Melisa Kesmez'in okuduğum ilk kitabı oldu.Kitapta birbirinden bağımsız "kadından" hiayeler var.Terkeden, terkedilen, aldatan, aldatılan, okuyan, rakı içen, yaraları olan kadınların hikayeleri.Okurken "Erken Kaybedenler"in kadın verisyonunu okur gibi hissettim.Kurgular hayatın tam içinden olduğu için her hikayede okur da kendinden de bir şeyler bulabiliyor.Anlatımı biraz zayıf buldum ama o da çağdaş Türk edebiyatının kronik sorunu zaten.Fazlaca edebi değer taşımasa da okunabilir.Yormadan zorlamadan araya hafif bir kitap atmak istediğinizde okunabilecek keyifli bir kitap olmuş.
Tanımlamakta en çok zorlandığım kitaplardan biri bu kitap.Güzel desem az, hoş desem eksik, muhteşem desem jargon ters, olağanüstü desem Sait Faik'in olağanlığı ve sadeliğine ihanet, müthiş desem sansasyonel olacak... Nuri Bilge filmi gibi, gerçi Nuri Bilge toy sayılır Sait Faik'e göre.Bir şeye benzetmesem daha iyi.Kışın soğuğu, kahvenin havası, içeri giren adamın sözleri, sözlerin buz gibi etkisi, kahvedekilerin sözleri duyduktan sonraki hali...Bu kadar mı güzel ve sade anlatılır...
Ben biliyordum Yaşar Kemal kitaplarının beni ne hale getirdiğini ama yine de merakıma yenik düştüm ve okudum.İkinci bölümden itibaren her satırda boğazım düğüm düğüm oldu.Genç Cumhuriyet, Anadolu'nun Türkleştirilmesi,Arap çölleri,Yezidiler,Rumlar,Müslümanlar,Mübadelenin acı dolu yılları, Çanakkale Kafkas ve Hicaz cephelerinden sonra sürdürülen Milli Mücadele seneleri arasında savuruyor kitap okurunu.Mübadeleyle sürgüne gönderilen Rumlardan boşalan Karınca adasına yerleşen Milli Mücadele kahramanı Poyraz Musa ile adada kalmayı tercih edip adaya çıkacak olan ilk insanı öldürmeye yemin etmiş Kafkas Cephesi kahramanı Deli Vasili arasında geçiyor hikaye.İki kahraman kitabın sonuna kadar karşılaşmadıkları için flashbacklerle savaş yıllarını yaşatıyor okura.Hele Poyraz Musa'nın anılarında Yezidilerle ilgili bir bölüm var ki dillere destan.Serinin diğer kitaplarını deli gibi merak ediyorum şimdiden. Ve son olarak şunu diyebilirim ki Yaşar Kemal okumayan bir okur benim gözümde her zaman eksik bir okurdur.
Gustave Flaubert doktor olan kendi babasının çevresinden esinlenerek yazmış bu kitabı.Dönemin Fransa toplum yapısına oldukça ters düştüğü için dini ve ahlaki değerleri küçük düşürmek suçlamalarıyla yargılanmış, fakat yaptığı güçlü savunmayla ceza almamıştır. Asla tatmin olmayan,arzuları uğruna hayatındaki her şeyi bir kenara bırakabilen, aptalca bir ihtirasla yaşayan Emma Bovary'nin hikayesi bu kitap.Kitabı okurken sık sık "yollu lan bu karı" şeklinde düşünmeme neden oldu.Ne kadar başına gelen felaketlere üzülsem de sevgilisiyle buluşmaya giderken küçük kızını bakılması için bıraktığı eve gidip de evin pisliği karşısında sokağa çıkmadan önce ayakkabılarını paspasa silmesi bütün kitap boyunca aklımdan çıkmayan, Bovary'nin vurdumduymazlığı ve bencilliği üzerine ilginç bir ayrıntı olarak aklımda yer etmiştir.
Mihail Bulgakov'un,1920-1925 yılları arasında yazdığı kitabıdır. Kitap, Moskova'da ki tıp eğitimini başarıyla bitirmiş ve bir süre stajyer olarak görev yapmak istemiş olmasına rağmen taşraya gönderilmiş, mesleğinde teorik açıdan üstün ancak pratikte zayıf bir gencin insanlarla ve bir bakıma da hayatla, toplumun aksak ve garip yanlarıyla-frengi örneğinde olduğu gibi-tanışmasını anlatır.
Yazarın okuduğum ikinci kitabı.Bu kitaptan bir Sineklerin Tanrısı tadı beklemek hata olur.Daha uzun diyologlar ve daha sıkıcı betimlemeler var.Tanrısına duyduğu saygıyı göstermek için kilisesinin üzerine 125 metrelik devasa bir kule inşa etmeye çalışan bir rahip, kilisenin hizmetçisi ve karısı ve ustabaşı arasında geçiyor hikaye.Sembolizm ile bezenmiş bir kitap. Kitap bittiğinde kendi kendi kendime "saplantı mı kutsala dönüşür insanın ruhunda yoksa kutsal olan mı saplantıya" sorusunu sordum.