Yüzü, hiç tanımadığı, görmediği cinsten bir saadet içindeydi. Sanki birden tek bir çiçek oluvermişti. Ve bu saadet bazı akşam saatlerinde görülen aydınlıklara benziyordu. Eşyayı başka şekilde içimize sindiren yaşadığımız ânı bir uçurtma, bir türkü gibi havalandıran bir şeydi bu. Sevinç denen şeyin asıl mânâsı bu olmalıydı: maddesini böyle eriten, yok eden, hiç olmazsa kendi aydınlığında onu inkâr eden bir hal... Çünkü şu anda genç kadını görenler onda bu parıltıdan başka bir şey seçemez-lerdi. Birdenbire ürktü. Bu kadar derin bir şekilde sevinebilmek için bir insanın nasıl bir ıstırap içinde yaşaması lazım olduğunu düşündü. Büyük bir lambaya benziyorsunuz. Büyük, temiz, işlenmiş, güzel, eski bir lamba. Yahut bir avize! Gündüzün ortasında mı? Yaz Yağmuru adlı öyküdenHuzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler gibi romanlarıyla edebiyatımızda sarsılmaz bir yer edinmiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar, biri oyun formuna daha yakın toplam on beş öykü yazdı. Ama her öyküye bir roman sakladı. Her biri önce bir solukta okunan, sonra zihinde alışılmadık bir yer tutarak kendini tekrar tekrar okutturan öyküler. TADIMLIKAbdullah Efendinin RüyalarıIGece çok güzel başlamıştı; abanoz silmeli küçük salonda lambalar, aynalar, kadehler, birbirine hep aynı parıltıyı gönderiyorlardı. Beş arkadaştılar. Beşinin de neşesi son haddine varmıştı. Ne buluyorlarsa içiyorlar, gülüp konuşuyorlardı. Bununla beraber küçük lokantada yalnız değildiler. Masalarının karşısına düşen iki pencere içine oturmuş iki çift ile tam ortadaki masada dört erkekten mürekkep bir grup daha vardı. Sakin ve kendi âleminde bulunan bütün bu müşteriler, bu gürültülü neşenin sahiplerini ilkönce biraz hayretle seyrettiler, sonra galiba alkolü bir mazeret olarak kabul ettikleri için ehemmiyet vermemeye başladılar. Zaten bu beş arkadaşın etraflarına pek bakacak halleri de yoktu. Onlar kendileriyle çok meşguldüler, lezzetle yiyip içiyorlar ve konuşuyorlardı. Vâkıa birbirlerini pek dinlemiyorlardı, fakat hepsi çok güzel şeyler söylediklerine emindiler. Daha ziyade kendi içinde yaşamaya alışmış olan Abdullah Efendiye gelince o, gecenin gidişinden pek memnundu. Kendisine bir nevi hafiflik gelmiş, denilebilir ki dört tarafını böyle vaziyetlerde bir demir kuşak gibi çeviren ve ona nefes aldırmayan boğucu, dar havalı şahsiyetinden kurtulmuştu. Bu cins adamlarda zaman zaman olduğu gibi o da bu müstesna ânın kıymetini biliyor ve kendisini diğer insanlar arasına karışmış görmekten saadet duyuyordu. Evet, şimdi o da etrafındaki rahat neşeye kendisini bırakmış, biraz evvel lokantaya gelirken beraberinde taşıdığı ruh hâletinden ayrılmış olmanın hazzı içinde konuşuyor, eğleniyor, hattâ ufak ve çok hesaplı tecrübeler halinde arkadaşlarını taklit ediyor, yani zamanına göre mütearrız, yahut sinik olmaya çalışıyor, nükte yapıyor, hicvediyor, hilkaten korkak yaratılmış bir insanın tehlikeli bir gece yolculuğunda kafilenin en önünde yürümüş olmaktan duyacağı muğlak bir zevk içinde açık saçık şeyler bile anlatıyordu. Ah, bu bir kör gibi etrafını deneye deneye, dört bir ciheti yoklaya yoklaya yürüme... Şüphesiz ki yarın sabah bu yaptığı şeylerden iğrenecek, bu geceyi israf edilmiş bir zaman gibi addedecek ve kendisini küçük bulacaktı. Fakat ne çıkardı. Bir gece için, ne olsa affedilirdi, madem ki eğleniyordu, ve madem ki eğlendiğini bilerek, hesaplı bir surette eğleniyordu, o halde bu eğlence onun için iki kattı.
Yüzü, hiç tanımadığı, görmediği cinsten bir saadet içindeydi. Sanki birden tek bir çiçek oluvermişti. Ve bu saadet bazı akşam saatlerinde görülen aydınlıklara benziyordu. Eşyayı başka şekilde içimize sindiren yaşadığımız ânı bir uçurtma, bir türkü gibi havalandıran bir şeydi bu. Sevinç denen şeyin asıl mânâsı bu olmalıydı: maddesini böyle eriten, yok eden, hiç olmazsa kendi aydınlığında onu inkâr eden bir hal... Çünkü şu anda genç kadını görenler onda bu parıltıdan başka bir şey seçemez-lerdi. Birdenbire ürktü. Bu kadar derin bir şekilde sevinebilmek için bir insanın nasıl bir ıstırap içinde yaşaması lazım olduğunu düşündü. Büyük bir lambaya benziyorsunuz. Büyük, temiz, işlenmiş, güzel, eski bir lamba. Yahut bir avize! Gündüzün ortasında mı? Yaz Yağmuru adlı öyküdenHuzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler gibi romanlarıyla edebiyatımızda sarsılmaz bir yer edinmiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar, biri oyun formuna daha yakın toplam on beş öykü yazdı. Ama her öyküye bir roman sakladı. Her biri önce bir solukta okunan, sonra zihinde alışılmadık bir yer tutarak kendini tekrar tekrar okutturan öyküler. TADIMLIKAbdullah Efendinin RüyalarıIGece çok güzel başlamıştı; abanoz silmeli küçük salonda lambalar, aynalar, kadehler, birbirine hep aynı parıltıyı gönderiyorlardı. Beş arkadaştılar. Beşinin de neşesi son haddine varmıştı. Ne buluyorlarsa içiyorlar, gülüp konuşuyorlardı. Bununla beraber küçük lokantada yalnız değildiler. Masalarının karşısına düşen... tümünü göster
Ahmet Hamdi'yi her okuduğumda bu adamın içinde başka bir adam var, diyorum. Eşyanın düzenine takıntısını, benliğe ve rüyaya açılan sonsuz göndermelerini, içindeki hiç susmayan sesin yakıcı öfkesini hissediyorum. Tüm değer yitimlerini ve kalabalığın içindeki süreğen yalnızlıklarını düşünüyorum. Sonra da Edip Cansever'e benzetiyorum Ahmet Hamdi'nin yalnızlıklarını. Şu Abdullah Efendi'yi anlatışına, benliğin bölünüşündeki yabancılaşmayı, yalnızlığı betimleyişine bir bakın:
"Hakikatte Abdullah efendi, ömürlerinin sonuna kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini bir an bile unutamayan, etrafındaki havaya kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile, içlerinde, tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkar ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini duyan insanlardan biriydi."
Şimdi biraz de Edip Cansever'in yabancılaşması, sıkıntısı:
"giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık / yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysileriniz giysilerine / ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi / gücünüz yetse de azıcık bağırsanız / bir yankı: durmadan yalnızsınız / durmadan yalnızsınız"
"kim kime benziyor, kim kimin biçiminde?"
"baba armenak durmadan sıkılıyor / eşyalara bakarken sıkılan bir profili / oymalarda sıkarak / yeniden sıkılıyor"
Biri manzumda biri mensurda, fakat ikisi de yabancılaşmada ve yalnızlıkta buluşan bu iki adam gibisi gelir mi bir daha, bilmiyorum.
Yalnız bu noktada Dergâh Yayınlarına da birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim. Evet, sadeleştirme gibi bir edebiyat barbarlığına girişmemekle çok iyi ediyorlar, fakat en azından -YKY gibi- Osmanlı Türkçesine ait kelimelerin yanına bir * işareti koyarak sayfa sonunda bunların günümüz Türkçelerini verseler hiç fena olmazmış. Mevcut durum, Ahmet Hamdi'ye yeni başlayanlar ya da Osmanlı Türkçesine çok yabancı olanlar için okuma zevkini baltalayacak ölçüde sözlüğe bakma ihtiyacı hissettirir. Osmanlı Türkçesine hiç yabancı olmayan benim dahi birçok kez sözlüğe bakmam gerekti.
Ahmet Hamdi Tanpınar...olmasaydı, boşluğunun ne derin olacağını gösteren kurnaz bi yazar. Harika ne denebilir ki..
#hikayeler #AhmetHamdiTanpınar #kitap i için Her Biri Ayrı Bir Roman Olan Hikayeler başlıklı yorumum http://wp.me/p4iYTe-5E
352 sayfa