2015'de kaç kitap okumayı hedefliyorsunuz?
2015'de kaç kitap okumayı hedefliyorsunuz?
''Kaçmak''... galiba bugünlerde ruhum en çok onunla meşgul. Kendime mi, uzaklara mı, meçhule mi? Ne önemi var!.. Böyle bir zamanda, altını defalarca çizdiğim o cümle, yine gözlerimin içine bakıyor: ''Ve kadınlarda ne hüzünlü bir güzellik vardı... ''''Rilke, âh Rilke... Şöyle diyor başka bir yerde de: ''Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinliklere işliyor, her zamankinden daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey, şimdi oraya gidiyor. Orada ne olup bitiyor, cahiliyim.” Görmüyor kimse artık... Derinlerde bir şey aramanın zamanı değil. Yüzeyde ne varsa, cilalı, parlak, ışıltılı... Bir iç dünyanın olduğundan şüphe edeceğiz neredeyse... Hüzünlü güzelliklerin mevsimi geçmiş olmalı. Bütün yüzler aynı şimdi, bütün bakışlar aynı...
''Kaçmak''... galiba bugünlerde ruhum en çok onunla meşgul. Kendime mi, uzaklara mı, meçhule mi? Ne önemi var!.. Böyle bir zamanda, altını defalarca çizdiğim o cümle, yine gözlerimin içine bakıyor: ''Ve kadınlarda ne hüz... tümünü göster
''Kaçmak''... galiba bugünlerde ruhum en çok onunla meşgul. Kendime mi, uzaklara mı, meçhule mi? Ne önemi var!.. Böyle bir zamanda, altını defalarca çizdiğim o cümle, yine gözlerimin içine bakıyor: ''Ve kadınlarda ne hüzünlü bir güzellik vardı... ''''Rilke, âh Rilke... Şöyle diyor başka bir yerde de: ''Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinliklere işliyor, her zamankinden daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey, şimdi oraya gidiyor. Orada ne olup bitiyor, cahiliyim.” Görmüyor kimse artık... Derinlerde bir şey aramanın zamanı değil. Yüzeyde ne varsa, cilalı, parlak, ışıltılı... Bir iç dünyanın olduğundan şüphe edeceğiz neredeyse... Hüzünlü güzelliklerin mevsimi geçmiş olmalı. Bütün yüzler aynı şimdi, bütün bakışlar aynı...
''Kaçmak''... galiba bugünlerde ruhum en çok onunla meşgul. Kendime mi, uzaklara mı, meçhule mi? Ne önemi var!.. Böyle bir zamanda, altını defalarca çizdiğim o cümle, yine gözlerimin içine bakıyor: ''Ve kadınlarda ne hüz... tümünü göster
''Kaçmak''... galiba bugünlerde ruhum en çok onunla meşgul. Kendime mi, uzaklara mı, meçhule mi? Ne önemi var!.. Böyle bir zamanda, altını defalarca çizdiğim o cümle, yine gözlerimin içine bakıyor: ''Ve kadınlarda ne hüzünlü bir güzellik vardı... ''''Rilke, âh Rilke... Şöyle diyor başka bir yerde de: ''Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinliklere işliyor, her zamankinden daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey, şimdi oraya gidiyor. Orada ne olup bitiyor, cahiliyim.” Görmüyor kimse artık... Derinlerde bir şey aramanın zamanı değil. Yüzeyde ne varsa, cilalı, parlak, ışıltılı... Bir iç dünyanın olduğundan şüphe edeceğiz neredeyse... Hüzünlü güzelliklerin mevsimi geçmiş olmalı. Bütün yüzler aynı şimdi, bütün bakışlar aynı...
''Kaçmak''... galiba bugünlerde ruhum en çok onunla meşgul. Kendime mi, uzaklara mı, meçhule mi? Ne önemi var!.. Böyle bir zamanda, altını defalarca çizdiğim o cümle, yine gözlerimin içine bakıyor: ''Ve kadınlarda ne hüz... tümünü göster
“Abim Atatürk’ü çok severdi, bense Allah’ı. Babam, annemi ve Galatasaray’ı severdi, annem de Ringo’yu. Babam yorgun bir adamdı. Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan son canıyla eve gelir, çoğunlukla da tek kanallı televizyonun bitmek bilmeyen ana haber bülteni sona ermeden uyuyakalırdı, akvaryumun karşısındaki ikili koltukta.”
Yaz bitince kalabalığın günbegün seyreldiği, ahalinin biz bize kalıp bıkkınlıkla merabalaşıp mahsunlaştığı, her gürültünün ikindi vakti ağır usul söndüğü bir sahil şehrini düşünün... Boş masaları döven yağmurları, kirlenmiş kıyıları, eprimiş güneş şemsiyelerini... Buna, seksenli yılların sakaletini, iğreti kaygılarını, katıksız korku olan çaresizliğini ekleyin.
Mahir Ünsal Eriş, bir sahilde oturmuş, can sıkıntısından esneyen, kendi çocukluğuna bakıyor; renkli, yuvarlacık, pütür pütür bir çocukluk anlatıyor bize. “Komen! komen!” diye ateş eden oğlan bebelerini, mobiletleri, leblebi tozunu, Kaynanalar Parkı’nı, Kız Meslek’in kızlarını, Klinsmann’ı, Evrenos’u, Allah’ın yanına aldığı iyileri, kale zindanındaki prensesleri resmediyor.
Yoksulluk, hoyratlık, yalnızlık, gamsızlık, kırk mumluk sarı ampulün ışığında belli belirsiz görünüp, kayboluyor. Merhamet, taşraya uğramadan Kaf Dağı’na gidiyor...
Canlı, anlatma iştahıyla dolu yeni bir ses var karşımızda. Eriş, soba boyasıyla boyanmış hikâyeleriyle edebiyat şehrengizinde... Mağlup ama baştan kaybetmişliğini bilen bir hınzırlıkla sırıtıyor okuruna...
“Abim Atatürk’ü çok severdi, bense Allah’ı. Babam, annemi ve Galatasaray’ı severdi, annem de Ringo’yu. Babam yorgun bir adamdı. Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan ... tümünü göster
“Abim Atatürk’ü çok severdi, bense Allah’ı. Babam, annemi ve Galatasaray’ı severdi, annem de Ringo’yu. Babam yorgun bir adamdı. Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan son canıyla eve gelir, çoğunlukla da tek kanallı televizyonun bitmek bilmeyen ana haber bülteni sona ermeden uyuyakalırdı, akvaryumun karşısındaki ikili koltukta.”
Yaz bitince kalabalığın günbegün seyreldiği, ahalinin biz bize kalıp bıkkınlıkla merabalaşıp mahsunlaştığı, her gürültünün ikindi vakti ağır usul söndüğü bir sahil şehrini düşünün... Boş masaları döven yağmurları, kirlenmiş kıyıları, eprimiş güneş şemsiyelerini... Buna, seksenli yılların sakaletini, iğreti kaygılarını, katıksız korku olan çaresizliğini ekleyin.
Mahir Ünsal Eriş, bir sahilde oturmuş, can sıkıntısından esneyen, kendi çocukluğuna bakıyor; renkli, yuvarlacık, pütür pütür bir çocukluk anlatıyor bize. “Komen! komen!” diye ateş eden oğlan bebelerini, mobiletleri, leblebi tozunu, Kaynanalar Parkı’nı, Kız Meslek’in kızlarını, Klinsmann’ı, Evrenos’u, Allah’ın yanına aldığı iyileri, kale zindanındaki prensesleri resmediyor.
Yoksulluk, hoyratlık, yalnızlık, gamsızlık, kırk mumluk sarı ampulün ışığında belli belirsiz görünüp, kayboluyor. Merhamet, taşraya uğramadan Kaf Dağı’na gidiyor...
Canlı, anlatma iştahıyla dolu yeni bir ses var karşımızda. Eriş, soba boyasıyla boyanmış hikâyeleriyle edebiyat şehrengizinde... Mağlup ama baştan kaybetmişliğini bilen bir hınzırlıkla sırıtıyor okuruna...
“Abim Atatürk’ü çok severdi, bense Allah’ı. Babam, annemi ve Galatasaray’ı severdi, annem de Ringo’yu. Babam yorgun bir adamdı. Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan ... tümünü göster
katre-i gül şu anda kitap okumuyor.