Sanırım, sonsuza kadar "Umutsuz" ve "Yeni Bir Umut" hayatımın kitabı olarak kalacak...
Kitabın başlarında sanki Alayna'nın kelime dağarcığında "alevlenmek" dışında bir sözcük yokmuş gibi sürekli kullanması sinirimi bozdu... zamanla bu durum azaldı ama üst üstte kullandığı için gözüme takıldı bir kere -_- Klasik bir konuydu ve karakterlere de çok ısınamadım. Buna rağmen Alayna ile fazlaca empati kurma fırsatım oldu... ve açıklayamayacağım bir nedenden ötürü biraz üzülerek okudum (kitapla alakalı bir durum değil) Kötü değildi lakin iyi de sayılmaz bence ^^ Devam kitaplarını -yakın olmayan bir zaman diliminde- okumayı düşünüyorum çünkü serileri yarım bırakmak hoşuma gitmez. İşler değişir mi bilmiyorum ama beni pek şaşırtacağını sanmıyorum. "Hudson," dedim yumuşak bir ifadeyle. İsmini ona nasıl hayran bir şekilde söylediğimi anlamasını umuyordum. "Söyle, kıymetlim." dedi. "Gerçekte o kadar da aşağılık değilsin." Parmağını ağzına götürdü ve "Hişş, itibarımı mahvedeceksin."
Hmmmm... hmmm... hmm... Aslında kitabı okurken altı buçuk puandan daha fazlasını hak etmediğini düşünüyordum ki bunun nedeni Gece Yarısı Leydisi'nin ardından o kadar da sürükleyici olmamasıydı ^^ Öncelikle kitapta fazla karakter vardı, böylece zaten tamamen karışık olan duruma anlatılması gereken yeni hikayeler eklendi :/ ortaya nasıl odaklanacağımı şaşırdığım bir olay örgüsü çıktı... bizim Mükemmel olmayan Diego mu dersiniz, en başından beri sürdürülmesinin saçma olduğunu düşündüğüm Emma-Mark ilişkisinin yalanı mı dersiniz, yoksa sevgili Jules'un hislerine yeterince değinmeyen kısımlardan mı bahsetmemi istersiniz? Clare ilahi bakış açısıyla anlattığı için hâliyle her karakterin duygularına az çok değiniyordu ama Julian'ın bu kısımlarda birazcık daha geri planda kaldığını düşünüyorum. Açıkçası onun daha fazla yoğun duygularla dolup taşan cümlelerine maruz kalacağımızı sanmıştım -ki bu daha fazla acı ve sıkıntı çekeceğiz demek oluyordu- tekrar düşününce belki de böylesi daha mı iyiydi? Artık gerçekten ne istediğimi bile bilmiyorum Tüm bu kafamdaki ardı arkası kesilmeyen "olaylar nereye, nasıl bağlanıp sonuca ulaşacağız" soru işaretleri ardından artık bitmeye yüz tutmuş satırları arasında kitaba beni yeniden bağlayan ve adeta bozuk bir trenin tamir edilip tekrar rayına oturmasıyla yakaladığı o yağ gibi akan kusursuz bir düzenin içine girmesini Diana'nın merak ettiğim sırrı sağladı... Nasıl desem? Beni gerçekten şaşırttı ve bocaladım *-* Bunu beklemiyordum ve işte olaylar tam da buradan sonra başladı gözümde... kitap tekrardan kaybettiği o yükselişi yakaladı ve Julian'ın korkutucu derecede oluşturduğu planları arasında kendimizi bir cümbüşün içinde daha bulduk! İlk kitapta yaptığım yorumda tahmin ettiğimi söylediğim gibi, kalbimi kırdı... fazlasıyla... şimdi ise sönmeye yüz tutmuş ateşin son çırpınışları gibi ne yapacağını bilemez durumda, şayet "Olaylar artık nasıl düzelebilir?" cümlesinin çaresizliğiyle birlikte kendi küllerinde boğuluyor. "Herkes hata yapar, Emma. Ama bunun bütün hayatlarını mahvetmesine izin vermezler." Emma gözlerini kapadı. "Bizim hayatlarımız mahvolmadı," dedi. Jules'un güçlü ve becerikli ressam elleri Emma'nın sırtından aşağı kaydı. Parmaklarıyla tenine harfler çizdi. BEN MAHVOLDUM.
Kitaba başlarken belirli bir beklentimin olmamasıyla birlikte tam olarak ne hissetmem gerektiğinden de emin değildim. Durum böyle olsa bile bir Clare kitabı olarak sevginin en güzel cümlelerle aktarılacağını biliyordum. Ki beni mahcup etmedi, öyleydi de... Parabatai olan kişiler birbirlerini eros manasıyla sevemez. Sed lex, dura lex. Yasa katıdır ama yasadır. İyi ama neden bu yasaktır? İşte bu soru var ya bu soru... yıllardır beynimi kemirip duruyordu benim! TDA serisi çıkmadan önce bile merak ediyordum ve tam da bu yüzden birçok tahmini cevaplarda bulunmuştum kendime :/ o kadar çok yaklaşmışım ki... hatta tek bir eksik dışında çözmüşüm bile... Tabiî durum böyle olunca, "Eee bıraksaydın da ben yazsaydım kitabı Clare" dedim kendi kendime ^^ Cevaplar konusunda beni tatmin edemedi... olayın nasıl gelişeceğine dair bir taslak bile çıkarmış olabilirim kafamda T-T İkinci kitabı o yüzden çok fazla merak etmiyorum hatta ve hatta korkuyorum... kalbimi kıracağını bildiğim için... yine de görmek istiyorum çünkü Blackthorn ailesi öyle güzel ki <3 Hepsine ayrı ayrı değinmek istiyorum... Özellikle Julian... sevgili Jules... senin hakkında öyle çok şey söylenecek şey var ki... kitap boyunca aklımı başımdan aldın "Birine aşık olduğunda o kişi senin bir parçan hâline gelir. Yaptığın her şeyde o vardır. İçine çektiğin havada, içtiğin suda, damarlarında akan kandadır. Dokunuşu teninde kalır, sesi kulaklarında, düşünceleri zihninde. Rüyalarını bilirsin çünkü kâbusları yüreğini paralar ve güzel rüyaları senin de rüyalarındır. Ve mükemmel olduklarını düşünmezsin, kusurlarını, karanlık sırlarını bilirsin ve bunlar seni korkutup kaçırmaz. Aksine, öyle oldukları için onları daha çok seversin, çünkü mükemmeli istemezsin. Onu istersin. İstediğin..." Derken sustu, sakin herkesin ona baktığını fak etmişti. "Neyi istersin?" dedi Dru, gözlerini kocaman açmış. "Hiç," dedi Julian. "Konuşuyorum işte." "Bazen," diye düşündü Emma, "Ben bir uçurtmaymışım da Julian beni uçuruyormuş gibi geliyor." Ayakları yerden kesiliyordu da Julian onu toprağa bağlı tutuyordu sanki. O olmadan Emma bulutların arasında kaybolurdu.
Kitap elimde günler, hatta aylardır dolanıp duruyordu ve ne kadar çok bitirmek için mücadele etmek istesem de tembellikten istifimi bozmadan oyalanmaya devam ediyordum. Tüm bunlara karşı sonunda bu saçma savaş son buldu ve kitap böylelikle daha fazla rezil olmadan bitebildi. Kitabı yavaş okumama karşı -kötü olduğu için değil aksine çok eğlenceliydi- son bulduğu için içten içe biraz buruk hissediyorum. Magnus ve hikayeleri ayrı ayrı insanın ilgisini çeken, parmakları gibi büyüleyici bir havaya sahip. Tabiî istisnasız en sevdiğim hikaye Gece Yarısı Mirasçısı'ydı... Ki bunun en büyük nedeni de ön görülebileceği gibi James'dı... bu kısma da ayrı şekilde değineceğim... Genel olarak kitap TID ve TMI okuyucuları için altın değerinde özellikler taşıyor çünkü çoğu tanıdığımız ve sevdiğimiz karakterler... onları yeniden görmek ve sanki hiçbir şey değişmemiş, bitmemiş gibi sohbet etmek harikaydı. Sevdim çünkü onlarla yeniden buluşabildim. Yalnız hâlâ daha Magnus'un neden Peru'dan ihraç edildiğini öğrenemediğimizi üzülerek belirtmek isterim :/ Sanırım asla da öğrenemeyeceğiz. -Gece Yarısı Mirasçısı- Clare, Clare, Clare... bunun aynısını Ölümcül Oyuncaklar serisinin final kitabında da yapmıştı! Kitabın sonlarına doğru Blackthorn ailesini araya katmış, onların hikayelerini harmanlayıp merak etmemizi sağlamış ve ardından, "alıp okuyun" diyerek üzerimize atmıştı. Ve şimdi de sevgili James Herondale... OMG!!! Daha bu kitap çıkmadı bile bunun türkçeye çevrilişi var... Önümüzde uzun bir yolculuk var bu nasıl ızdırabla dolu bir bekleyiş olacaktır böyle?! O kitapları da istiyorum Clare... sadece yaz Clare, çabuk yaz... "Sen hâlâ sarhoş olmana rağmen, aslında oldukça keyifli bir yemek oldu." "O noktada ayılmaya başlamış olduğuma eminim," diyerek itiraz etti Magnus. "Magnus, kendi tabağınla flörtleşmeye çalışıyordun." "Ben oldukça açık fikirli biriyimdir!" "Ragnor ise değildir," dedi Catarina. "Bize deney faresi yedirdiğini keşfettiği zaman tabağını alıp başında parçaladı." "Ve aşkımız böylece sona erdi," dedi Magnus. "Eh, her neyse. Tabakla uzun bir beraberlik yaşamamız zaten mucize olurdu." "Ama senin derdin eğlenmek değil, değil mi James Herondale?" diye sordu Magnus. "Aslında derdin cehenneme gitmek." "Belki de cehenneme gitmenin eğlenceli olduğunu düşünüyorumdur." dedi James Herondale ve gözleri tahmin edilemez acılar taşırcasına, cehennem ateşi gibi parladı.
Neden okuduğumu bilmediğim, okumasam da bir şey kaybetmeyeceğim ama okurken keyif alıp eğlendiğim bir kitap oldu ^^ "Bu bilgi kutusunu geçmenizi söylememe gerek var mı?" "Ne dedin? Seni duyamadım. Bu bilgi kutusunu geçmekle uğraşıyordum."