Ömer Hayyam'ı daha yakından tanımanıza ve dönemin gizemli dünyasına dalmanıza neden olacak bir kitap. Dört bölümden oluşan kitabın ilk iki bölümünde Ömer Hayyam, Nizamülmük ve Hasan Sabbah'ın ilişkilerini ve insanı hırsları, diğer iki bölümde ise Ömer Hayyam'ın rubaiyatını nasıl elde ettiğini anlatıyor. Ayrıca İran tarihi hakkında bilgiler de edinebiliyorsunuz. Kitabın ilk iki bölümündeki akıcılık sonraki bölümlerde yavaş yavaş kayboluyor ve monotonlaşıyor... Doğulu yazarlar kitaplarının Batılılar tarafından beğenilmesini sağlamak veya kendilerini Batı dünyasına kabul ettirmek ve ispat ettirmek için kitaplarında mutlaka Batılı (veya Batı mahallesine taşınan Doğulu) bir baş karakter eklemelerine acayip sinir oluyorum. "Doğulu" bir öyküyü bir "Batılı" üzerinden aktarılmasını bir Doğulu olarak ve kendi uygarlığımız açısından realist bulmuyorum. Bu durum oryantalist bir bakış açısına neden oluyor ve "Doğu gerici, Batı ilericidir" tezine kaynak sağlamaktan başka bir işe yaramıyor.
Dili çok sade ve kolay anlaşılabilir tarihi ve otantik bir roman. Salt anlatıma dayalı bir eser. Kitap sürükleyici sayılır ama vurucu değil. Çeviri iyi değil, çevirmenin öz Türkçe saplantısı nedeniyle anlaşılma sorunları var. Bu durum akıcılığı düşürmüş ve anlatımı çok sığlaştırmış. Kitap her ne kadar bir roman olsa da, olayların geçtiği dönemle ilgili fikirler edinilebilir. Özellikle tarihi roman severler için klasik sayılabilecek bir eser.
Dostoyevski gerçekten büyük yazar. Kitabı İş Bankası yayınlarından Nihal Yalaza Taluy çevirisi ile okudum. Kitabı görünce, Dostoyevksi bu kadar uzun ne yazmış derken, 1008 sayfalık kitabı bitirince eksik kalmış gibi hissettim. Karakter analizleri ve betimlemeleri gerçekten müthiş. Sadece kitabın sonundaki mahkeme bölümü bile müthiş bir manifesto. Dostoyevski bu son eseriyle edebiyat alanında bir meydan okuma yaparak adeta bir gövde gösterisi yapmış...
"Suç toplumsal düzenin bozukluklarına karşı bir protestodur." Kitabı İş Bankası yayınlarından Mazlum Beyhan çevirisi ile okudum. 687 sayfa olan kitap betimlemeleriyle öyle gerçekçi bir hal alıyor ki, romanın baş kahraman ile insanı bütünleştiriyor. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, insanların en dayanılmaz acılarını yüreğinizin en derinliklerinde hissediyorsunuz. Dostoyevski, karakterleri öyle gerçekçi betimlemiş ki, bazı karakterleri sıkıca bağrınıza basıyor, bazılarından nefret ediyor, belki de tiksiniyorsunuz. Sanki her şey o anda yaşanıyor ve her şey gerçekmiş gibi. Dış dünyanın sığlığına kapılan romanı başka bir sahaya çeken, insanın iç dünyasına inen, ruhunun girdaplarında dolaşan Dostoyevski, bu romanında insanın çekebileceği bunca acı ve bunalımların en ağır ve katlanılmaz gibi görünenlerini en ince ayrıntılarına dek irdeleyip işlemiş. Hep düşünmüşümdür; neden yazarlar, sanatçılar diğer bilim insanlarından daha çok bilinir, konuşulur, okullarda edebiyatçıları öğreniriz de, ne bileyim fizikçileri, kimyacıları, psikologları vs öğrenmeyiz diye. Ta ki 'Suç ve Ceza' romanını okuyana kadar. Bu romandan anlaşılabildiğine göre Dostoyevski, Freud'dan önce bilinçaltını kurcalamaya başlamış, kriminolog Ferri'ye, filozof Bergson'a kadar pek çok bilim insanından da çok derinliğe sahip ve bu bilim insanlarının çoğunu etkilemiş. Einstein sadece Einstein'dir, ama Dostoyevski hem Einstein, hem Froud, hem Ferri'dir, hem de Bergson'dur. Artık anlamışım ki -gerçek- yazarlar, sanatçılar toplumun en önemli değerleridir ki topluma yön vermesi gerekenler de bunlardır diye... "İnsanlar ikiye ayrılır, sıradanlar ve olağanüstüler. Birinci bölümdekiler hep bugünün, ikinci bölümdekiler hem yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca artırırlar; ikinciler dünyayı hareket ettirler ve onu bir amaca doğru yöneltirler... Ceza, suçu başka bir zamana daha şiddetli bir şekilde ertelemekten, hatta suçu azdırmaktan başka bir şey değildir... Ceza kaldırılabilir; ama suç insanın içinde sonsuza kadar yaşar... İnsan Tanrı değildir ve dolayısıyla eylemlerinde özgür değildir. "
Kitabın adının satranç olması sanki satranç oyununu anlatıyor hissi uyandırıyor, ama değilmiş! Yazar kendi salt gerçekçiliği içinde yuvarlanmış durmuş gibi geldi bana. Hayatı bu kadar kafaya takmaya ve önemsemeye değmez be Zweig. İnsan bu halde ya kafayı yer ya da intihar eder... Herkes zaman zaman yalnız kalmak ister ama bu yalnızlık sizin isteğiniz dışında kutu gibi odada tek başına hiçbir şey olmadan olursa insan ne hale gelir? İnsan istedikten sonra yapamayacağı hiçbir şeyin olmaması (acaba) kitabın satrancı göstererek birçok konuya değinmesi ilginç. Kitap salt bir öykü olarak çok iyi gelmedi bana. Aslında öykü etkileyici sayılır ama etkileyiciliği zamana yeniliyor. Ayrıca kitap, etkileyici psikolojik tahlillerin olduğu, ilginç karakter betimleriyle dikkat çekiyor. Özellikle karakter tahlilleri çok orijinal. Bir metafor yok mu var mı, bilemedim açıkçası...
7 milyonluk nüfusuna karşılık ülkedeki sivil toplum kuruluşlarına üye sayısının 70 milyonu bulduğu ülkenin, "içinde polis olmayan polisiye bir roman"ın yazarı Larsson... Soğuk diyarlardan soğuk ve ürpertici Lisbeth karakteri... Yazarın etkileyici kurgulama yetisine karşın soğuk etik anlayışı... Aslında kitap çok fazla ilginç gelmedi bana. Konusu ilginç, ancak olaylar çok yavaş ilerliyor. Kitabın dili ağır değil ve okutturuyor kendini. Kurgusu da yeterli derecede iyi. Kurgudaki tarihi gerçeklik dikkat çekici. İlk 200 sayfa çok sıkıcı, sonra olaylar birbirine bağlanınca biraz da olsa heyecan katmaya başlıyor. Olay örgüsü zekice kurgulanmış olsa da karakterlerin kişilikleri daha sağlam olsaydı daha etkileyici olabilirdi. İsimlerin çokluğu ve benzerliği bu tür öykülerde olayları algılamayı zorlaştırıyor, sürükleyiciliği düşürüyor ve kafa karışıklığına neden oluyor. Kitap, İskandinav ülkelerinin etik anlayışları çok farklı olduğu için sorun oluşturmayan, ancak bizim gibi ülkelerdeki insanların etik anlayışına göre rahatsız duyabileceği ilginç şiddet olguları ve cinsel içerikler barındırıyor. Adamların ahlaki bakış açıları çok farklı. Yazarın çok çarpık ahlaki bakış açısı ve sanki çok normalmiş gibi gözüken derinden sorunlu ilişkiler dikkat çekici. "Okudum, bundan daha iyisi yazılamaz" dedirten bir kitap değil. Polisiye tutkunları için ortalamanın üstünde bir roman olarak gözüküyor.
Roman ilk başlarda çok güzel ileriyor, insanı içine çekiyor. Sayfalar ilerledikçe karmaşıklaşıyor. Okurken bazen sıkıldığım oldu. Son bölümde ise Dostoyevski'nin o bilinen, insanın ruhunu incelten biçimdeki acıma duygusunu anlatımı derinden derine hüzünlendirdi beni. Dostoyevski bu romanında ezilenlerden ziyade mutlu olamayan belirli karakterleri anlatmaktadır. Dostoyevski acayip derecede sert bir şekilde egemen sınıf eleştirisi yapmış izlenimi uyandırdı bende. Tüm egemenleri, zenginleri vicdansız, zalim ve acımasız olarak göstermesi tek tutarsız tarafı. Bunun dışında güzel bir Dostoyevski klasiği. "Erdem ne kadar erdemli olursa içerdiği bencillik de o kadar artar."