"Beklemesini onlar kadar iyi bilen yoktur."
Kitabı ilk açtığınızda bu cümle çıkar karşınıza...
Yıllar önce okumuş olmama rağmen hiç çıkmadı aklımdan.
Güzel bir psikolojik roman... Yıllar önce orta okul yıllarımda okumuştum daha sonra da lisede, her iki okuyuşumda da etkilemişti beni.
bu kitapta peyami safa Çocukluğundan beri bacağından rahatsız olan ve kimseyi dinlemeyen birisinin, hayaller peşinde koşarken başından geçen olayları anlatmıştır. Kesinlikle tavsiye ederim.
Okurken gerçekten karakterin tüm sarsıntılarına ortak oldum diyebilirim. Ciddi anlamda, uzun zamandır beni içine alan tek kitap...
Kahramanımızın çektiği o hastalığın sıkıcı havası bu kitabı okurken bana da bulaştı.
Orta okulda bir öğretmenimin tavsiyesiyle okumuştum. İçeriğini çok iyi hatırlamasam da çok etkilenmiştim. Okumaya alışmaya çalıştığım günlerdi.
Herkeslerin en azından hayatında bir sefer okuması gerektiğini düşündüğüm kitaplardandır.
http://hayaletkitaplar.blogspot.com/2013/03/peyami-safa-dokuzuncu-hariciye-kogusu.html
çok eskilerden okuduğum bu kitapta esas kahramanımız aklıma düştükçe içim hala cız eder.evet o dönem okuduğumda ben de sakat olmayı istemiştim.verilen mesajı düpedüz yanlış anlamışken şimdilerde peyami safa'yı daha iyi anlamak adına kitabı tekrar okumak farz oldu.
Kitapta en güzel vurguladıkları şey vücut veya ruhsal engelleri olan insanlara sanki "bacağı kopmuş köpek yavrusu muamelesi" yapmamız , sahte merhamet göstermemiz. kitapta "Büyük bir hastalık geçirmeyenler , herşeyi anladıklarını iddia edemezler." demiş yazarımız. Bu lafın üstüne ister okuyun ister okumayın , tercih sizin. Ama bence zaten ince bir kitap 2-3 saate rahat bitiyor. Hayatı başka bir pencereden görün 2-3 saat. AŞIK VE HEM KALBİ HEMDE BACAĞI ISTIRAPLA YANAN BİR GENCİN PERNCERESİNDEN.
Abartıldığı kadar iyi değil bence ve kitapta sayısını unutacağınız kadar yazım hataları var...
Romanın ana fikri en uygun hangi cümlede verilmiştir?
Bize verilen öğütleri ciddiye almalı ve umit verebilen hayallerin peşinden koşmalıyız. Aksi takdirde kaybeden yine biz oluruz
değil mi acaba ???
Safa'nın yüz sayfada hissettirdiği duyguları bin sayfada hissettiremeyen 'edebiyatçılarımızın' olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz. :) Kesinlikle herkesin okuması gereken bir eser, eminim yazarın diğer kitaplarını da okumak isteyeceksiniz.
Romandaki Rus edebiyatı etkisi romanın başından itibaren hissediliyor.Derin psikolojik tahliller,mükemmel tasvirler,ana karakterin rahatsızlığı ve melankolik ortam okuyanı da morfin almış gibi uyuşturuyor.
Eski kelimeler dolayısıyla arada bir arka sayfalardaki sözlüğe bakma ihtiyacı duysam da anlaşılır bir dille yazılmış güzel bir eser. Hastaların ruh hallerini tam manasıyla hissettiriyor. Fakat sanki yarım kalmış gibi... Devamını bekliyor insan.
"Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüdüm."
Her satırı, her cümlesi not edilesi, şairane ve akla kazınıcı idi...
Kendi geçmişimi, hastalığımı hatırladım ve çocuk seni çok iyi anladım...
Ve "Dünyanın hiçbir Nüzhet'i yalan söylememelidir."
Bu eser ile ilgili en doğru yorumu Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan (YKY) adlı eserinin 196. sayfasında gayet net bir şekilde yapmıştır.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu; gerek ismi gerekse hastane, hastalık içeren konusu nedeniyle uzun bir zaman okuma isteğimi ötelememe neden olmuştur. Peki, bir kitap; benim ötelediğim ama başkasının kendisini bulduğu hatta başucu yaptığı bir eser haline nasıl gelir? Cevabı kitabın içinde altını çizdiği şu cümlelerde gizli.” Hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar” ve ” İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur.”
Safa ; ''ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm'' diye başlayan kitabında 7 yaşından beri dizinde çektiği acının kemik vereminden ileri geldiğini ve kesilmesi gerektiğini öğrenmiş 15 yaşındaki bir çocuğun amansız hastalıkla ve imkânsız aşkıyla olan hikâyesindeki ruh hallerini ve hastanedeki psikolojisini anlatmıştır. Peki hastalıkla uğraşmayanlar bir hastayı nasıl anlayacaklar diyen yazar bu psikolojiyi nasıl anlatmış derseniz orası ise yürek burkucu bir hikaye :( Çünkü aslında hayatları aynıdır! Şöyle ki;
Peyami Safa 9 yaşlarında yakalandığı kemik hastalığı nedeniyle 17 yaşına kadar hikayesindeki kahramanı gibi hastalık ve acı içinde yaşamıştır. Doktorlar bacağının kesilmesinde karar kılmış, fakat Safa bunu kabul etmemiştir. Babasının erken ölümüyle ve yaşadığı sağlık sorunları nedeniylede eğitim hayatını tamamlayamamış iş hayatına erken atılmıştır. Matbaa postane gibi yerlerde çalışmış gazetelerde yazı yazmıştır. Edebiyatla ve siyasetle hep iç içe olmuştur. 1961 yılında yedek subaylık yapan oğlunun ölümüyle sarsılmış üç ay sonra da beyin kanamasından vefat etmiştir. Anlayacağınız kahramanımız; yazarın kendisinden başka biri değildir. Kitapta kahramanına bir isim vermemesinin nedeni de budur.
Bu otobiyografik romanının ilk basımını “kara sevdayla” diye imzalayıp Nazım Hikmet’e vermiştir. Görünüşte iyi bir şey olduğunu düşündüğüm bu olayın iç yüzünü araştırdığımda Peyami Safa’nın bu jest gibi görünen hareketinin aslında Nazım Hikmet’i yermek olduğunu anladım. Peyami Safa “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” isimli eseriyle Nazım Hikmet’in 1928 yılında yazdığı akıl almaz bir aşkı anlattığı “Jokond ile Si-Ya-U”suna meydan okumuştur. Nazım hikmet'in bu meydan okumaya karşılık "bütün bir fakir çocuklar hastanesinin romanı" demiştir. Peyami Safa’yla Nazım Hikmet dostluğu ikinci dünya savaşı ortamında sosyalist ve komünist düşüncelerin artmasıyla bozumuş, Peyami Safa’nın yazdığı gazetede “Nazım, fikirleri için değil, kendi istediği için takip edilmiştir.", "Nazım'ın yakalanması, polis müdürlüğünü, kitaplarının ilanat acentesi olarak kullanmak istemesindendir. Çünkü Nazım, su katılmamış burjuvadır. ve en sahte tarafı, komünist tarafıdır."gibi kavgada söylenmeyecek diyeceğim ama söylenmiş bu sözlerle edebiyat tarihinin en şiddetli kavgası olarak tarihi geçmiştir.
Peyami Safa; kitabında öz Türkçeyi fazlaca kullanmış ve ben gibi günümüz Türkçesiyle konuşan kitaptaki bazı kelimeleri anlamakta güçlük çeken insanlar için kitabın arkasında sözlük kısmı bulunmaktadır. Sizde benim gibi “bu ne demek acaba?”diye arada kalırsanız kitabın arkasına bakabilirsiniz.
Kitaptan Altını Çizdiklerim:
- Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir,fakat annelerle değil,annelerle değil.Annelere anlatılan kederler taksim değil,zarbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler,bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.
- Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.
- Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişmeyeceğinden korkuyorum.
- Istırabın derinlerine indikçe sevincimizi kaybetmek korkusu kalmadığı için, yeni bir sevinç başlıyor: ıstırabın ilacı ıstıraptır. İkisinin toptan sonucu: Sevinç.
Kendimi çok sevdiğim an, kendime çok acıdığım an. Beni yalnız bu koruyor: Bu aşk, bu merhamet.
(Sayfa 14)
Ben de gülümsedim ve çılgın bir sevinçle hadisenin üstüne abanıyor, gayri hakiki bir nokta arıyordum fakat bir kere, inanmanın şehveti başladıktan sonra, hakikat olduğuna iman edilen şeyi bütün arzularıyla kucaklayan insanlar gibi sevinçten çıldırıyordum.
(Sayfa 64)
Yalanlarla besli bir hayal gücü hakikatin unsurlarını ne çabuk buluyor, etraftaki eşyayı, hadiseleri kendi gayesine göre ne çabuk tertip ediyor ve malzemesi hakikat olan; hakiki toprakla, alçıyla, suyla yoğrulan bu abide en kuvvetli gözleri nasıl aldatıyor, ne sanat, ne sanat!
(Sayfa 60)