En çok sevdiğim yazarlardan birisi olan Sebahattin Ali’nin Sırça Köşk kitabı, 13 hikayeden ve 4 masaldan oluşmaktadır. Yazar, bu eserlerinde toplumsal sorunlara, sosyal yaralara, ülke sorunlarına sırtını dönen aydınlara, çıkarcı doktorlara, haksız kazanç sağlayan tüccarlara, katil olmaya mecbur kalan gençlere, istemedikleri hayatı yaşamak zorunda kalan kadınlara, yolsuzluklara, korunmayan doğal güzelliklere, halkı yok sayan yöneticilere yer vermiştir. Hepsi çok etkili ve derin anlamlar taşımaktadırlar. Sırça Köşk kitabına adını veren bu masal şu şekilde özetlenebilir: Tembel ve gittikleri hiçbir yerde barınamayan üç arkadaş bir kente gelirler. Yolda gelirken içlerinden biri kendilerini rahat ettirecek bir yol bulur. Bu yol icabı geldikleri kentte dolaşıp, herkesin duyacağı şekilde ve şaşkın bir edayla "Bu ülkenin sırça köşkü nerede?" diye sorarlar. Sırça köşkün ne olduğunu halk merak eder. Üç tembel arkadaş sırça köşksüz kent olmayacağına onları inandırıp bir sırça köşk yaparlar. Köşkü gittikçe büyütürler. Sırça köşkün ihtiyaçları giderek artar, oraya giren hazır yemeye alıştığından oradan ayrılmak istemez, dışarda kalanlar da oraya girmeye çalışırlar. Sırça köşk giderek halka yük olmaya başlar. Halk, üç uyanık arkadaşa sorular sorar, bunlara uygun birer cevap alırlar. Sırça köşkün ihtiyaçları karşılanamadığında, sırça köşktekiler zora başvurur. Halkın yiyeceğini, içeceğini zorla alır, itiraz edenleri sırça köşkün bodrumuna kapatırlar. Halk bu beladan kurtulmaya çalışmaz, sırça köşkün adamları da köşkün hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğu düşüncesini yayarlar, safları inandırır, inanmayanları hile ve zorla sustururlar. Zamanla halkın vereceği bir şey kalmaz. Son koyunlarını da bir emirle getirirler. Bu durumda halkın artık korkmayacağını bilen üç tembel arkadaşın elebaşısı sesini tatlılaştırarak halk için yaptıkları fedakarlıkları anlatır. Getirdikleri koyunların hepsini yemediklerini bir kısmını geri vereceklerini açıkladıktan sonra kellelerin halka dağıtılmasını emreder. Kelleler dağıtılır. Biri bakar ki kellelerin beyni yok. Kellelerin dili ve gözü de yoktur. Kellelerin beyin, göz ve dillerinin olmayış nedenini sorduklarında "Siz onları ziyan edersiniz" cevabını alırlar. İçlerinden biri "bana böyle başın lüzumu yok" diye kelleyi fırlatınca sırça köşkte bir delik açılır. Herkes elindeki kelleyi fırlatınca, sağlamlığına inanılan köşk tuzla buz olur. Halk normal yaşayışına döner. Olayların bu şekilde bittiği bu masalda da bir kıssadan hisse paragrafı yer alır: "Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuz buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."
İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali’nin dönemin aydın geçinenlerine getirdiği ağır eleştiriler ve derinlemesine çizdiği insan portrelerini, tesadüflerle başlayan bir aşk hikayesi zemininde okuduğum en harika romanıdır. Sabahattin Ali, bir grup insan çevresinde dönen tüm olaylarda insanların kendi iç konuşmaları, sorgulamaları, dönemin, toplumun ve bu grubun temsil ettiği aydın kesimin sahte ahlak anlayışları, samimiyetsizlikleri karakterlerin gözünden yoğun bir şekilde eleştirmiştir. Sabahattin Ali, bu eserinde psikolojik analizleri oldukça başarılı kullanmış ve toplumsal gündemin kişilikler üzerindeki baskısını ve güçsüz insanın "kapana kısılmışlığını" göstermiştir. Bu romanda, kişilerin iç konuşmaları ve kendileri ile hesaplaşmaları yaygın olarak kullanılmış, bu yolla duygu ve hisler çok başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Kitap şu şekilde özetlenebilir: Kitabın ana karakteri Ömer bir gün tesadüfen eskilerden tanıdığı Macide ile karşılaşır ve görür görmez derin bir tutkuyla ona aşık olur. Macide ise, öğrenimi için ailesini bırakıp İstanbul’a gelmiş, akrabalarının yanında misafir olarak kalmaktadır. Ömer’in Macide’nin peşine düşüp ikilinin yakınlaşması ile gelişen olay örgüsünde; bir tarafta Macide’nin yaşadığı ortamda toplum baskısı, toplumun çıkarlara dayalı ahlak anlayışını sorgularken; Ömer’in sözde ‘aydın’ geçinen çevresinde ise, aslında bilgiden ve araştırmadan yoksun, sağdan soldan duyduğu, tartışmalarda tanık olduğu bir kaç düşüncenin peşinde körü körüne sürüklenen, yozlaşmaya ve ahlaksızlığa doğru giden ilişkiler yumağına tanık oluruz. Ömer karakteri, sorumluluk almayı başaramayan, ağır sorumluluklar altında ezilen, kendi hayatının kontrolünü eline alma hayalleri kurarken hep ‘içindeki şeytan’a uyup kontrolünü kaybeden ve sonra her defasında pişmanlıklar yaşayan yeni yetme bir ‘aydın’dır. Macide ise Ömer’e tutkuyla aşıktır ama çevresine uyum sağlayamamakta ve Ömer’in çevresindeki ileri görüşlü aydın geçinenlerin sahteliğinden rahatsızdır… Kitap, iki üniversite öğrencisi olan Ömer ve Nihat'ın vapurda konuşurlarken Ömer'in birkaç sıra öndeki kanepelerden birinde oturan güzel bir genç kızı fark etmesiyle başlar. Bu sırada da vapur iskeleye yanaşır. Ömer kızı gözden kaybetmemek için gözlerini ondan ayırmadan ilerlemeye başlar. Bu sırada Nihat da bir rezillik çıkacağı düşüncesiyle arkadan Ömer'i takip etmektedir. Ömer tam kıza sesleneceği sırada kızın yanındaki yaşlı bir kadının ona seslendiğini duyar. Bu kadın uzak akrabadan Emine Teyze'dir. Ömer kıza odaklandığından teyzesini fark etmemiştir bile. Emine Teyze, kızın adının Macide olduğunu ve Balıkesir'de akraba ziyareti sırasında musikiye olan ilgisini öğrenip İstanbul'a getirdiğini söyler. Macide, Balıkesir'de ortaokula giderken musikiye olan yeteneği ve ilgisi musiki hocaları tarafından fark edilir ve okul sonraları özel ders almaya başlar. Bu sırada öğretmeni Bedri Bey ile aralarında bir şey olduğu konusunda bir dedikodu çıkar. Bu dedikodu, onları uzaklaştırmak yerine, aralarında duygusal bir bağ kurar. Lakin Bedri Bey o senenin sonunda Balıkesir'den İstanbul'a taşınır. Emine Teyze, onlara misafirliğe geldiğinde musikiye olan yeteneğini öğrenir. Macide'nin anne ve babasını ikna ederek onu İstanbul'a konservatuar okumaya götürür. Emine Teyze'nin kocası Galip Bey buna pek memnun olmaz ama Macide'nin babasının aydan aya gönderdiği kırk lira onu susturmaya yeter. Macide de evi bir pansiyon gibi kullanmaktadır zaten. Ömer, Emine Teyze si ve Macide'nin yanından ayrılınca, onu arkadan takip eden Nihat ona yetişir ve beraber Beyazıt'taki bir kahvehaneye giderler. Ömer gece yarısı Emine Teyze'sinin evine gider. Herkes çok kötüdür. Çünkü Macide'ye babasının öldüğü haberini vermişlerdir. Macide ise odasına kapanmış, bir daha da çıkmamıştır. Ömer bu düşüncelerle yatağının serildiği odaya gider ve uykuya dalar. Ertesi sabah Macide ve Ömer aynı zamanda kalkar ve henüz kimse uyanmamış olduğundan birlikte kahvaltı ederler. Evden çıktıklarında da Macide'yi konservatuara bırakmayı teklif eder. Macide de bunu kabul eder ve sonrasında da Ömer akşam onu okuldan almak için söz alır. Macide'yi okuluna bırakan Ömer, postanedeki işine gider. Oradaki tek arkadaşı veznedar Hafız Efendi'nin yanına varır. Onunla sohbet edip öğle yemeği yedikten sonra da Beyoğlu'na Macide'yi almaya gider. Okulunda Macide'yi bulur ve eve doğru yürümeye başlarlar. O sırada Ömer Macide'ye olan hislerini açar. Macide ise aynı duygularla ona cevap verir. O akşamdan sonra her akşam beraber gezmeye başlarlar. Lakin babasından gelen kırk liranın da kesilmesi sebebiyle ev halkı bundan oldukça rahatsız olur ve işi bir gece Macide eve geldiğinde onu azarlamaya kadar vardırırlar. Gururu kırılan Macide, hemen o akşam bavulunu toplar ve dışarı çıkar. Lakin nereye gidebileceğini bilmemektedir. O akşam bir terslik olacağını hisseden Ömer'se kapıdan ayrılmamıştır. Hemen Macide'yi alarak kendi evine götürür. O günden sonra karı-koca olarak yaşamaya başlarlar. Fakat bir süre sonra da geçim sıkıntısı ve parasızlık baş gösterir. Ertesi sabah postaneye gittiğinde işine dört elle sarılmaya başlar. Veznedar Hafız Efendi yine öğle yemeği sırasında ona derdini açar. Kayınbiraderi hapise girmiştir ve kefaret için gerekli olan iki yüz elli lirayı kasadan alıp kayınbiraderine vermiştir. Mahkeme görülüp tahliye edildiğinde ise bu parayı geri alacaktır fakat bir türlü mahkeme görülmez. Rahatlamak için de Ömer'e içini döker. O akşam Ömer eve gittiğinde Nihat ve Profesör Hikmet adında bir tanıdığı onu beklerken bulur. Evlendiğini söylediğinde ise onu tebrik ederler. Fakat Macide bu arkadaşlardan hiç haz etmemiştir. Geçim sıkıntısı Ömer'i iyice sıkıştırmaya başlamıştır. Siyaset ile ilgili sakıncalı ve tehlikeli yazılar yazıp yayınlar çıkarmaya başlayan arkadaşı Nihat, veznedar Hafız Efendi'yi ihbar edeceği konusunda tehdit ederek ondan para istemeyi önerir fakat Ömer bu fikri katiyen reddeder. Profesör Hikmet bir akşam Ömer ve Macide'yi saza davet eder. Zaten parasızlıktan yiyeceği zor bulan Ömer bu teklifi derhal kabul eder. Eğlence sırasında Bedri ile karşılaşırlar. Bedri, ablası hastalandıktan sonra hocalığı bırakmış, orada burada piyano çalarak çalışmaya başlamıştır. Tuhaf olan ise, Bedri ve Ömer'in bir süredir görüşemeyen iki iyi arkadaş olmasıdır. O geceden sonra ise sık sık görüşmeye başlarlar. Bedri, Macide'ye olan hislerini hala içinde barındırsa da bunu asla belli etmek istemez. Macide için Ömer oldukça maddi yardımda bulunmaktadır aynı zamanda. Bir akşam Ömer işten eve geldiğinde Bedri ve Macide'yi karşılıklı iskemlelerde ışığı açmadan ve hiç konuşmadan otururlarken bulur. Bunun üzerine onları yanlış -aslında doğru- anlayarak Bedri'ye oldukça ağır hakaretlerde bulunur. Bu hakaretlere dayanamayan Bedri oradan hemen uzaklaşır. Ömer bir sandalyeye oturur ve ağlamaya başlar. Parasızlık iyice sıkıştırdığından, Hafız Efendi'den tehditle iki yüz elli lira almış, sonrasında ise pişman olarak bu parayı ancak onun hakkettiği düşüncesiyle parayı Nihat'a verir. Olanların ve yaptıklarının ayrımına varan Ömer hemen özür dilemek üzere Bedri'nin evinin yolunu tutar. Bedri onu affetmesine affetmiştir ama bundan sonra Macide'yle araları eskisi gibi olmayacaktır. Bir akşam, Nihat Ömer ve Macide'yi bir hayır derneğinin eğlence gecesine çağırır. Orada Profesör Hikmet ve Bedri ile karşılaşırlar. Macide oldukça sıkılmıştır fakat Ömer'in gitmeye hiç niyeti yoktur, zira eski arkadaşlarından Ümit adında bir kızla oldukça yakından ilgilenmektedir. Müsamere bittiğinde, bir gazinoya gitmeye karar verirler. Macide ise kendisini unutan kocasının peşinden oraya sürüklenir. Oldukça sıkıldığından, bir ara tuvalete gider. Bir iki kadeh içtiğinden, tuvaletin pis ve keskin kokusu onu kendine getirir. O sırada kocasının arkadaşı olan İsmet Şerif içeri girer ve Macide'yi sıkıştırmaya başlar. Macide ise onu iterek dışarı çıkar. Gazinoya geri döndüğünde, kocasının yanı başında Profesör Hikmet tarafından taciz edilir. Ömer olanları görmesine rağmen, Profesör'e borcu olduğundan mahcubiyetle hiçbir şey söyleyemez ve Ümit ile alakadar olamaya devam eder. Macide tüm bu olanlardan sonra herkese -Ömer dahil- ve her şeye, yaşadığı hayata karşı tiksinti duymaya başlamıştır. O akşam Ömer işten gelmeden onu terk etmek üzere uzun bir mektup yazar. O sırada kapı hızla açılır ve Bedri içeri girer. Macide mektubu ve ağlamaktan kızarmış gözlerini saklamaya çalışır. Bedri ona Ömer'in tutuklandığı haberini verir. Bedri'nin tahminlerinin aksine, Macide bu haberi sakin karşılamıştır. O günden sonra Bedri ile beraber Ömer'i ziyaret etmeye başlar. Lakin Ömer ile konuşacakları bir şey kalmadığından, ikisi de susarak oturmaktadırlar. Bir gün yine Ömer'i ziyarete gittiklerinde, Ömer Macide'nin gitmesini, Bedri ile yalnız konuşacağını söyler. Macide ise Bedri'yi beklemek üzere dışarı çıkar. Ömer Bedri'ye tahliye olduğunu onunla beraber dışarı çıkabileceğini söyler. Lakin hatalarının farkına varmıştır ve Macide’yi daha fazla üzmek istemediğinden kendi başına yeni bir hayata başlamak istemektedir. Bedri'ye Macide'yi ona emanet ettiğini isterse evlenip, isterse de onu kardeş belleyebileceğini söyleyerek çıkar ve gider. Bedri olanları Macide'ye anlattığında, bunları garip bir sükunetle karşılar. Bedri evine taşınmasını söylediğinde ise kabul eder. İçinde garip bir çekilme hissiyle, Bedri ile yokuş aşağı yürümeye başlarlar.
Kanaatimce, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden birisi olan Kuyucaklı Yusuf, "1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler." cümlesiyle başlamaktadır. Sebahattin Ali'nin romantik edebiyat tarzında yazdığı bu roman, 20. yüzyıl başında Edremit'te Yusuf ile Muazzez'in aşkı etrafında gelişmektedir. Bir Anadolu kasabasında eşraf ve bürokrasinin kurduğu adaletsiz düzene romanda geniş yer verilmiş ve bu düzen eleştirilmiştir. Kitap şu şekilde özetlenebilir: 1903 yılında Aydın'ın Kuyucak İlçesinde bir karı kocanın öldürülmesi olayını soruşturmaya giden Nazilli kaymakamı Salahattin Bey, anne babası gözleri önünde katledilmiş olan dokuz yaşındaki oğlu Yusuf'u, evlatlık olarak alıp evine götürür. Salahattin Bey, kendisinden on beş yaş küçük Şahinde Hanım ile evlidir. Hem yaş farkı, hem de mizaç bakımından uyuşmazlık yaşadığı eşiyle zor yürüttüğü ilişkisi, Yusuf'u eve getirmesiyle daha da bozulur. Şahinde, kocasının eve getirdiği bu köylü çocuğunu benimsemez. Yusuf, evin küçük kızı Muazzez ile birlikte, karı koca arasındaki huzursuzluğun içinde büyür. Kaymakam, Yusuf'u eve getirişinden bir yıl sonra Edremit'e atanır; Yusuf evdeki karı-koca kavgalarının getirdiği huzursuzluğa rağmen Edremit'te mutlu bir çocukluk geçirir. On dokuz yaşına gelen Yusuf, bir bayram günü kaymakamın kızı Muazzez'e kasaba eşrafından Hilmi Beyin oğlu Şakir'in sataşması üzerine onunla kavga eder. Bu olay sonucu kasabanın en zengini olan fabrikatör Hilmi Bey'in gücü ile karşı karşıya gelir. Şakir bayramyerindeki olaydan bir süre önce Kübra adında bir genç kıza tecavüz etmiştir. Şakir, babası ve Hacı Ethem Bey'in tertibi ile Kübra ve annesini de kullanarak suçu Yusuf'a yüklemeye çalışır. Ancak Kübra'nın itirafı sonucu plan başarısız olur; Yusuf tarafından korunan Kübra ve annesi kaymakamın zeytinliğinde çalışmaya başlar; bu durum Şakir'in Yusuf'a kinini arttırır. İlk defa bir genç kıza gösterdiği ilgi ters karşılanan Şakir, Yusuf'la kavgasından sonra Muazzez'le evlenmek ister. Babası Hilmi Bey, evliliğe kaymakamı ikna etmek için yeni bir plan yapar. Selahattin Bey'i hileli bir kumar oyununa dahil ederek borçlandırır. İmzalattığı senetler karşılığında Muazzez'i oğlu Şakir'e ister. Şahinde Hanım kızını Şakir ile evlendirme düşüncesini sevinçle karşılar ama Selahattin Bey işi sürüncemede bırakır. Kübra'ya Şakir'in tecavüz ettiğini öğrenince borcu ödeyip kızını Şakir'le evlenmekten kurtarmanın yollarını arar. Yusuf, esnaf arkadaşı Ali'den para alarak borcu kapatır ve karşılığında Muazzez'i onunla evlendirmeyi düşünür Muazzez ise Yusuf'u sevdiği için Ali ile evlenmeye yanaşmaz. Yusuf Ali'ye Muazzez'in onunla evlenmek istemediğini söyleyemeyip zeytinliğe kapanır. Evlilik hazırlıklarına başlayan Ali'yi bir arkadaşlarının düğününde Şakir bütün kasabanın gözü önünde öldürür. Güçlüden yana olan kasaba halkı, elbirliği ile bu cinayeti örtbaseder. Şakir'in Muazzez ile evlenme düşüncesi Şahinde Hanım'ın da teşviki ile yeniden canlanır. Bunu öğrenen Yusuf, Muazzzez'i kaçırıp evlenir. Yusuf tahrirat katibi olarak kaymakamlıkta işe girer. Kalbinden rahatsızlanan Salahattin Bey çok geçmeden ölür; yeni atanan Kaymakam İzzet Bey, Şakir ve Hilmi Bey'in oyuncağı gibidir; onların isteğiyle Yusuf'u masa-başı işten alıp süvari tahsildarı yapar. O köy köy gezerken, Muazzez annesinin ısrarları ve paranın cazibesi sonucu eşraf ve bürokratların evlerindeki içki alemlerine katılır; alkole alışır; kendi evlerinde içki alemleri düzenler. Durumdan şüphelenen Yusuf, bir gece habersiz çıkıp gelir. Gördüğü durum karşısında çılgına dönerek, her yana gelişigüzel ateş eder. Yanlışlıkla Muazzez'i vurur, onu yaraladığının farkında olmayarak onu atına atıp kaçırır. Muazzez yolda ölür; Yusuf karısını gömer ve atını dağlara sürer.
Kürk Mantolu Madonna: Beni öyle etkilemişti ki, Almanya'yı ziyaretim sonrası, Sebahattin Ali'nin sözcüklerinin Berlin sokaklarında yaşattığı ruhun esintisini yıllar sonra bile, yalnızca kalbimde ve beynimde değil, tüm bedenimde hissettirdi..
Tolstoy, okuyucunun manevi dünyasına son derece hünerli bir şekilde hitap etmiştir. Kitaba ismini veren öyküde, Allah tarafından cezalandırılan ve fakir bir kundura ustası Simon tarafından kurtarılan bir melek olan Mikail aracılığıyla insanı neler yönlendirdiğini, insana nelerin bahşedildiği, insanın ne ile yaşadığı anlatılmıştır. İnsan yaşamı sorgulanırken, iyilik - kötülük, açgözlülük - kanaatkarlık, yaşam - ölüm vs... gibi zıt öğeler ele alınmıştır. Son derece keyifle okuyacağınıza emin olabilirsiniz.
Franz Kafka’nın başyapıtı, benim naçizane kanaatimce, bu eserdir. Yazar, temayı fazla ayrıntılara girmeden ve dağıtmadan okuyucuya aktarmayı başarabilmiştir. Bu kitabı iki açıdan ele almak gerekir: 1. Yüzeysel olarak ele aldığımızda, bu öykü, Gregor Samsa'nın bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulmasıyla başlar ve hayatındaki değişiklikleri anlatarak sürdürür. 2. Derinlemesine ele aldığımızda ise, olayın yüzü değişir: Aslında, Gregor Samsa, bir böceğe dönüşmemiş, aksine insanlığını korumuştur. O zamanki modern toplum diye anılan 20. yüzyıl küçük burjuva çevrelerindeki aile ilişkilerinin yozlaşmasının irdelendiği, günlük yaşamın tekdüzeliğine karşı bir başkaldırının yapıldığı, özgür ve doğal bir yaşam tarzına özlemin duyulduğu bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Öykünün sonunda, asıl böceğe dönerek değişen Gregor Samsa mıdır yoksa toplum mu sorusunu bize sordurarak içimizde keskin bir acı bırakır.
Simyacı, gezgin olmak isteyen ve mutluluğu dünyanın farklı yerlerinde bulacağına inanan çoban Santiago’nun hazine bulmak için İspanya’dan Mısır piramitlerine olan yolculuğunun hikayesini anlatmaktadır. “Yazgına nasıl egemen olacaksın? Mutluluğunu nasıl elde edeceksin?” gibi sorulara yanıt arayan bir yaşam ve ahlak kılavuzu niteliğindedir. Bu kitapta, rüyalar, yazgı, aşk, işaretler, din ve maneviyat gibi konular irdelenmiştir. Hayattaki mutluluğumuz bazen bize uzak gibi görünse de çok yakınımızda olabilir, bunu geç de olsa anlamak bize hayatın tadına varmamızı sağlayacaktır. Amacına ulaşmak isteyen insana, inanarak, isteyerek, yüreğinin sesini dinleyerek o amaca doğru gitmeyi öğütlemektedir. İnsanı yüreklendirmekte ve istediği şeyi başarabileceğine olan inancını tekrar yerine getirmektedir. Kitap, kısaca şu şekilde özetlenebilir: Santiago, sürekli rüyalar görmeye başlar ve bu rüyalar Mısır’da bulunan hazineler ile ilgilidir. Bu rüyalar ile ilgili olarak bir kadına gider ve kadın ona bu hazinenin peşine düşmesi gerektiğini söyler. Santiago, kararını verir ve Mısır’a doğru yola çıkar. Henüz yolun başındayken tüm parasını çaldıran Santiago, büyük bir hayal kırıklığı yaşar ve tekrar geldiği yere gitmek ister fakat hiç parası olduğu için geri dönemez. Bir işe başlar ve kıvrak zekası sayesinde geri dönüş için gerekli parayı biriktirir. Santiago, dönüş için yola çıkacağı sırada bir İngiliz ile karşılaşır. Bu İngiliz, Mısır’da yaklaşık iki yüz yaşında olduğu söylenen bir Simyacı için yola çıkacağını söyler ve bunu duyan Santiago İngiliz ile yola çıkmaya, rüyalarının ardına düşmeye karar verir. Afrika’da savaş sürmektedir fakat tüm olumsuzluklara rağmen İngiliz ve Santiago Mısır’a varmayı başarırlar. Santiago, burada bir kızla tanışır ve aslında bulmaya çalıştığı hazinenin o olduğunu düşünür ve kızla evlenmek ister. Santiago, bir süre sonra Simyacı ile tanışır ve Simyacı ona Mısır Piramitleri’ne gitmesini söyler. Santiago ve Simyacı, Mısır Piramitleri'ne doğru yola çıkarlar. Bu yolculuk sırasında geçen konuşmalar oldukça etkileyicidir ve bu yolculukta Santiago ruhunun derinlikleriyle konuşabilmeyi öğrenecektir. Yolculuk biter ve Mısır Piramitleri’ne ulaşır. Santiago bu yolculuğun sonunda hazinenin nerede olduğunu anlayacaktır.