Şampiyonanın bir başka sürprizi de Türkiyeydi. Hiç kimse bu ülkenin önemli bir başarı elde edeceğine inanmıyordu. Türkiye, dünya kupalarından elli yıldır uzaktı. Brezilyaya karşı oynadığı ilk maçta hakemin kararıyla göz göre göre haksızlığa uğradı; ama yoluna devam etti ve sonunda üçüncü oldu. Enerjik ve kaliteli futboluyla kendisini küçük gören uzmanların ağzını açık bıraktı.Gerçek bir futbol tutkunu olan Uruguaylı ünlü yazar Eduardo Galeano, Dünya Kupalarına ilişkin gözlemlerini anlattığı Gölgede ve Güneşte Futbola 1998 ve 2002 kupalarını da ekledi. Yeni bölümleriyle birlikte yayınladığımız Gölgede ve Güneşte Futbol, futbol coşkusuna yaşama sevincini de katan bir kitap. Kucaklaşmanın Kitabının, Ateş Anılarının yazarı, kendisini bir iyi futbol dilencisi olarak niteliyor ve futbolun destansı kahramanlarına, ağları sarsan gollere ticaret ve siyaset açısından değil, kültürel açıdan yaklaşıyor. Galeano, futbolun şiirini yazıyor.
Şampiyonanın bir başka sürprizi de Türkiyeydi. Hiç kimse bu ülkenin önemli bir başarı elde edeceğine inanmıyordu. Türkiye, dünya kupalarından elli yıldır uzaktı. Brezilyaya karşı oynadığı ilk maçta hakemin kararıyla göz göre göre haksızlığa uğradı; ama yoluna devam etti ve sonunda üçüncü oldu. Enerjik ve kaliteli futboluyla kendisini küçük gören uzmanların ağzını açık bıraktı.Gerçek bir futbol tutkunu olan Uruguaylı ünlü yazar Eduardo Galeano, Dünya Kupalarına ilişkin gözlemlerini anlattığı Gölgede ve Güneşte Futbola 1998 ve 2002 kupalarını da ekledi. Yeni bölümleriyle birlikte yayınladığımız Gölgede ve Güneşte Futbol, futbol coşkusuna yaşama sevincini de katan bir kitap. Kucaklaşmanın Kitabının, Ateş Anılarının yazarı, kendisini bir iyi futbol dilencisi olarak niteliyor ve futbolun destansı kahramanlarına, ağları sarsan gollere ticaret ve siyaset açısından değil, kültürel açıdan yaklaşıyor. Galeano, futbolun şiirini yazıyor.
Bir kitap genelde bizde belirgin, gözle görülür değişiklikler yapmaz. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı; Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti, cümlesiyle başlar. Ama genelde bu böyle olmaz. Onlar bizi yavaş yavaş, yüzyıllarca rüzgarla yağmurun kayalara çarpa çarpa onlardan zamanın heykellerini yapmaları gibi değiştirir.
Futboldan açılan her sohbette, ki çoğunlukla birbirini tanımayan kişiler arasında bile kolayca kurulan yakınlıklara, sadece bir takımın tararftarı olmak bile yeterken, ben hiçbir takıma ilgi duymadığımı, yıllardan beri bir televizyonun karşısında veya sahada bir futbol maçı izlemediğimi sözleyerek bundan kendime övgü payı çıkardım. Sonra, sanırım çok sonra, geç de olsa, o kitap, bu konudaki bende oluşmuş önyargının kalın kabuğunu eritiverdi. Sözünü ettiğim; Eduardo Galeano’nun, Gölgede ve Güneşte Futbol adlı kitabı. Kitabı, kitapçının raflarından sadece Galeano tarafından yazıldığı için aldığımı, yoksa futbola uzaktan yakından hiçbir ilgi duymadığımı, aksine yıllar yılı bu konudaki her şeye tümüyle kapalı ve eleştirel olduğumu biliyordum. Ama Galeano yazmışsa eğer futbolu, o kitapta futboldan daha fazla, daha değişik, daha ilgi çekici şeyler olduğunu, olması gerektiğini biliyordum.
Evvel zaman içinde, birilieri bana, benim gibi bir sürü insana, “Ünlü faşist diktatör Franko’nun yıllar yılı İspanya’yı üç “F” ile sorunsuzca yönettiğini, bu “F”lerden birisi olan Futbol’un kötü bir şey olduğunu, duyarlı, çağdaş bir insanın bu nedenle futbola ve onun kurum ve kavramlarına karşı tepkili olup, onlarla mücedele etmesi gerektiğini söyledi. Sonra ben yıllar yılı insanların tarlada işlerini bırakıp, önce radyo sonra da televizyonların başlarına koştuğu zamanlarda herkesi aşağılayan bir tavırla tüm bunlara sırtımı döndüm. Gazeteleri okumaya spor sayfalarıdan başlayanları eleştirdim, onlara tepki olsun diye, bu sayfaları yok saydım, hiç okumadım. Kahvehanelerde, mahaller aralarında insanlar taraftarı oldukları takımların karşılaşmalarında, her gol atıldığında çoşkuyla, sokaklara taşan haykırmalarla yerlerinden fırladığında, ben hep bunu yanlış ve ucuz bir aidiyetin kaynağı olarak gördüm.
İnsanın seçmediği yollar, yaşayamayacağı bir yaşamın kayıpları, seçimleri yaşadıklarını örüyor. Bir kenara çeklip okudum, düşündüm ben de. İnsanların delicesine, fanatizmin sınırlarında kendini adadıkları varlıkların, coşkuların yerine kendimce, daha az bir coşkuyla, daha az ait olarak, ait hissederek yaşamıma bir şeyler “iliştirdim”.
Kitap yazarın bir itirafıyla başlıyor;
“Tüm Uruguaylılar gibi ben de futbolcu olmak istedim. Doğrusu çok da güzel oynuyordum, hatta harikaydım bile denilebilir; ama yalnızca geceleri rüyamda.” S.7
Dünyada mahalle aralarında, varoşlarda, dev çöplüklerin dibinde büyüyyen kimbilir kaç çocuğun rüyasını, bir gün tüm dünyanın tanıdığı bir futbolcu olmak yatar.(1) Futbolun doğası gereği bu tür rüyalar daha gerçekçi, daha olabilir görünür insanlara. Düşünüyorum da, belki bu rüyalar günümüzde biraz daha azaldı, nedeni bir parça çocukaların sokaklardan çekilip, bilgisayarların, televizyonların karşılarına çekilmeleri, bir parça da mahalle aralarındaki her bir avuç yeşilliğe bir gün sonra yeni bir betondan yapı dikilmesi olabilir. Belki düşünemedeğim başka bir şey. Her neyse. Gerçek şu ki, artık “futbol”, daha eski deyimiyle “top” eskisi kadar oynanmıyor. Çocukluğumda Kapıdağ yarımadasındaki tüm köylerin formalı, futbolcuların ayaklarında kimisinin krampon, kimisinin ucuz lastik ayakkabı olan bir takımı, bu takıma taparcasına duydukları sevgileri vardı. Köylerin top sahalarında en iyi top koşturanların evlenecek kız bulması kolaydı, çok hayranı vardı çünkü. Artık köylerin top sahaları yok, çocukların, gençlerin bazen top oynadıkları, burasının çeşitli nedenlerle hep değiştiği yerler var. Eskiden köylerde koca bir köy meydanı kireçle çizilen sınırları, ağla örülü kaleleriyle sadece bu işe ayrılmıştı. Oraya ne at, ne eşek ne de inek bağlanıyor, ne de harman yeri olarak kullanılıyordu. Orada sadece “top” oynanıyordu. Köylerin onurlu, şanlı-şerefli, rengarenk formalı, kramponlu, dizlikli, en iyi olanın kolunda kaptan bandı olan takımları vardı. Köyden birkaç tekneyle, saatlerce uzaktaki bir köye, köy takımının maça gittiğini, bu maçların bir onur meselesi, bir dostluk, bir köylerarası iyiniyet ve sevgi bağı olduğunu anımsıyorum. Şimdi yarımadada bildiğim kadarıyla köylerin hiç birisinin takımı yok. Ne değişti? Bilemiyorum. Sadece insanlar bu spor dalıyla olan ilgilerini sahalardan, sokaklardan koparıp, edilgen, TV karşısındaki izleyici konumu ile yetinen hale gelindi. (2)
Kitap kısa bölümlerle, kronolojik bir çizgide anlatımını sürdürürken, ilk kez Çinlilerin deriden, içi ketenle, Mısırlıların samanla doldurulmuş, Yunanlıların ve Romalıların dikilip şişirilmiş öküz mesanesinden toplarıyla çağlar öncesinde başlayan bu “zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü” öyküyü okuyorum. Futbol, oyuncu, kaleci, taraftar, fanatik, gol, hakem, top, futbolun tanrıya ne yönüyle benzediği, tarihteki ilginç olaylar Galeano’nun kavramları dönüştüren sihirli diliyle bambaşka kavramlara dönüşüyorlar.
“Her golden sonra maç uzunca bir süre duruyordu, çünkü seyirciler oyunculara sarılmak ya da onları dövmek için sahaya giriyorlardı.” S.51
İnsanlar bir futbol sahasını aşkın duyguların tapınağı mekanı olarak görüp, en aşırı uçlardaki duygularla bağlı oldukları takımlarının futbolcularına her türlü duygu taşkınlıklarını rahatça yapabilme haklarını kendilerinde görüyorlar. Aşkın sevgi, aşkın davranışların gerekçesi. Çoğunlukla da aşkın davranışlara bir örtü olarak kullanılıyor. Bir yandan da naif, yoksul kitlelerin eğlencesi futbol, kurumsallaşarak, kapitalizmin emrinde bir para makinesine dönüşmesini sürdürüyor. Ayakkabı, spor malzemeleri markaları, transferler, ortaya atılan, akıllara durgunluk veren miktarlarda paralar. Oyuncular yıllar yılı sadece şan ve şöheret için, futbol aşkı için oynarken, sistem alttan alta değişti. (3)
Hüzünlü, acıklı öyküler karışıyor anlatının aralarına;
Abdon Porte, Uruguay’da Nacional takımının formasını, dört yılı aşkın bir süreyle ve iki yüzü aşkın maçta taşıdı. Her zaman alkışlandı, zaman zaman da tezahüratlar yapıldı ona ve bir gün yıldızı söndü.Sonra onu takımdan çıkardılar. Bekledi, dönmek istedi, döndü. Ama çaresi yoktu, kötü talih yakasını bırakmıyordu, insanlar onu ıskalıyorlardı; savunmada kaplumbağaları bile kaçırıyordu, ataklarda ise etkili olamıyordu.
1918 yazı sonunda, Nacional takımının sahasında Abdon Porte, kendini öldürdü. Yıldızının parlamış olduğu sahanın ortasında geceyarısı kendine bir kurşun sıktı. Bütün ışıklar sönüktü. Silah sesini de kimse duymadı.
Hava aydınlanırken onu buldular. Bir elinde silahı, öbür elinde ise bir mektup vardı.” S.53-54
Camus’un 1930’larda, Cezayir Üniversitesi takımının kalecisi, kaleci olmasının nedeninin de fakirlik olduğunu, çünkü ayakkabılarının en az kalede dururken eskidiğini, rakip takımın galip gelmemesi için yapılan büyüleri, sahalara gömülen, uğursuzluk getirip, takıma senelerce şampiyonluk yüzü göstermeyen kurbağaları, uğursuzluk getirdiği gerekçesiyle takım oyuncularına tavuk eti yemeyi yasaklayan teknik direktörleri, tüm gol yememe yeteneğini başındaki beresiyle özdeşleştirip, beresi çalındıktan sonra berenin tılsımı olmadan ardı ardına gol yiyen kaleciyi, Leticia tarihine geçecek bir penaltı kurtarmakla övünen Ernesto’yu okuyorum. Okudukça her sayfa değişik bir bilginin, tadın kaynağına dönüşüyor.
Bir şeyi tümüyle yadsımak, olumsuz tavır almaktansa, Galeano’nun yaptığı gibi, ona farklı bir gözle bakabilmek, farklı şeyler süzebilmenin daha doğru olduğuna vardı mı okumamın sonu? Bilemiyorum. Ama bu kitaptan sonra futbola daha farklı bir “kafa”yla bakacağımı söyleyebilirim
Gölgede ve Güneşte Futbol. Eduardo Galeano.Çev.ertuğrul Önalp.Can Yayınları.İstanbul.1998
Alıntılar
(1) “Zenci ya da melez, topundan başka oyuncağı olmayan yoksul çocuğa futbol, en azından sosyal açıdan yükselme fırsatı veriyor. Top onun inanabileceği tek sihirli değnek. Belki ekmeğini ondan çıkarabilir; daha da ötesi top onu kahramana, hatta bir ilaha dönüştürebilir.” S.57
(2)“Futbolda da tüm öbür şeylerde olduğu gibi üreticiden çok tüketici var. Herhangi bir kişinin, küçük bir futbol maçı düzenleyebileceği bütün boş araziler betonla kaplandı; iş hayatı, futbol oynanabilecek vakitleri yok etti. Halkın çoğunluğu futbol oynamak yerine, her geçen gün sahadan daha da uzaklaşarak, futbol oynayanları televizyondan ya da tribünlerden seyrediyor.”s.102
(3)“1918’de Barselona Kulübüne daha önce görülmemiş bir şekilde; parlak çerçeveli bir saat ve yelekli bir takım elbise karşılığında transfer oldu.(Josep Samitier)” S.53
Dünya'nın heryerinden futbol hikayeleri.
Galeano her köşeden en iyi hikayeyi seçmiş, yakın baskılarından birini alırsanız içinde 2002 Dünya Kupası ve Türkiye macerası da mevcut.
Ayrıca Güney Amerikalıların büyü hikayeleri de kitabın en ilgi çekici noktası.
Futbol hakkında yazılmış en iyi kitap belki de.
Eduardo Galiano'dan futbol severlere bahşedilmiş güzel bir kitap...
Yazarın Urugaylı oluşu hasebiyle genellikle latin amerikalı futbolcuların ve hikayelerin işlendiği okunası kitap...
Dünya kupası ile ilgili yazılarında başlarken o dönemin önemli haberlerini de bize yansıtmayı unutmamış...
ve şunu anladım ki her dünya kupası öncesi Miamideki özel kaynaklara göre Fidel Castro'nun devrilmesi an meselesiymiş :)
341 sayfa