http://pinucciasbooks.blogspot.com Kitabın başlarında sıkılacağımı düşünmüştüm ama hiç de beklediğim gibi olmadı. Her ne kadar Jane'in hayatında olanların büyük kısmı ve Jane'in genel ruh hali kitap boyunca bende bir şeylere müdahale etmem gerektiği ihtiyacını yaratsa da 5 günde kitabı okuyuverdim. Kitabı bitirdikten sonra da okurken yaptıkları beni rahatsız etmiş olsa da hem Jane hem de Edward karakterlerini sevdiğimi fark ettim. Kitapta hoşuma giden bir başka unsur da kitap boyunca Bronte'nin yazdığı dönemin yazarlarından ve kitaplarından satır aralarında bahsetmesi oldu. Jane Eyre esasen otobiyografik bir roman. Charlotte Bronte kendi yaşam öyküsünden hareketle romanı yazmış ama benim naçizane tavsiyem Charlotte Bronte'nin yaşam öyküsü kitabı okumadan önce kesinlikle okumamanız. Benim okuduğum versiyon yukarıda kapak resmini de gördüğünüz Antik Yayınları'ndan çıkan versiyon ve kitabın başında Charlotte Bronte'nin yaşam öyküsü var. Ben romana başlamadan okumuş bulundum. Aman siz yapmayın!
http://pinucciasbooks.blogspot.com Bu kitapta en çok sevdiğim kısım karakter kurgusu oldu. Baş kahraman Andy, onun ev arkadaşı, kız arkadaşı, iş arkadaşları öyle güzel tariflenmişti ki ihtiyaç duyulan her şeyin çoğu kez bulunamadığı bu kalabalık dünyayı kolaylıkla hayal edebildim. Her karakterin bir kusurunun olması, daha doğrusu bunun alenen anlatılması, karakterleri bana daha da yakınlaştırdı. Ayrıca her karakterin günlük rutini çok güzel bir yalınlıkla anlatıldığından detayları kendi hayal gücüm zenginleştirdi. Kitabın konusu da başlı başına güzel bence. Bu kitap 1966 yılında yayınlanmış bir kitap ve yazar 33 yıl sonranın New York’unu hayal etmiş. Kitabın yazıldığı dönemde dünyada doğum kontrolü pek çok ülkede kabul görmeyen bir olgu olduğundan, yazar doğum kontrolü uygulanmazsa dünyada neler olabaileceğini oldukça yaratıcı bir biçimde anlatmış. Her ne kadar doğum kontrolü günümüzde 1960’lara oranla daha çok kabul görmüş bir olgu olsa da dünyadaki kıt kaynakların kullanımı hem günümüzde hem gelecekte insanoğlunu sürekli meşgul edecek bir mesele. Bu kıt kaynağın adı bir gün petrol olur, bir gün su olur, bir gün yaşanabilir hava koşulları olur ama konu hep gündemde kalır. Bu bakış açısıyla yazarın aslında çok temel bir konuya değindiğine dikaktinizi çekmek isterim. Tabii ki bu bir distopya romanı, yani karamsar bir gelecek kurgusu. Bu kurgu içerisinde yer alan olayları yazarın abartma tarzı hoşuma gitmiş olsa da bazıları bu romanı “bilim kurgu klasiği” kabul ediyor. İşte buna kesinlikle katılmıyorum. Roman iyi hoş ama klasik değil bence.
http://pinucciasbooks.blogspot.com Gözlemlediğim kadarıyla Grangé romanları uzunca bir süredir kısa zamanda Türkçe’ye çevrilip pek çok Türk okur tarafından seve seve bir solukta okunan romanlardan. Ben de gerilim-macera tipi romanları ara ara okurum ama Grangé’dan nedense hiç okumamıştım bu vakte kadar. Bundan birkaç yıl sonra da Tess Gerritsen romanları için aynı şeyi söyleceğim büyük ihtimalle. Çevremden gözlemlediğim ve internetteki kitap siteleri ve bloglardan izlediğim kadarıyla bu ara herkes Tess’in romanlarını okuyor bu ara. Neyse biz Ölü Ruhlar Ormanı’na geri dönelim. Kitabın kapağını beğenmemekle birlikte konusu ilgimi çekti. “Seri katil”, “otizm” ve “Latin Amerika” başlıkları bir arada ilgimi çekiyor zaten. Bir de bunlar zenginleştirilmiş bir içerikle birlikte sunulduğundan iyice hoşuma gitti. İnternette yaptığım küçük araştırmada gördüm ki Grangé-severler ilk kez Grangé romanı okuyacak olanlara bu kitabı kesinlikle önermiyor. Çünkü genel anlamda bu roman başarılı bulunmamış. Vallahi olan oldu, ben okudum artık ama severek okudum. Temposu yüksek bir romandı. Doğruluğunu kontrol etmedim ama aralara serpiştirilmiş genel kültür geliştirici bilgiler çok hoşuma gitti. Hani bunu bile sevdiysem, gerçek Grangé-severlerin beğendiği diğer kitapları da severim gibi geliyor bana. Bu konuda da tavsiyelerinizi dikkate alırım: Bir sonraki Grangé romanım hangisi olmalı? Dönem dönem aradığım kitapların Türkçe’ye çevrilmediğini görünce veya seneler öncelikle çevrilip tek baskı yaptığını görünce üzülüyorum. Farkında mısınız bilemiyorum ama tersi bir durum da söz konusu. Pek çok Avrupalı ve Latin Amerikalı yazarın kitabı İngilizce’ye çevrilmeden Türkçe’ye çevriliyor. Goodreads aracılığıyla böyle durumları okuyunca da ülkemiz adına ayrı bir mutlu oluyorum. İnsanlar İngilizceye çevrilmediği için okuyamadıkları yazarlardan bahsediyorlar. Örneğin Nobel ödüllü yazar Mario Vargas Llosa’nın bir sürü kitabı daha yazar Nobel edebiyat ödülünü almadan önce Can Yayınları’ndan çıkmıştı. Jean-Christophe Grangé kitapları özelinde de Doğan Kitap’a teşekkürü borç bilirim.
Bu kitabı iki oturuşta bitirdim. Büyük bir kısmını ise 4 saatlik bir uçak yolculuğu sırasında neredeyse hiç ara vermeden okudum. Bu sayede, Dersim’in dağlarında ben de dolaştım; kışların soğuğunda ben de üşüdüm; tezek kokusunu ben de aldım; Fecire’nin sesli/sessiz haykırışlarını ben de işittim; Gülüzar’ın söğüt dallarından yapılma bebeği benim de bebeğim oldu; akan suyun sesini ben de duydum; ihanetin acısını, anlaşılmaz kıskançlığın şaşkınlığını ben de hissettim; ben de anlamadım; ben de anlatamadım; ben de anlaşamadım; ben Fecire oldum, ben Gülüzar oldum… Ellerine sağlık Haydar Karataş…