanlaşmak yerine çizgi dışı yaşam süren adamları seviyorum ve bu nedenden dolayı ne yapsalar destekliyorum. Neden? Çünkü inanıyorum. Herkesin hayatta inandığı bir şey vardır ben de bu tarz adamlara inanıyorum. Kimler mi o adamlar; Teoman, Nejat İşler, Emrah Serbes, Zeki Demirkubuz, Okan Bayülgen, Hakan Günday, Ali Lidar, Erdal Beşikçioğlu. Nejat İşler; bir kitap çıkarmış ve ben bu kitabı edebi anlamda bir beklenti içine girmeden okumuşum. Neden? Çünkü samimiyetsizlik ve hırsların üzerine kurulmuş bir sektörde mülkiyetin hırsızlık olduğunu savunan, yaşamda; değişen durumlara karşı değişmeyen duruşuyla aşık olduğum adamlar listesinde olduğu için ne anlatmış merak etmişim. Daha önceden Ot dergisinde hali hazırda Bavul Dergisinde yazan İşler; Can yayınevinin sahibi Can Öz’ün de diretmesiyle kitap çıkarmaya karar verir. Tek şartı; kitabın telif hakkı ve gelirleri, başkanlığını yaptığını Bodrum Gümüşlükspor futbol takımının geliştirilmesi için kullanılacak. Kitabın konusu ne derseniz konusu Nejat. Onun hayatı. Fakat anlatımda şöyle bir güzellik var, sanki Nejat’la karşılıklı bir meyhanede oturmuşsunuz kafa hafif çakır keyif , gözleri ışıl ışıl o anlatıyor siz bitmesin istercesine dinliyorsunuz çünkü kendini anlatırken 80’li yılları 90’lı yılları yani aslında sizin dününüzü anlatıyor, trajikomik bazı olaylar var içimi acıtıyor, mesela futbol muhabbetini sevmem ama o futbolun sadece futbol olmadığını anlatır gibi futbol anlatıyor. Gümüşlükspor şampiyon olduğunda adam sevinirken kafayı demirlere çarptı Duman grubunun “Ah” şarkısını coverlayıp seslendirdiği kadar derin bir “ah” demedi. Tutkuları güçlü adam vesselam bende hayranlık diz boyu. Kitapta edebi bir metin yok, hatta günlük yaşamdaki konuşma tarzının kitaptakinden daha özenli olduğuna bahse girerim ama gezi ruhunu taşıyan, sisteme ince ince dokunduran, kimi zaman mütevaziliğin dibine vuran, kimi zaman kaybedenler kulübündeki marjinal ve cool tavırlarıyla çoğu yeni yetme yazarın süslü cümleleriyle okuyucuyu samimiyetsiz satırlarına maruz bırakmayan güçlü bir ruh var. Kitabın bütününden benim anladığım Nejat’ın da anlatmak istediği ve aslında dünyaya geliş amacımızı özetleyen şu nokta var. Bu dünyada mutluluğun ancak ''başka'' birileri için bir şeyler yapılınca kazanılabileceği. Tek başınalığın bekçisi zor olur. Kitaptan altını çizdiğim satırlar var ancak hikâyenin bütünlüğünü yansıtmayacağı için burada paylaşmayacağım. Ancak daha önce yazmış olduğu sisteme karşı tavrını net belli eden şu yazısını paylaşmadan geçemeyeceğim. ölün istiyorum artık. yalnız bir kere yetmez, bin kere ölün! bir kere pozantı’da tecavüze uğrayıp ölün. bir kere tecavüzcünüzle evlendirilip intihar edip ölün. bir kere sahte delillerle hapse atılın, kahrınızdan hasta olup ölün. bir kere hakların için hükümeti protesto ederken hükümet tarafından başından silahla vurulup ölün. bir kere mehmetçik olun, kapitalistlerin uydurma savaşları için ölün. bir kere koca şehrin göbeğinde, otoyolda sele kapılıp ölün. bir kere kafanıza gaz kapsülü atılsın, öyle ölün. bir kere kullanma tarihi geçmiş gazı 5 cm’den yüzünüze ağzınıza sıksınlar, kanser olun ölün. bir kere gecenin karanlığında, sokak ortasında “vurma ölüyorum” diye bağırırken dövülerek ölün. bir kere soğuktan donup ölün. bir kere dere yatağına yapılan ruhsatlı evin çöküntüsünde ölün. bir kere grizu patlasın “güzel ölün”. bir kere karbonmonoksit zehirlesin, kafanız iyi ölün. arkanızdan “kader, bu işin fıtratında var, ekmek almaya gitmiyordu teröristti, biliyorsunuz alevi, kısa etek giymeseydi, altı üstü bir kaç kelle” demeyeceğime yemin ederim. betonun altında ölmeden hemen önce çekilen son fotoğrafınızı çerçeveletip bana hediye ettiklerinde, yanında sırıtarak poz vermeyeceğime yemin ederim. 3 dakika iş bırakma eylemi yapıp dalga geçmeyeceğime yemin ederim. ananızı yuhalatmayacağıma, yakınlarınızı azarlamayacağıma ve yerde tekmelemeyeceğime, yemin ederim. sözüm söz! siz yeter ki ölün…” Nejat İşler
Kitabı elime aldığımda kapaktaki gülümseyen Tezer fotoğrafı, kitabın sayfalarını çevirdikçe hüzün dolu Tezer fotoğrafına dönüştü. Pesimist bir düşünce çerçevesinde sürekli iç dünyasını sorgulayan ve bu sorgulamalarla birlikte gittikçe yalnızlaşan ve delirme noktasına gelen insanlar… Edebiyat dünyası bu insanlarla dolu. Eğer bu insanlardan değilseniz ya da kendinizi tam olarak ifade edemediğiniz bir yerdeyseniz bu tarz yazarların kitaplarını okurken anlayabilmek ve algılayabilmek adına onların hayatları ve hayata bakış açılarını bilmenizde fayda var. Tezer Özlü; edebiyat dünyasının dişi Oğuz Atay’ı, gamlı prensesi, delilikle-dahiliğin gölgesinde özgürlük arayışı kaidesiyle yazan yazarlarımızdan. Çocukluğunda İtalo Svevo, Franz Kafka ve Cesare Pavese gibi yazarları okuyan Tezer özellikle kendisi gibi 9 Eylül’de doğan Pavese’den öyle etkilenmiş ki artık Simav gibi küçük bir kasabadan çok uzaklara gitmesi gerektiğine inanmış. İstanbul’a gelmiş. Liseyi yarıda bırakarak otostopla Avrupa’yı gezmiş. Paris’te tiyatrocu-yazar Güner Sümer’le evlenmiş. Ankara’ya yerleşip çevirmenlik yapmaya başlamış bu dönemde birçok ünlü yazarı Türkçeye kazandırdı. Fakat bir süre evlilikten aradığını bulamayıp eşinden ayrılmış. Ruh sağlığı gitgide manik-depresip bir hal alan Tezer; İstanbul’da psikiyatri kliniğe yatmış. Orada birçok kez intihar girişiminde bulunmuş. O dönemde yazarın hayatına tanıklık etmediğim için –mişli geçmiş zaman kullanarak hayatını anlattım ama zaten kendisi bu zaman dilimine kadar olan anılarını “çocukluğun soğuk geceleri” kitabında anlatıyor. Daha sonra yönetmen Erden Kıral ile evlenmiş ve bir kızı olmuş. Fakat yine neden olduğunu bilmediği, ruhsal dengesizliğin vermiş olduğu bir kararla sevdiği halde eşinden boşanmış. Almanya’ya yerleşip burada çeviriler yapıp kitap yazmaya devam etmiş. İkinci romanı olan “Bir İntiharın İzinde”yi yazmış. Bu kitap Almaya’da ödül alıyor ve Bir intiharın izinde, Ferit Edgü’nün fikriyle Almancadan Türkçeye çevrilirken ismi Yaşamın Ucuna Yolculuk olarak değiştiriliyor. Tezer’i Berlin’de yeniden aşık olup evlendiği eşinden bu kez kendisi değil ölüm ayırıyor. Tezer 43 yaşında göğüs kanseri nedeniyle hayata gözlerini yumuyor. Hayatı “hiçbir yere bağlı olmamak” ve yaşamı bir tür “gitmek” olarak algılayan ve uygulayan kimine göre bohem, kimine göre tutunamayan bir kadın olarak değerlendirilen Tezer; geriye iki öykü, iki roman, deneme kitapları ve bir senaryo bırakıyor. Yaşamın ucuna yolculuk; Özlü’nün sevdiği yazarların yaşadığı yerleri görmek, onları orada hissetmek, bunalımlarına yoldaşlık etmek adına çıktığı yolculukları anlatıyor. Önce Prag’a Kafka’nın evine ve mezarına, sonra İtalya’ya Svevo’nun evine ve en son tutkuyla bağlı olduğu Pavese’nin Torino'da bütün özel kâğıtlarını yok edip, 21 adet uyku hapı alarak intihar ettiği otel odasına gidiyor. Kitabın çoğu Pavese’nin ölümle-yaşam arasında sıkışmışlarını anlatan alıntılarla dolu. Bunları anlamaya anlamlandırmaya çalışan Tezer’in içinde biriktirdikleri; Pavese’nin mezarına gittiğinde başgösteriyor. Pavese’nin ölümünü, gazete altta küçük bir haber olarak duyurur. Oysa magazin haberleri, gösterime giren filmler bile daha gösterişli puntolarla verilmişti. Tıpkı Pavese’nin “eğer yaşıyorsak bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz” sözündeki gibi Özlü bu çarpıcı bölümde, bir canlı için sona eren hayatın diğer canlılar için hâlâ sürdüğünü ve yaşayanların dünyasında ölenlerin ilgi çekmediğini vurguluyor. Çok tanıdık değil mi? Tezer çıktığı bu yolculuklarda yanına hiç dinmeyen ve geçmeyen baş ağrısıyla diş ağrısını da alıyor. Anlatımındaki bu ağrılar öyle gerçekçi öyle sancılı ağrılar ki, kitaba kendinizi biraz fazla kaptırırsanız ağrı eşiğiniz alarm vermeye başlayabilir. Ve trenler… Trenler Özlü için, özgürlüğünün simgesi. Onu gideceği yere götürürken, çıktığı içsel yolculuğunda ona arkadaşlık eden vasıtalar. Yollar ve yolculuklar.. Kimi zaman gitmek kimi zaman gelmek için, kimi zaman kaçmak kimi zaman kavuşmak için, kimi zaman aramak-bulmak-sorgulamak kimi zaman kör-sağır-dilsiz olmak için.. Tezer’i anlamak için onun dünyasını bilmek lazım dedik ya; Tezer’le etkisi altında kaldığı yazarları okumuş, içinde bulunduğu toplum ve aile dayatmalarına başkaldırı niteliğinde gitmek ve yalnız yaşamak fiilini gerçekleştirmiş, aynı ideolojinin tarafları olmuş biri olarak kitabı okumaya çalıştım. Ancak benim gibi; “hayat haksızlıklarla dolu ama yine de güzel” ve ” Eğer mutluluğunuz, bir başkasının yaptıklarına bağlıysa, çok ciddi bir sorununuz var demektir” felsefesinden yola çıkarak inatla yaşamaya devam edenlerdenseniz Tezer’le bütünleşemeyebilirsiniz. Ben de Tezer’le birlikte bir tutunamayan değil Tezer’le bütünleşemeyen biri olarak; Tezer’in bir varoluş çabası içinde nihilizmi elden bırakmadan pesimist düşüncelerle yazdığını, felsefe yönünden bakarsak “ben neredeyim, ne yapıyorum” gibi sarsıcı düşüncelere sevk etmediğini, edebi anlamda da derinliğinin olmadığını ve anlatımda kopukluklar olduğunu söyleyebilirim. Tezer’le en baskın ortak düşüncem “insanlar arasındaki yalnızlık”. Kalabalıklar arasında o hengâmede insan sesleri arasında kendi sesini duyamaz hale gelmek ve hiçbir şeyden zevk almamak. Sanırım insan hayatında ki en ağır ve acı gerçektir. Kitabın ismi yaşamın ucuna yolculuk ama bu yolculuklar yine intiharlara gebe. Şahsi fikrim ilk haliyle "Bir intiharın izinde" olarak kalsaydı görüşünde. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -İnsan çoğu kez son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil, bir insan ömrü… -Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. -Tüm duyguların en güzeli duygusuzluk; öyle bir duygusuzluk ki, insanın tüm dünyayı ve insanları kucaklayabileceği duygusuzluğunun duygusu... -Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden." - Pavese der ki; "dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. kendi kendini kurtaramayanı kimse kurtaramaz."
Lübnan asıllı Amin Maalouf 1975’te çıkan iç savaş nedeniyle Fransa’ya gitmiş ve hâlâ orada yaşamaktadır. Eserlerini Fransızca yazan yazar, Orta Doğu'yu ve Batı'yı iyi tanıyan ve bu iki kültürü eserlerinde çok iyi harmanlayarak yazar. Kitapları kırktan fazla dile çevrilen yazarın Doğunun Limanları adlı kitabı Semerkant'tan sonra okuduğum ikinci kitabı. Bu kitapta içinde bulunduğumuz, kimimizin sağır dilsiz olup gözünü kapadığı, kimimizin uzaktan izlediği, kimimizin de bizzat yaşayarak canının yandığı hayatları, tarihi olayları, savaşın insanlar üzerindeki etkilerini, yazarın konuyu ele alış biçiminden ve hikayenin oryantalist pembe dizi kıvamında yazılmış olmasından yola çıkarak bizzat yaşamış gibi hissediyorsunuz. Anlatım öyle etkileyici ki gözümü kapattığımda Orta Doğudayım. İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” diye çok sevdiğim bir sözü vardır. Evet, Orta Doğu’nun kaderi savaş demek, kan demek, sevdiklerinden ayrı düşmek demek… Stefan Zweig Satranç kitabında savaşın etkilerinden bahsederken, Orta Doğudaki savaşın sonuçlarının nereye gideceğini kestiremediğim bir noktaya temas ediyor. Diyor ki, “20. yüzyıl savaşlarında tahribat ağır olsa da insanlık üstesinden gelmeyi başarmıştır. Biraz daha uzun sürseydi insanlık kaybedecekti." Doğunun Limanları'nın hikayesi kahramanımız İsyan’ın babaannesi İffet Hanım'ın Osmanlı padişahlarından birinin kızı olması nedeniyle İstanbul’da başlıyor. Kitap bir kurgu fakat kurguda esinlenen olayların tarihin sayfalarından alındığını görüyoruz. Örneğin; tahttan indirildiği için bunalıma girdiği söylenen ve bilekleri kesilmiş olarak odasında bulunan ve artık cinayet mi yoksa intihar mı olduğu noktasında tarihçilerin de üzerinde durmadığı padişahın Sultan Abdülaziz, İffet Hanım'ın da Sultan Abdülaziz’in kızı Nazime Sultan olduğu söyleniyor. İstanbul’dan başlayan hikaye de olay örgüsü Adana-Beyrut-Fransa’ya kadar uzanıyor. Kitabında; Türk, Ermeni, Yahudi ve Arapları bir araya getiren Maalouf “İnsanlar; acaba dil, din, ırk, mezhep ayırımı gözetmeksizin, sadece “insan” olarak coğrafyanın tüm renkleriyle bir arada yaşayamaz mıydı? ” sorusunu düşündürüyor. Kitabın finali etkileyici ve gizemli olmasına rağmen bir bakıma sonunun okuyucuya bırakılmış olduğunu düşünüyorum. Maalof’un anlatımındaki samimiyet yine Orta Doğu'yu anlatan Hosseini’nin “Uçurtma Avcısı” kitabındaki gibi okuyucuyu derinden yakalıyor. Her iki kitaptaki edebi nitelik tartışılır olmasa da duygu bazında acıyan, kanayan yaralarımıza temas niteliği taşıdığından hikayeyi duygusal boyutta unutulmaz kılıyor. Ve son olarak Yapı Kredi Yayınları'ndan aldığım bu kitabın çeviri problemini dile getirmek istiyorum. Benim kitabım, Esin Talu Çelikkan çevirisiyle “Doğunun Limanları” ismiyle çıkmış. Bu kitabı okuyan Kaan Maraba ile altını çizdiğimiz yerleri karşılaştırırken aynı yayınevinin Can Yayınevi'nden transfer ettiği Saadet Özen’in çevirdiği "Doğu'nun Limanları" nı daha başarılı olduğunu belirtmek istiyorum. Ayrıca kitabı önerdiği ve yorumlama konusundaki fikir, eleştiri ve dilbilgisi düzenlemesi için kendisine teşekkür ederim. Kitaptan altını Çizdiklerim: - Aşk, el değmemiş olarak kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse! Hayat bıkılacak kadar uzun değil! -Sana en değerli kitaplarımı verebilirdim; her şeye sahip birine bile eski bir kitap hediye edilebilir. - Yolda durmuş merakla, şefkatle onları seyredenler var. Ben böyle bakamam onlara. Ben, yoldan geçen biri değilim. -Gelecek, geçmişin duvarlarının ardında değildir. -Geleceği kuran, geçmişe dönük özlemlerimiz değil de nedir? -İnsan özlemini çektiği sevinçlere ulaşamadığı zaman sıkılır. -Bazen aşklarında sonbaharı vardır. - Gelmemenin bir vakti yoktur. İnsan coşkuyla beklerken ne kadar zaman geçerse, o büyük günün yaklaştığına o kadar inanır.
Ali Lidar’la ilk tanışmam 4 yıl sevgilisiz gezdiğim bir dönemde daha doğrusu sevmeye yeteneksiz ve üşendiğim bir zaman diliminde halimi anlatan bir neden ararken “Alengirli şiir”i dinlememle başladı. Nedenler arasında çok neden vardı erkeklere güvensizlik, narsistlik, bağlanma korkusu vs. ama ben kendimdeki en uygun “erkeklerden uzak durma sevgili yapamama durumunu” şu dizelerde buldum. “Ben seni severim aslında da düzenim bozulur diye korkuyorum Durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar Sinemaya gitmeye ele ele tutuşmaya falan kalkarız İşin yoksa çiçek al, saç tara, parfüm sık. Küsmesi, barışması, ayılması, bayılması Hatta eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması” diyordu. Cidden o dönemler hayatımın en keyifli dönemlerini yaşıyordum ve bir sevgili bunun içine edecekti biliyordum :) Neyse “vay benim kafada biri daha varmış kimmiş” falan derken bulaştım bu Ali Lidar’a o gün bugünden beri de seviyorum. Tıpkı Teoman’ı sevdiğim gibi. Lidar’ın kitabında da yazdığı gibi “ön tarafından değil yan tarafından” sevdim ben bu adamları. Birini yan tarafından da seviyorsanız gerçekten seviyorsunuz demektir demiş kendileri… Yan tarafları bir yana ben Ali Lidar’ı ön taraflarından sevmek için 7 neden söyleyebilirim. 1- Yapaylıktan uzak ve doğal oluşu 2- Doğru noktalara parmak basması 3- 4 binin üzerinde kitabının olması ve kitapsız sokağa çıkmaması 4- Küçük Prensi sevmesi 5-Kinder sürpriz yumurta ve oyuncaklarla hala içindeki çocuğu yaşatması 6-Sürekli bir “At” peşinde koşuşturması. (güçlerimizi birleştirip doğum günüde ona bir at alacağız) 7-Ve tabi ki o bir Dük! Eskişehir Dükü :) Lidar’ın bir şiir, deneme-öykü türünde iki kitabı var. Tesirsiz Parçalar kıvamında bir kitap olan Z Raporu; Lidar'ın hayatından kesitler içeren, bazı konularda düşüncelerini belirttiği ama kesinlikle bilgi birikimi olmadan yazılması muhtemel olmayan konulardan bahsedişi nedeniyle Lidar’ı hem cool hem zeki yapan, kişisel serzenişlerin çoğunlukta olduğu, yer yer güldüren, çoğu zaman hüzünlendiren ama bolca düşündüren yaşanmışlıkları anlatan kısa hikayelerden oluşuyor. ”Üçüncü sınıf bir meyhanede unutulmuş bir mektup” hikayesi otobiyografik özelliği taşıdığından benim için en kıymetlisi. “Resimsiz Gözyaşları” ise off diyorum uzun zaman oldu kitap okurken hikâyeye ağlamayalı. Boğazım düğümlendi o hikaye gerçek olmasın lütfen diye içimden geçirirken Lidar gerçek olduğunu söyledi. “Yaralarımızla eşitleniyoruz birbirimize” demiş bir hikayesinde işte o yaralardan biri bende de var o yüzden eşitleniyoruz Ali Lidar’la…Velhasıl bu adamı okumak aşk gibi. Yani bir taraftan midenizde kelebekler uçuşurken diğer taraftan tuhaf bir huzursuzlukla midenize kramplar girebiliyor. Her sayfa yani bir heyecan ama kitabın sonuna gelmenin hüznünü de aynı anda barındırıyor. Tek solukta okuduğum tek yazar Ali Lidar. Okuduktan sonra rafa kaldırıyorsunuz ama kitabı, yazarı değil. Ali Lidar’la her bir hikayede daha da bütünleşiyorsunuz. Siz hiçbir yazarı okudukça içinizde büyüttünüz mü? Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Herkes iyi bilir birbirlerinin en çok canını yakanlar birbirlerine denk insanlardır. Acıyla ve yarayla denkleştiğin birine nasıl yalan söylersin? - Mutluluk dediğimiz şey kandırmacadan başka bir şey değildir ve ancak karşımızdaki insanların gerçekte ne düşündüğünü bilmediğimiz sürece mümkündür. Kendi mutluluğunu başka insanlarla tanımlayabilen biri, gerçekte hiçbir zaman mutlu olmamıştır. -Gerçek; gerçek olduğuna inandığımız ve başımıza ne gelirse gelsin bir an bile şüpheye düşmeden yaşadığımız ve savunduğumuz şeydir. -Ve ne yazık ki insan neyi düşünmek istemezse onu daha çok düşünüyordu.