Kişisel tercihlerle derlenmiş dizilere kişisel yorumlar eklenerek oluşturulmuş bir nebze nostaljik değeri olan vasat bir derleme. 1960'lardan 2010'a kadar bir çok Türk dizisi ve yabancı dizi mevcut kitapta. Her dizi için bir künye bölümü var: yabancıysa özgün ismi, gösterim yılları, belli başlı oyuncuları, bölüm başına süresi. Yazar her dizi için biraz konusundan bahsettiği biraz da yorumunu kattığı "Konu/yorum" bölümünde diziye dair hatırladıklarını ve onu neden sevdiğini anlatıyor. Kimi zaman bazı dizileri yeterince iyi bulmasa da televizyon tarhinindeki yerini önemsiyor. "Neden İzlenmeli?" kısmında bir kaç cümleyle sebeplerini açıklıyor ama "Konu/yorum" bölümünde söylediklerinin ötesinde bir şey eklemiyor. Sonra o dizide geçen, kendince önemli saydığı bir kaç repliği ekliyor. Ayrıca her bir dizi için siyah beyaz bir görsel var. Okurken "evet ya, böyle bir dizi vardı" diyerek eskilere gidebilir "güzel diziymiş" diyerek yeni diziler keşfedebilirsiniz ama bu kitaptan alabilecekleriniz bundan öteye gitmez.
Türkiye'de fantastik ve korku edebiyatının gelişmesi adına her adımı takdirle karşılamak gerekiyor; İhsan Tatari'nin bu öykü kitabı da güzel bir adım ama özenli bir adım değil. Kitabın içinde bulunan 9 öykünün içinde sadece bir öyküde klişelerden uzak yaratıcı bir kurgu var: Kılıçların Gardiyanı. Diğer öyküler, hızlı okunan, bilindik kurgulara ufak yenilikler katan ortalama öyküler. Kitaba dair en rahatsız olduğum şey ise çeviri bir eser okudum hissi veren ifadeler: "Hey, ne yaptığını sanıyorsun." "Ona gününü göster." "Aşağılık pislik." "Lanet olasıca." Bu tür ifadelere her rastladığımda öyküden uzaklaştım. Mizahi öğelerin yerinde kullanımıyla bazı öykülerin okunurluğu artmış ama kimi öykülerde dozun iyi ayarlanamaması öykünün bir parodiye dönüşmesine neden olmuş. Halbuki yazarın tüm öykülerde parodi yapmak istediğini sanmıyorum.
Güzel, çok güzel. Yazarın hassas bir dili var. Ayrıntılarda değer bulan iyi bir dil bu. Bir anda seyrinden çıkıp sulu bir melankoliye evrilecek ve edebi açıdan duvara toslayabilecek bir konuyu alıp varoluşa dair naif sorulara çevirmiş. Edebi bir eserin ölümsüzlüğü, yazarın varlığı, yazarla okur arasındaki dile gelmeyen anlaşma üzerine çok güzel bir kitap bu. Hüzünlü de. Hem de çok hüzünlü. Ama dayatılan bir hüzün değil. Doğal, kendiliğinden meydana çıkan bir hüzün. Öyle olunca okuyucuya da ağlamak düşüyor. Okur, kitabı okuyup kitaba ağlamıyor, kendi içine bakıp orada bulduklarına hüzünleniyor. Komik de. Bazen sırıtıp dakikalarca öyle kalmanıza, bazen gülümsemenize, bazen de kahkaha atmanıza neden oluyor. Roman kişilerinin akıllıca atışmaları, oralarda bir yerlerde olmayı isteyeceğiniz kadar hoşunuza gidiyor okurken. Güzel bir kitap bu. Çok güzel. Çevirisi de şahane. Bana dilimi ne kadar çok sevdiğimi hatırlatacak denli şahane. Teşekkürler Çiçek Eriş, zihniniz dert bulmasın.
Sherlock'u hiç tanımayanlar için onun başından geçen vakaları okumaya heveslendirebilir ama onun gibi düşünmeye dair neredeyse hiçbir şey söylemiyor kitap. Aslında Sherlock'u ve Arhur Conan Doyle'u tanımaya dair de pek bir şey söylemiyor. "Ne bekliyordun ki?" diyebilirsiniz ve haklısınız.