Nabokovun Berlin dönemi romanlarından biri olan bu kitap, bir eleştirmenin deyişiyle, zalimane bir başeserdir; okuru, en fotoroman bir durumdan, şu insanlık komedyası denen şeyin karanlık uçurumlarına yuvarlayıverir. Nabokov neyi anlatacağını baştan söyler ve nasıl anlattığına bakmamızı ister. Duyacağımız hayranlığı baştan bilen bir insanın bütün şeytanlığıyla. Nabokov... Pınar Kürün çevirisiyle...
Nabokovun Berlin dönemi romanlarından biri olan bu kitap, bir eleştirmenin deyişiyle, zalimane bir başeserdir; okuru, en fotoroman bir durumdan, şu insanlık komedyası denen şeyin karanlık uçurumlarına yuvarlayıverir. Nabokov neyi anlatacağını baştan söyler ve nasıl anlattığına bakmamızı ister. Duyacağımız hayranlığı baştan bilen bir insanın bütün şeytanlığıyla. Nabokov... Pınar Kürün çevirisiyle...
"Bir zamanlar, Almanya’nın Berlin kentinde Albinus adında bir adam yaşardı. Zengindi, saygındı, mutluydu; günün birinde gencecik bir metres uğruna karısını terketti; sevdi, sevilmedi; ve yaşamı felaketle son buldu."
Kitap, yukarıdaki paragrafla açılıyor. Daha ilk cümlelerden kitabın özetini (ve sonunu) görüyorsunuz. Ve bitirdiğiniz zaman sonunu bildiğiniz bir kitabı nasıl olup da zevkle okuyabileceğinizi öğreniyorsunuz.
İlk çeyrekte Albinus'dan nefret ettim ve başına en büyük belaların gelmesini diledim. Ancak ilerledikçe bu nefret bir çeşit koruma duygusuna dönüşmeye başladı ve adamın mahvoluşa giden yoldan dönmesini engelleyen aptallıklarına öfke kustum. Bazen sinirim öyle tavan yaptı ki birkaç kez kitabı bırakmayı bile düşündüm. Nihayet yoğun bir merhamet duygusu içinde kitabı bitirdim. İki yüz küsür sayfada beni oradan oraya atan başka kaç kitap vardır bilmiyorum.
223 sayfa