Kuşevinin Efendisi, Bıçkın ve Orta Halli ile birlikte Eylülden Sonra üçlemesini oluşturan Yaralı Kalmak, imgesel diliyle, anlattığı hikâyeyle ve okurla kurduğu diyalogla şaşırtıcı bir roman. 12 Eylül sonrasının karanlık ve yasaklı günlerinde, siyasi ilişkileri nedeniyle kaçıp saklanmak zorunda kalan solcu bir genç, uzak düştüğü sevgilisini de unutamaz. Yeni kimliğiyle yerleştiği İstanbulun Aksaray semtinde tanıştığı bir meyhaneciyle yarı meczup iki garibanın geçmişlerine yaptığı yolculukta kendi kimliğini de ararken okuru sürekli kanayan iç dünyasında dolaştırır. TADIMLIKAltı ay önce: haber gelmiş, gitmiş babamı gömmüştüm. Yıllar önce kaçıp terk ettiğim o taşra kenti hiç değişmemişti: düzlüğe yayılmış iri bir hayvan leşi gibiydi; soğuk ve gri. İnsanların kente uyumları ise yine kusursuzdu: gri, kahverengi ve siyah dışında devinen tek bir renk yoktu. Yıllarca boşuna özlemişim doğup büyüdüğüm o kenti...Hocanın duaları ve sorularına cemaatten iç çekişe benzeyen yanıtlar gelmiş; bu mırıltılı yakınmaların hemen ardından tuhaf bir devinim yaşanmış; neredeyse herkes/hızla atılıpönce dört kişi tabutu omuzlarına alıpsonra diğer dört kişiyle yer değiştiripölüyü elden ele aktarıp/ koşarcasına uzaklaşmışlardı. Onları izleyip soluk soluğa mezarlığa ulaştığımda, elime bir kürek tutuşturmuşlar, iş bittikten sonra da gözlerini dikip bana bakmışlardı. Sanırım cenaze namazını kılan ve ölüyü çukura indiren cemaat benden bir şeyler yapmamı istiyordu... Ama ben hiçbir şey yapmamış, eve gitmiştim.Ev; bıraktığım gibiydi, yine kuyrukyağı ve yeşil sabun kokuyordu. Bir süre sağı solu karıştırmış, yorgun düşüp babamın yatağında uyuyakalmış; ama genzimi yakan keskin koku karışımı beni kısa sürede uyandırmıştı. Anıların zihnime üşüşmesine izin vermeden; odaları yeniden tek tek dolaşıp, sandıkları, dolap içlerini, çekmeceleri karıştırmıştım. Kitaplığıma hiç dokunulmamıştı; öylece duruyordu. Birkaç kitabın sayfalarını karıştırmış, bana hediye edilmiş bazı kitapları özellikle de Fırtına ciltlerini arayıp bulup çantama yerleştirmiştim. Tapular, önemli evraklar, banka cüzdanları küçük bir kutunun içindeydi; onları da çantama koymuştum... Artık evdeki her şeyin sahibi bendim. Bunu algıladığımda tuhaf bir erinç duymuş, her zaman olduğu gibi kendimden nefret edip ağlamıştım.Bütün bunları, ruhumdaki yaranın yeniden kanamaya, yeniden pıhtılaşmaya nasıl başladığını anlatabilmek için yazıyorum, ama uzatmamalıyım: ruhumdaki münzevinin, yıllar süren uykusu sona ermişti: onun uyanması için, o kalık taşra kentine ayak basmam yetmişti. Babamın ölümü ise, yalnızca bir nedendi! Hepsi bu!
Kuşevinin Efendisi, Bıçkın ve Orta Halli ile birlikte Eylülden Sonra üçlemesini oluşturan Yaralı Kalmak, imgesel diliyle, anlattığı hikâyeyle ve okurla kurduğu diyalogla şaşırtıcı bir roman. 12 Eylül sonrasının karanlık ve yasaklı günlerinde, siyasi ilişkileri nedeniyle kaçıp saklanmak zorunda kalan solcu bir genç, uzak düştüğü sevgilisini de unutamaz. Yeni kimliğiyle yerleştiği İstanbulun Aksaray semtinde tanıştığı bir meyhaneciyle yarı meczup iki garibanın geçmişlerine yaptığı yolculukta kendi kimliğini de ararken okuru sürekli kanayan iç dünyasında dolaştırır. TADIMLIKAltı ay önce: haber gelmiş, gitmiş babamı gömmüştüm. Yıllar önce kaçıp terk ettiğim o taşra kenti hiç değişmemişti: düzlüğe yayılmış iri bir hayvan leşi gibiydi; soğuk ve gri. İnsanların kente uyumları ise yine kusursuzdu: gri, kahverengi ve siyah dışında devinen tek bir renk yoktu. Yıllarca boşuna özlemişim doğup büyüdüğüm o kenti...Hocanın duaları ve sorularına cemaatten iç çekişe benzeyen yanıtlar gelmiş; bu mırıltılı yakınmaların hemen ardından tuhaf bir devinim yaşanmış; neredeyse herkes/hızla atılıpönce dört kişi tabutu omuzlarına alıpsonra diğer dört kişiyle yer değiştiripölüyü elden ele aktarıp/ koşarcasına uzaklaşmışlardı. Onları izleyip soluk soluğa mezarlığa ulaştığımda, elime bir kürek tutuşturmuşlar, iş bittikten sonra da gözlerini dikip bana bakmışlardı. Sanırım cenaze namazını kılan ve ölüyü çukura indiren cemaat benden bir şeyler yapmamı istiyordu... Ama ben hiçbir şey yapmamış, eve gitmişt... tümünü göster
Selçuk Altun'un övgülerine mahzar olduğu için nicedir okumaya niyetlenmiştim İbrahim Yıldırım'ı. İlk bu kitabı olacakmış meğer. Nerden bilebilirdim manyak bir yazarla karşılaşacağımı! Karakteri kitap boyu hikayeyi bırakıp benimle konuştu durdu. Susmak bilmedi hayta! Öncelikle söyleyeyim roman'ın hikayesinden fazla bir şey beklemeyin ama sırf yazarın dil ve üslup denemeleri için okunabilir. Karşımızda kafayı yemek üzere, yazmayı ölmek sanan, ruh dokyorunun tavsiyesiyle uzun zaman sonra yazıya dönmeye -bir nevi intihar etmeye- niyetlenmiş bir karakter var. Kitabın ortasında yoruldum deyip size üç sayfa boyunca Wagner'dan Parsifal dinletip, ardından geri dönüp artık devam edebiliriz diyebiliyor. Öyle bir kitap işte.
230 sayfa